Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
[COLOR="red"] Mehmet Tezkan

“Babam Başbakan ama..”




Reha Muhtar’ı CNN Türk’te izliyorum.. Cüneyt Ülsever ile konuşuyor..

Ülsever bir anısını anlattı..

Küçük anekdot Başbakan’ın kendini nasıl gördüğünün, demokrasiyi nasıl algıladığının deşifresiydi..

Ülsever, Başbakan Erdoğan’ın oğlu ile

yemek yemiş..

Oğul Erdoğan sormuş..

“Niye babamı bu kadar ağır eleştiriyorsun.”

Ülsever’den cevap:

“Baban da beni vatan haini ilan etti.”

Oğul Erdoğan’ın söylediğine dikkat..

“O, Başbakan ama..”

Anahtar sözcük bu..

O Başbakan..



*


Yani Başbakan herkese kızabilir, ağzına geleni söyleyebilir, ülkeyi yönetiyorsa buna hakkı vardır..

Ama..

Kimse onu eleştiremez, karşı çıkamaz, protesto edemez, söz söyleyemez..

Niye?

O Başbakan!..


*


Başbakan’ın sinirli hali, öfkeli üslubunun altında bu yatıyor.. Sevmediği en küçük bir söz, hele medyadan gelmişse çıldırıyor..

Ben koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanıyım, adam küçücük bir köşe tutmuş ha babam yükleniyor diye düşünüyor..

Kabul edemiyor..

Meydanlarda da sık sık söylüyor..

Diyelim ki muhalefet lideri ağır sözler söyledi.. Muhalefet bu söyler.. Erdoğan aynen şöyle diyor; “Bu millete saygısızlık.”

Niye ki..


*


Biri Başbakan’a çıkıp anlatmalı..

Demokrasi nedir, muhalefet nedir,

medya nedir..

Hatta eski İngiltere Başbakanı Blair’in yaşadıkları önüne konmalı.. İngiltere’yi zenginliğe boğan, üst üste üç seçimi kazanan Blair’in koltuğunu neden erken terk ettiği izah edilmeli...

Irak işgali nedeniyle medyanın hayatı nasıl zehir ettiği gazete kupürleriyle gösterilmeli..

Bunun doğal karşılandığı da..

Gerçek demokrasinin bu olduğu da..


*


Başbakan, bu ülkeyi Fatih Sultan Mehmet de, Kanuni Sultan Süleyman da yönetti.. Ben de onlar gibi yönetiyorum diyorsa..

Başka..


*****



Ahmet Hakan’a yanıt.. Mesele Nevizade değil!

Ahmet Hakan’ın, dinsel rejim olmaz ama tek adam despotizmi kapıda, tespitine katılıyorum..

Ama korktuklarınızın hiçbiri başınıza gelmemiştir diyerek ortaya koyduğu şu yaklaşıma katılmıyorum..

Şöyle yazmış..

“Mesela, sabaha kadar dans etmek serbesttir..

Mesela, âlemlere akmak serbesttir..

Mesela, türbanı atanların sayısı türbana bürününleri geçmiştir..

Mesela, “Nevizade” dolup taşmaktadır, ses eden yoktur..”


*


Nevizade dediğimiz yer İstanbul’un göbeğidir, eğlence merkezidir.. Varlığı Osmanlı’ya dayanmaktadır..

İstanbul’un bazı semtlerinde de durum aynıdır.. Bebek’te, Etiler’de, Nişantaşı’nda, Yeşilköy’de, Bağdat Caddesi’nde..

Lakin Anadolu nasıldır?

Ahmet Hakan küçük bir Anadolu turu atsa neyle karşılaşır? Oralarda da âleme akmak serbest mi, insanlar sabaha kadar dans edebilmekte mi?

Uzağa gitmesine de gerek yok..

Aksaray’dan feribot, iki saat sonra Bandırma.. Ver elini Balıkesir.. Anadolu’yu yıllardır karış karış gezen Mehmet Yaşin anlatıyor:

“Balıkesir’de bile bir tek içkili yer kaldı.”

‘Bile’ kelimesi çok önemli..

Aslında mesele içki içilmesi falan değil.. Başka bir hayat tarzına zorunlu geçiştir..

Anadolu’da yapılan gözlemler çok önemli.. Geçmişle mukayeseler.. Ama daha önemlisi oralarda yaşayanların anlattıklarıdır..

21 yaşındaki Yudum Yaşar, Kocatepe Üniversitesi’ni kazanınca Muğla Milas’tan Afyon’a gelmiş..

VATAN’a yazdığı mektupta diyor ki;

“Burada kimse kimseye yaşamsal özgürlüğü konusunda yumuşak davranmıyor. Ya uyum sağlayacaksın ya dışlanacaksın. En başta korktum. Sonunda katlanmak zorunda kaldım.”

Mesele budur..

Mesele Afyon’dur, Maraş’tır, diğerleridir.. Gençlerin yaşadıklarıdır..

Nevizade değildir..
Mehmet Tezkan

Erdoğan.. Hillary’ye göster gününü!



Dikkat!.. Bugün çıngar çıkabilir..

Tarihi gün olarak zabıtlara geçebilir..

Gözünüzün önüne getirin.. Başbakan Erdoğan ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton basın toplantısında..

Bütün televizyonlar canlı yayına geçmiş..

Türkiye nefesini tutmuş izliyor..

Başbakan, Hillary’nin önüne bir dosya atarak bağırıyor; bu nasıl rapor!

Hillary’nin yüzü bembeyaz.. Buz kesmiş, dimdik duruyor..

Başbakan ikinci ve tarihe geçecek sözünü söylüyor: Siz rapor yazmayı bile beceremiyorsunuz!

Bütün Türkiye sokakta, insanlar ellerinde bayrak bir oraya, bir buraya koşuyor..

Kimse ne yapacağını bilmiyor.. Bir koşuşturmadır gidiyor.. Coşku büyük.. Kimi hüngür hüngür ağlıyor.. Kimi Kanuni Sultan Süleyman devrinde bile böylesi yaşanmadı diye kendinden geçiyor..



*

Davos’tan sonra ikinci büyük dış politika atağı..

Bir isim bulmak lazım..

Davos Fatihi lafı cuk oturmuştu.. Gerçi Başbakan İsrail’e çatmıştı, mesele de Gazze’ydi, Davos’la ilgisi yoktu ama olsun..

Cuk oturdu ya, benimsendi ya yeter.. İleride bazı zorluklar yaşanacak ama olsun.. İnsanlar Davos Gazze’de falan zannedecek..

Veya Davos’a gidenler orayı Erdoğan’ın fethettiğini sanacak.. Fatih’in İstanbul’u alması gibi..


*

Tarihi güne dönelim.. Hillary donuk kare gibi.. Dakikalardır kımıldamıyor.. Başbakan’ın yüzünde son dakika golünü atan futbolcu keyfi var.. Yan gözle kameralara bakıyor.. Biliyor ki bütün Türkiye onu izliyor..

Yalnız, bu tarihi olaya hemen bir isim bulmak lazım..

Ankara Fatihi desek olmaz.. Ankara zaten bizim başkentimiz..

Hillary Fatihi de olmaz.. Yakışık almaz..

Ama isim şart!


*

Başbakan çok haklı.. Hillary Clinton’ın başında bulunduğu ABD Dışişleri Bakanlığı bir rapor hazırlamış.. Türkiye bölümü pek iç açıcı değilmiş..

Ayıp..

İnsan hakları ihlali yapılıyormuş, demokrasiyle bağdaşmayan uygulamalar varmış, medya susturulmaya çalışılıyormuş, bazı kuruluşlar korkudan haber yapamıyormuş, kadınlar hiç uğruna öldürülüyormuş, azınlıklara ayrımcılık yapılıyormuş, yolsuzluklar almış başını yürümüş..

Bir kez daha ayıp..

Allahaşkınıza bu ülkede böyle şeyler

oluyor mu?

Olmuyor.. Amerikalılar uydur uydur yazıyor!

Haydi Başbakan, bugün seninleyiz..

Haksızlığa, yalan rapor yazma alışkanlığına son ver..

Hillary’ye de göster gününü..


*****

Erdoğan’ı bankalar mı Başbakan seçti!

Sekiz yıl sonra yine aynı eylem yaşandı..

Sekiz yıl önce yazar kasa fırlatılmıştı.. Dün çifte tabancalı eylemci ile tanıştık..

İki olayda da gerekçe aynı..

Borcunu ödeyememek..

Demek ki ekonomi denen hadise böyle.. Hep bahar olmuyor, bazen sonbahar bazen de kış geliyor.. Hem de dondurucu kış..

Başbakan hamdolsun iyiyiz dedikçe birileri çıkıp valla biz iyi değiliz diyor.. Şakağına tabanca dayıyor..

Bakalım Başbakan bugün de bankalar ayakta ya gerisini boşverin nutku atacak mı?

Başbakan için tek ölçü bankalar.. Gerisi, fasa fiso..

Galiba Erdoğan’ı bankalar Başbakan seçti!
Güngör Mengi

Mantığın emri istifa ama..




Yükseklik göstergesi bozuktu. Kaza pilotların bu arızayı geç fark etmelerinden doğdu!

Amsterdam’da düşen THY uçağı ile ilgili araştırmanın dün açıklanan özet sonucu maalesef bu...

Pilotlar Derneği İkinci Başkanı Ahmet Ezgi açıklamaya “Böyle bir hatayla amatör pilot bile uçmaz.. Çok mantıklı gelmiyor” diye itirazda bulundu.

İtirazı keşke maddi delillere dayanıyor olsaydı ama değildir. Pilotlar Derneği yöneticisi, kazada ölen arkadaşlarına bu kadar basit bir hatayı yakıştıramadığı için öyle konuşmuştur.

Dolayısıyla yaptığı tespit, THY’deki güvenlik zaafiyetinin dehşet verici boyutlarda olduğunun da dolaylı itirafı yerine pekâlâ geçebilir.

Resmi açıklamaya göre uçak Amsterdam semalarına gelip 2000 feet’e iniş izni alana kadar her şey normal gitmiştir. Sonra otomatik pilot devreye girmiş, felâketi getiren senaryo o andan itibaren yürümeye başlamıştır.

Otomatik pilot arızalı aletten aldığı bilgilerle hareket ettiği için uçak erken inişe geçmiş pilotlar durumu fark ettiklerinde geç olmuş kazayı önlemeye zaman kalmamıştır.

Kadrolaşma faciası

Yükseklik ölçen alet, uçağın en önemli ve en bozulmaması gereken aleti midir? Evet..

“Böyle bir hata mantıklı gelmiyor” diyen uzman “Bu hatayı arkadaşlarımız asla yapmaz” mı demek istiyor yoksa “Mantık dışı bir durum maalesef THY’de gerçekleşti” itirafında mı bulunuyor?

Ortada vahim bir görev ihmali, partizanlık kastı ile gerçekleşmiş suiistimal, ölümlere sebebiyet ve ulusal bir markaya ağır zarar verme suçu vardır.

Hollandalı uzman dün kazayı doğuran arızanın daha önce defalarca yaşandığının kayıtlara geçtiğini bildirdi.

THY’deki dinci kadrolaşma, teknik servisle oynayacak çizgiye dayanmış olmasa, şirketin üst yönetimi teknik disipline uymanın kadere ve nazara inanmaktan daha önemli olduğunu bilen insanlardan kurulsa acaba THY uçağı düşer miydi?

Hayır, düşmezdi..

Bakımlı bir uçağın düşmesi neredeyse mümkün değildir artık. Kaza olması için mantığın durması, cahil cesaretinden üreyen mantıksızlıkların başa geçmesi gerekiyor.

Uçak düşüren zihniyet

Ulaştırma Bakanı’ndan başlayarak THY’nin üst yönetimini oluşturan tüm kadronun -istifa etmezler çünkü- hiç gecikmeden açığa alınmalarında büyük yarar vardır.

İlk bulgular, THY ile uçan vatandaşların güvenlikleri için ve THY’nin kendini yenileme çevikliğine sahip modern bir işletme olduğunu göstermek için böyle bir operasyonu zorunlu kılıyor.

Kazalar, bedeli pahalı ödenmiş derslerdir.

Suçu olan yöneticilerin ceza görmeleri adalet için gerekir ama o kazanın öğrettikleri ileride başka felâketlerden bizi korur.

THY’nin şu anda, hesap vermek konumundaki insanların yönetiminde olması mantıklı değildir.

Çünkü onlar kendilerini korumak için gerçeğin karanlıkta kalmasını isteyeceklerdir.

Başbakan dün Bergama’da “İdeolojik siyaset değil, hizmet siyaseti yapıyoruz” diyordu.

Lâf güzel de gerçeği yansıtmıyor.

Hizmet siyaseti yapan bir iktidar olsaydı başımızda, apronda deve kesildiği, haydi bir fırsat daha diyelim, hacdan dönen Genel Müdür’ün terminalde terlikle gezdiği gün bütün THY yönetimi değiştirilirdi!

AKP’nin kodamanları, ne günah işlerlerse işlesinler ilâhi bir emirle gelmişler gibi yerlerinden oynatılamıyorlar.

Böyle hizmet siyaseti olur mu?
Ruhat Mengi

Nuray Bezirgan anlatıyor: Biz örtülüleri kullandılar!



İstanbul’un Fatih ilçesinde seçim çalışması yapan CHP İstanbul Büyükşehir Bel. Bşk. Adayı Kemal Kılıçdaroğlu vatandaşlarla sohbet ederken Ömer Bezirgan isimli bir protestocuyla karşılaşmış.

Elinde “Ey Fatihliler çarşafa tükürenler, örtüye saldıranlar geliyor” yazılı bir pankart taşıyan protestocu için Kılıçdaroğlu:

“Ben görmedim ama bu tür protestoları doğal karşılıyorum. Gerçekten o davranış bir bayana yapılan haksızlıktı. Çarşafının zorla açılması doğru değildir. Birkaç kendini bilmez adam böyle yapıyor sonuçta ortaya bu tablo çıkıyor” demiş.

Çarşafı açılan kadın bir “CHP milletvekili aday adayı” imiş. Belki de milletvekili olamamanın öfkesiyle bu olayı düzenlemiş ve tepki toplayacak davranış ve konuşmalarla böyle bir duruma neden olmuştur, gerçek niyetini bilmiyoruz. Ama düz mantık “normal” şartlarda bir partilinin kılık değiştirerek, provokatif davranışlarla olay çıkarmaya çalışmasını açıklayamaz.

Gürsel Tekin olaydan hemen sonra yaptığı açıklamada: “Seçim otobüsüne binmek isteyen kadının otobüse alındığını, Kemal Kılıçdaroğlu ile konuştuğunu, önce Kılıçdaroğlu’yla beraber kürsüye çıkmak istediğini ve bunun mümkün olmadığının bildirildiğini, otobüs hareket ettikten sonra bir karmaşa yaşandığını, kadının yüzü açılınca birinin ‘A, bu bizim Kıymet abla’ diye bağırdığını, aktif bir partili olan Kıymet Hanım’ın olaydan 3 gün önce AKP’li Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağrıcı ile görüştüğünü” anlatmıştı. Bu görüşmenin ardından böyle bir olayın yaşanmasını anlamlı bulduğunu da söylemişti.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun dürüst ve halka yakın kimliğiyle her kesime, hatta AKP seçmenine bile sempatik geldiği, AKP’nin büyük şehirlerde özellikle İstanbul’da kaybetmemek için her şeyi göze aldığı (millete “AKP’ye oy vermezseniz işiniz yürümeyecek... Yeşil kartlarınızı alırız” benzeri tehditler yağdırdığı) biliniyor.

Olaydan önce çekilen fotoğraflarda “Kıymet Abla”nın Kemal Kılıçdaroğlu’yla karşılıklı konuştuğu, Kılıçdaroğlu’nun sabırla dinlediği görülüyor. Önce kürsüye, sonra otobüs üstüne çıkmakta ısrar edip alışılmadık bir gerginlik yaratınca partililer yüzünü açmışlar.

HUMEYNİ MESELESİ

Hiçbirimiz orada değildik, tam olarak anlamak mümkün değil ama... Malûmunuz, gözlere kadar kapalı (gözleri de gözlüklü) bir çarşafın altında herkes ve her şey, yani bir erkek veya bir suikastcı da olabilir. Çarşaflı bir kadının “Adayla beraber kürsüye çıkacağım” veya “Otobüsün üstüne çıkacağım” ısrarında bulunması çok doğal bir durum mudur?

Her neyse, sonuçta Ömer Bezirgan’a bu pankartı taşıma, İslâmcı (İslâm değil, İslâm’ı istismar eden, siyasete alet eden, dini yönetim isteyen anlayış) ve AKP’ci gazetelere, yazarlara, TV’lere ise CHP’ye toptan saldırma fırsatı doğdu.

İşin enteresan tarafı Ömer Bezirgan’ın “Humeyni’yi Atatürk’ten çok seviyorum” diyen Nuray Canan Bezirgan’ın eşi olması... Geçen Haziran ayında bu sözden sonra onunla ilgili olarak “Neden hepsi İran, Suudi Arabistan dururken eğitim için batıyı seçerler, Amerika’ya veya Kanada’ya giderler” diye yazdığım için Nuray Bezirgan Şubat ayında (biraz geç ama) bana iki ayrı mektup yazdı. İki kez de bu mektuplarla ilgili telefon görüşmesi yaptık.

Nuray Hanım mektup ve telefonda bana “kendisi yüzünden eşinin Belediye’deki işine son verildiğini” anlatıyor. “Bizim örtümüzle iktidara gelenler bizleri düşüncelerimizi ifade ettiğimiz için cezalandırdılar. Eğer ilgilenirseniz olanları size açıklamaya hazırım. Takiyyeci, güya muhafazakar AKP’nin biz örtülüleri nasıl seçim öncesi kullandığını fakat iktidardayken nasıl davrandığını çarpıcı şekilde göz önüne sermek isterim” diyordu.

SUSTURAN BİR DEMOKRASİ!!

Onu TV programıma çağırmadım (bir yazımda da kullanmadım) çünkü “bir partiye zarar vermek için böyle bir fırsatı değerlendirmiş gibi davranmayı” kendime yakıştırmam. Ama çağırsaydım Nuray Bezirgan: “Çeçen lideri Ruslara teslim edecekleri için onun ailesine ve medyaya haber vermesi” ve siyasi konuşmalar yapması nedeniyle eşine “Ya onu sustur veya işinden olacaksın” dendiğini sonra da açığa alındığını, AKP’de demokrasi anlayışının zerresi olmadığını örneklerle anlatacaktı.

Dün onu arayarak “Peki anlattıklarınızdan sonra şimdi eşiniz neden Kılıçdaroğlu’na pankart açıyor, sizin niyetiniz nedir” diye sordum.

“Eşim AKP’ye destek vermiyor, sadece bu çarşaf olayına bireysel tepkisini ortaya koydu” dedi... “Bireysel tepki”ymiş! Çarşaf olayının arkasında da “AKP’li Belediye Başkanı’yla görüşme ve kurgulanmış provokasyon” görüntüsü var.

Seçim öncesi daha neler göreceğiz bakalım!



*****

Padişahlığa dönüş hepinize kutlu olsuun!

Efendim bildiğiniz gibi bir törende AKP’liler “Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayyip Erdoğan” diye pankart açtılar. Ve işe bakın (kısa süre sonra basının ilgisini görünce AKP’yi son anda telaşlandıran) olay aslında bizi pek de şaşırtmadı.

O kadar uzun süredir Başbakan’ın “Padişah Recep Tayyip” olduğunun çoğumuz farkındayız, siz söylüyorsunuz, biz yazıyor ki şaşıramadık bile... Pankartın tek fazlası “1’inci RTE” olduğunun belirtilmesiydi. Demek ki arkadan 2’inci, 3’üncüler de gelebilir.

Osmanlı’da gelmişti, devam ettiğimize göre, Cumhuriyet’i reddetip hâlâ Osmanlı’da olduğumuzu iktidar artık açık seçik ilan da ettiğine göre neden olmasın. Halifelik de geri gelir böylece; halifemiz, padişahımız 1. RTE ve devamıyla mutlu mesut yaşarız.

Her ülke layığını bulur, hak ettiği gibi yönetilir derler, kutlu olsun.

Yasama, yürütme, yargı, medya, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları kuşatıldı. Cumhurbaşkanlığı’nı da ekleyin... Geriye ne kaldı?

Sadece kim konuşuyor; Başbakan, bakanları, valileri vb... Kim kazanıyor, saray zenginliğine kavuşuyor; aileleri, yakınları, yandaşları.

Hukuk var mı; arıyoruz.

Demokrasi var mı; arıyoruz.

Laiklik; dibi oyulmakta, bekliyoruz.

Son dakika haberi geldi

şu anda:

Yüksek Seçim Kurulu “Tunceli Valisi’nin YSK’nın seçimin düzenine ve dürüstlüğüne ilişkin kararlarını uygulamakta gösterdiği duyarsızlığın idari ve disiplin yönünden gereğinin takdir ve ifası isteğiyle İçişleri Bakanlığı’na bildirilmesine” karar vermiş. Yani “Anayasaya aykırı” dediği halde uyarısı Vali tarafından dinlenmediği, inadına dağıtım sürdürüldüğü için son çare İçişleri Bakanlığı’na bildiriyor.

“Takdir” deyince aklıma geldi; Başbakan bu takdiri de yanlış yorumluyor. Aynı konuda hukuk filan dinlememiş “Valimizin bu hassasiyetini takdir ve tebrik ediyorum. Valilerimiz yasaların verdiği yetkiyi aynen kullanırlar” demişti.

Hangi yasa, ne yasası? YSK size yasayı, hatta anayasayı hatırlatıyor duymuyor musunuz? İşte Türkiye’de hukuk bu noktada arkadaşlar!
Ruşen Çakır

Diyarbakır ve Batman'ı AKP mi almalı?




Dün Güneydoğu’da AKP ile DTP arasındaki seçim yarışında hangi noktada olduğumuzu irdelemiş ve “seçimleri kim alır?” sorusunun cevabını aramıştık. Bugünse ağırlıkla bölgede hangi partinin başarılı olmasının “daha hayırlı” olacağını tartışacağız. Aslında bu dahil olmak istemediğim, ama öteden beri sürüp gittiği ve son derece hayati konular etrafında dönüp durduğu için kayıtsız kalamadığım bir tartışma.

Bunu şöyle özetleyebiliriz: Bazıları, seçmenin tercihi ne olursa olsun, başta Diyarbakır olmak üzere bölge belediye başkanlıklarının bir kısmının DTP’nin elinde olmasına (daha fazla) tahammül edemiyor. Hemen hiçbiri bölge insanı, dolayısıyla seçmeni olmayan bu kişilere göre 29 Mart’ta ne yapıp edip DTP’nin kalelerini düşürmek neredeyse bir “milli vazife.” Bu uğurda DTP’li olmayan tüm oyların en güçlü partide, yani bu sefer AKP’de toplanması yolunda bariz bir kampanya yürütüyorlar. Şaşırtıcı bir şekilde, büyük bölümü AKP’ye mesafeli, hatta bazıları düşmanlık ölçüsünde karşıtı olan bu kişiler, tabii kendileri oy kullanamadığı için, medyayı devreye sokmak istiyor, benim gibi Güneydoğu üzerine kalem oynatan az sayıda gazeteci üzerinde bir tür “mahalle baskısı” uyguluyorlar.

Kimlik ve hizmet

Dün de kısaca değindiğim gibi bu stratejinin başarılı olacağına hiç inanmıyorum. Daha fazla ele almaya değmez. Ama bir başka konu var ki onu muhakkak derinlemesine tartışmalıyız: Sahiden Diyarbakır ve diğer DTP’li belediyelerin AKP’ye geçmesi ülkenin hayrına mıdır? AKP’lilerin iddia ettiği gibi, böylesi bir gelişme Kürt sorununun kalıcı ve adil bir şekilde çözümü için elverişli bir zemin hazırlayabilir mi?

Sanmıyorum. Çünkü bölge seçmeninin önemli bir bölümünün DTP’yi tercih etmesinin çok ciddi siyasi ve kültürel gerekçeleri var. Kabaca “kimlik siyaseti” dediğimiz bir çizgi izleyen bu parti bölgede iyice kökleşmiş durumda. AKP’nin “kimlik”in karşısına “hizmet”i çıkarma çabaları, son Batman mitinginde Kürtçe konuşma yarışına giren adaylar göz önüne alınırsa, bir aşamadan sonra tıkanıyor.

Tabii şöyle akıl yürütenler olabilir: “AKP şimdi ’hizmet’diyor ama belediyeleri alırsa ’kimlik’konusunu da gündeme getirip, hatta öne çıkartıp sorunu çözebilir.” Bu yaklaşım da, bugün AKP’nin bölgede başarılı olması için çırpınanların çoğunun Kürt sorununun varlığını dahi inkar ediyor olmaları nedeniyle pek inandırıcı olamıyor. Dolayısıyla “kimlik”ten yana derdi olanların dışlanmasına yol açacağı için DTP’nin belediyelerden süpürülmesine kuşkuyla yaklaşmakta yarar var.

Siyasi temsil

Güneydoğu’da yerel seçimleri tartışırken, DTP’liler için “yerel yönetimler” den ziyade “siyaseten temsil” boyutunun öne çıktığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Eğer TBMM’deki DTP Grubu etkili bir şekilde varlık gösterebilselerdi, belediyelerin siyasi ağırlığı azalabilirdi, fakat olmadı. Peki belediye başkanları “siyasi temsil” misyonunu ne derece yerine getirebildiler? Hayli tartışmalı bir konu. Şahsen Osman Baydemir’in bu noktada bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim.

Batman’da önde gelen bir DTP’li şaka yollu şu uyarıda bulunuyordu: “Belediye bizde olduğu için yeşil sermayenin Batman’da gelişmesine ses çıkarmadık, hatta teşvik ettik. Ama belediyeyi kaybedersek aynı tutumu takınacağımıza garanti veremem.” Kimileri bunu alenen bir tehdit olarak görebilir. Haksız sayılmazlar. Peki gerçekleşebilir mi? Pekala mümkün. Zira belediyelerin DTP’ye oy veren kitlelerin sistemle kurdukları ender bağlar olarak görebiliriz. Bunların da ellerinden gitmesi durumunda kendilerini iyice “sistem dışı” hissedecek olan bu tabanın hassasiyetlerini AKP nasıl ve ne ölçüde giderebilir?
Can Ataklı

Siyasetçi rakibini mahkemeye verir mi?





Yıllardır hep aklıma takılır, siyasetçiler seçim meydanlarında ya da Meclis kürsüsünde konuşurlar, sonra bir bakarsınız rakibi kendisini mahkemeye vermiş.

Rahmetli Turgut Özal yapardı bunu örneğin.

Ancak aklına gelen her anda, rakibini ya da kendisine muhalefet eden birini mahkemeye verme rekoru sanıyorum Tayyip Erdoğan’da.

Yazarından karikatüristine, gazetesinden dergisine pek çok kişi ve kurumu mahkemeye veren Erdoğan, siyasi rakiplerine karşı da bu silahı kullanmaktan çekinmiyor.

İşte en son mahkeme olayı Baykal’la ilgili. CHP lideri seçim meydanlarında Tayyip Erdoğan’ın ‘maganda gibi davrandığını’ söyleyince davayı yedi.

Oysa siyasetçinin bir başka siyasetçiyi mahkemeye vermesini anlamak mümkün değil. “Efendim, işin içinde hakaret varsa sineye mi çekecek?” diyebilirsiniz. Doğru da yine siyasetçilerin hesaplaşma yeri bence mahkeme koridorları değil sandık olmalı.

Tayyip Erdoğan gibi AKP ve yanlılarının da en önemli silahlarından biri mahkemeler. Dikkat edin, AKP’ye yönelik eleştirilerde, suçlamalarda bulunanlar kendilerini mahkeme kapısında buluveriyor.

Erdoğan ve yandaşları ayrıca rakiplerini de bu yola itmeye çalışıyor “Madem öyle mahkemeye koşsanıza” öğütleri veriyor.

Ben bunda bir art niyet olduğunu seziyorum. Çünkü AKP ve ona güç verenlerin asıl sorunu çağdaş demokrasi ve hukuk sistemi. Her ne kadar ağızlarından demokrasi ve hukuku düşürmeseler bile AKP zihniyetinin temelinde bugünkü çağdaş demokrasi ve hukuk yok.

Nitekim güya demokrasi adına yeniden yazılmak istenen Anayasa bugünkü hukuk ve demokrasi sistemini temelinden sarsmayı amaçlıyor. Öyle sanıyorum ki AKP’nin çekirdek zihniyeti, kendisinden olmayanlara “Sizi savunduğunuz sistemin kuralları ile mahkûm ettiririm” politikası uyguluyor.

Bir düşünün bakalım...



*****



Sosyetede Sibel Çarmıklı seferberliği

Siyasette ilke kalmadığı için biliyorsunuz artık herkes her yerden aday olabiliyor. BBP’li bir kişi CHP’nin “umut bağladığı” aday olurken, CHP’de siyaset yapan birini şimdi MHP’de görebilirsiniz.

Yıllarca siyaseti din yoluyla yürütmeye çalışanlara karşı mücadele verenlerin şimdi aday olarak o saflara katılması da şaşırtıcı olmuyor. Örneğin, yıllarca ANAP’ın bayraktarlığını yapan, İstanbul sosyetesinin ünlü isimlerinden Sibel Çarmıklı, AKP adına Beşiktaş Belediye Başkanlığı’na soyundu.

Eğer CHP İl Başkanı Gürsel Tekin asgari nezaket ve görgü kurallarını bilseydi Çarmıklı, aslında CHP adayı olabilirdi. Ama olmadı, o da kızdı gidip AKP’den aday oldu. Şimdi de harıl harıl seçimi kazanmak için çalışıyor. Geçenlerde yanına Avrupa Birliği Başmüzakerecimiz Egemen Bağış’ın arkasına geçip Beşiktaş pazarını gezmeye başlamıştı. Bağış, Ahmet Necdet Sezer’den “adamın biri” diye söz edince kendisini dinleyen balıkçı “Adamın biri dediğiniz Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer” diyerek aslında bir ders vermişti.

Tabii iktidar gücünün her yerde geçtiğini sanınca böyle potlar kırılıyor. Normalde aynı tepkiyi göstereceğini sandığım Sibel Çarmıklı ise “çaresiz” gülümseyip yürümekle yetindi.

Sibel Çarmıklı Beşiktaş’ta, Etiler’de, Levent’te çok tanınan bir isim. İstanbul sosyetesinin bilinen kişilerinden. Tabii ki AKP’li kimliği ile değil. Gözlediğim kadarıyla Beşiktaş’ta Çarmıklı’ya kızan ve hatta kendisini ayıplayan pek çok kişi var.

Buna karşın bir grup sosyetik ismin Çarmıklı’ya seçim kazandırmak için kolları sıvadığını da öğrendim.

Sosyetenin önemli bazı kadınları tüm tanıdıklarını arayarak “Sibel (Çarmıklı) için çalışıyoruz, sen de bize katıl” diyorlarmış.

“Ama Sibel de (Çarmıklı) çok ayıp etti, ne işi var AKP’de” diye tepki gösterenlere sosyetik kadınların cevabı çok net oluyormuş. Diyorlarmış ki “Canım ne alakası var. Sibel (Çarmıklı) AKP’li değil ki, üstelik ne kadar karşı olduğunu biliyorsun. CHP’ye kızdığı için buradan aday oldu. Ama sonuçta kazanan AKP olmayacak, biz kazanacağız. Birlikte Beşiktaş’ta çok güzel işler yapacağız.”

İşte böyle. AKP’liliği eğreti olanlar da bu tür söylemle “zevahiri kurtarmaya” çalışıyor. (Zevahiri kurtarmak: Bir işi yapar görünmek, bu yolla eleştiriden kaçmak)


*****



‘İncil de var’

Çok yakın bir dostum anlattı, inanmamam mümkün değil. Olay şu: İstanbul Kurtuluş’ta yalnız başına oturan bir kadının kapısı çalınıyor. Kadın kapıdaki göz deliğinden bakıyor, iki türbanlı, bir çarşaflı kadın... Bunun üzerine kapının zincirini takıp açıyor.

Kadınlar “Biz Ak Parti’den geliyoruz, biraz konuşabilir miyiz, içeri girmemize gerek yok” diyor. Bunun üzerine kadın kapıyı açıyor, kapıya gelen üç kadın da merdivenlere oturuyor. Daha sonra anlatıyorlar ki AKP’nin Şişli Belediye Başkan adayına oy istiyorlar. Sonra da “Eğer oy verirseniz size bazı hediyelerimiz de olacak” diyorlar. Ardından da küçük bir torba çıkarıyorlar, içinde kadınlar için birkaç hediye ile bir çeyrek altın. Kadınlar “Bu hediyeleri veririz ama siz de oyunuzu Ak Parti’ye vereceğinize dair yemin edeceksiniz” diyerek bir Kuran’ı Kerim çıkarıyorlar.

Ev sahibi bunun üzerine “Ama ben Hristiyanım” deyince kadınlardan biri çantasından hemen bir İncil çıkarıyor ve “O zaman bunun üzerine yemin edin” diyor. Kadın reddedip kapıyı kapatıyor. Arkadaşım bana bunu anlattıktan sonra “Acaba kadın Yahudi olduğunu söyleseydi yanlarında Tevrat da var mıydı?” diye sormaktan kendisini alamadı.


*****



Senfoni’de bu hafta

İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın bu cuma konseri yine saat 19.30’da Caddebostan Kültür Merkezi’nde verilecek. Jurgen Hempel’in yönetimindeki orkestra Willam Walton’un Viyola Konçertosunu ve Dimitri Şostakoviç’in 8. Senfonisi’ni seslendirecek. Programın solisti Viyola sanatçısı Paul Silverthorne.


*****


Üçüz

İki kadın üçüz doğuran arkadaşları hakkında konuşuyorlarmış. “Biliyor musun?” demiş birisi, “Bu olay 12 binde bir olurmuş.” Diğeri

“Hadi ya” demiş “Nasıl vakit bulup ev işi falan yapıyordu ki?”

(Yıldırım Tuna)



*****


Kocanız evde mi?

Pazarlamacı çiftliğin birine gidip kapıyı çalmış. Kapıyı açan evin hanımına “Kocanız evde mi bayan? Onun ilgisini çekecek bir şey göstermek istiyorum” diye sormuş. “Ahırda...” demiş kadın, “Tek başına ineklerin arasında...”

- Kolay bulabilir miyim?

- Tabii, hasır şapkalı ve bıyıklı!..

(Yıldırım Tuna)
[COLOR="red"]Mustafa Mutlu

Merhametsiz padişah!





Bazı liseli öğrenciler geçen yıl Bursa’da düzenledikleri Öğrenci Seçme Sınavı’nı protesto eyleminde işi biraz abartmışlar ve “Ampul Tayyip” diye slogan atmışlar...

Padişahımız efendimiz de hemen bu gençler hakkında suç duyurusunda bulunmuş. Dün sona eren yargılamada 4 genç 11 ay 20’şer günlük hapis cezasına çarptırılmış...



***


Eyyy haşmetlü padişahım! (Ben demiyorum, AKP’liler diyor. Başbakan’ın avukatları bu söz için de dava açacaksa, önce kendi partililerine açsınlar.)

Onaylamıyorum ama çocuklar protestolarının içine biraz da mizah katmışlar...

Neden görmezden gelip, büyüklüğünü göstermiyorsun?

Her fırsatta övündüğün demokratlığını o çocuklardan neden esirgiyorsun?

Madem saltanatın resmen ilan edildi; o zaman aç, Şeyh Edebâli’nin Osman Gazi’ye nasihatini, bir kez daha oku:

“Ey oğul, beysin...

Bundan böyle öfke bize; gönül almak sana...

Suçlamak bize; katlanmak sana...

Acizlik bize; hoş görmek sana...

Kem göz, şom ağız bize; bağışlamak sana...

Üşengeçlik, tembellik bize; gayretlendirmek sana...

Bölmek bize; bütünlemek sana...

Çatışma, geçimsizlik, anlaşmazlık bize; adalet sana düşer...”


***


Ama sen bu sözlerin tam tersini yapıyorsun Padişahım!

Öfkeleniyorsun, suçluyorsun, en basit sorunları bile büyütüp içinden çıkılmaz hale getiriyorsun. Herkesle kavga ediyor, önüne gelene laf sokuşturuyorsun.

Birleştireceğine, bütünleştireceğine bölüp paramparça ediyorsun!

Çatışıyorsun, yağcıların dışında kimseyle geçinemiyorsun, anlaşamıyorsun.

Katlanmak, bağışlamak, hoş görmek, bütünleştirmek de hep bize kalıyor...

İyi de padişah sen misin, yoksa biz mi Padişahım?


***


O dört çocuğa hoşgörü gösteremedin, katlanamadın, affedemedin; yakalarına yapışıp onları mahkûm ettirdin...

Bu sloganı ilk kez atanlar da onlar değildi üstelik...

Cumhuriyet mitinglerinde yaşlı-genç, kadın-erkek yüz binlerce insan hoplaya zıplaya, “Çimlere basma Tayyip, çimleri eziyorsun... Kusura bakma Tayyip, ampule benziyorsun” diye şarkılar söylemedi mi?

O zaman neden sesin soluğun çıkmadı?

Onları niye tek tek dava etmedin?

Yoksa çocuk olmadıklarını görüp, korktun mu?


*****


ŞEYH!

Çevresinin “şeyh” diye hitap ettiği sakallı, sarıklı, cüppeli bir adam, Manisa’da restore edilen Yakup Ağa Sübyan Mektebi’nin açılışında protokol sırasına oturmuş. Yanında da Vali Celalettin Güvenç ve Bülent Arınç varmış!

Fotoğrafı çekilince, cüppesiyle yüzünü kapatmış...


***


Adam yaptığı yanlışın farkında, gizlenmeye çalışıyor...

Arınç’tan vazgeçtik ama devletin valisi, bu tablodan rahatsızlık bile duymuyor!

Onlarca, yüzlerce, binlerce kez pes!


*****


GÜNÜN SORUSU


Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan sabıkalı AKP, (ANKA’nın haberine göre) nihayet cami avlusuna da seçim bürosu kurmuş...

Sorum Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na: Tek başına bu

bile, yeni bir dava açmanızı gerektirecek önemde değil mi?



*****



İlaca giden milyarlarca lira!


Dün Ankara’daydım. Türkiye İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası’nın düzenlediği “Eşdeğer İlaçların Pazara Girişindeki Engeller” konulu toplantıya katıldım.

İlacı bulan firma patentini de alıyor ve uzunca bir süre o ilacı sadece o firma üretebiliyor. Buna “referans ilaç” deniliyor...

Patent süresinin dolmasından sonra ise, aynı etken maddeyle, aynı işlevi gören başka ilaçlar da üretilebiliyor... O ilaçlar da “eşdeğer ilaç” olarak adlandırılıyor. Eşdeğer ilacın pazar payı, Avrupa Birliği başta olmak üzere tüm dünyada hızla artıyor.

Çünkü hem aynı işi görüyor, hem de fiyatı çok daha ucuz.

Türkiye’de ise patenti elinde bulunduran dünya devleri, yasaları kullanarak eşdeğer ilaçların üretimini engellemeye çalışıyor. Buna rağmen, şimdiden sağlanan tasarruf 885 milyon lira...

İlaç İşverenleri Sendikası Başkanı Nezih Barut toplantıda yaptığı konuşmada bu baskının önüne geçilmesi ve eşdeğer ilaç üretiminin ve kullanımının artması için devleti önlem almaya, doktorları ve vatandaşları da eşdeğer kullanmaya davet etti.

Türkiye’de ilaca ödenen paranın böylece milyarlarca lira azaltılabileceğini söyledi...


***


Amaaan canım; önemli mi? Nasıl olsa Diyarbakır’dan petrol fışkırıyor...

İlaca üç-beş kuruş fazla ödenmiş; ne fark eder?

Öyle değil mi Sayın Padişahım?