Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Halkı kapatmak sizin göreviniz!



[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Çoğunluk olmak, haklı olmak değildir.

Galileo, “Dünya dönüyor!” dediğinde azınlık bile değil, yalnızdı. Çoğunluktan fazlasını, herkesi buldu karşısında.

Ama Galileo’nun mumyalanmış işaret parmağı, yanılan çoğunluğa doğru yönü gösterdiği anlaşıldığından bu yana, Floransa Bilim Tarihi Akademisi’nde, gökbilim aletlerinin yanında “aziz kalıtı ” gibi sergilenir hâlâ.

Ne ilginçtir ki, Galileo’nun cesedinden sadece yıldızları gösteren işaret parmağı alınmamıştır “kutsal emanet” olarak. Mumyalanmış omurgası, Podova’daki Bo Üniversitesi’nin hazinesidir.

Haydi, işaret parmağını anladık.

Ama niye istisnai beynini taşıyan kafatasını değil de, omurgasını sakladılar Galileo’nun, dört yüzyıldan beri?

Çoğunluğa karşı yalnız ve cesur, dik durduğu ve Engizisyon mahkemesi kırana kadar, belini bükmediği için mi?

Kuşkusuz.

***

Almanya’da Hitler yandaşları da muazzam bir çoğunluktu. Zaten Nazi Parti’yi seçimle iktidara taşıdılar. SSCB’de Stalin yandaşları da epeyce çoğunluktu. İspanya’da Frankistler de 40 yıl çoğunluğa mıhlandılar. İran’daki seçimlere bakılırsa, Ahmedinecad’çılar da çoğunluk. Taliban da çoğunluktu, yeniden çoğunluk olmaya aday Afganistan’da. Sonracığıma, yakın zamanda ırkçı Haider çoğunluktu Avusturya’da, ta ki AB “bu çoğunlukla demokrasi olmaz” deyip, Avusturya’nın üyeliğini dondurana kadar.

***

Çoğunluğun seçtiği tüm iktidarlar insanlığa yararlı doğruları mı savunuyor, toplumlarını özgürlüğe mi taşıdılar, taşıyorlar?

Oysa ülkelerini aydınlığa ve uygarlığa kavuşturan, mutlu çoğunluklar da var.

Demokrasi, seçimlerden ibaret olsaydı bütün çoğunlukların uygarlığa, özgürlüğe yelken açması gerekmez miydi?

Niçin ilk örneklerdeki İran’a, Pakistan’a vb. seçimle faşizm geliyor da, Batı ülkelerine hep özgürlük, hep demokrasi getiriyor seçimler?

Çünkü çoğunluk kendi içinde, birikiminde ve zihninde demokratsa, evet, demokrasi getiriyor seçimler.

Bağnaz, cahil ve güdükse, seçimler de demokrasi diye güdüklüğü, cehaleti, arsızlığı ve devamı, şımarıklığı taşıyor iktidara.

Batı demokrasilerinde, 24 kez parti kapanmaz. Çünkü 24 partinin 17’si teknik hatalı, 7’si rejim yıkmak için kurulmaz...

Kazara kurulur ve Avusturya’da Haider gibileri demokratik yollardan iktidar olursa, AB ambargo koyar, Avusturya çoğunluğu anlar ve bir daha o partiyi iktidar yapmaz!

***

Türkiye bir karar vermeli: Nasıl bir demokrasi istiyoruz?

Demokrasiyi seçimden ibaret sayan bir çoğunluğun, şımarık “ben yaparım olur” cuntasını mı, yoksa denetime açık, kuvvetler ayrılığına ve yargının üstünlüğüne saygılı bir iktidar anlayışı mı?

Türkiye’de 25. kez bir siyasal partinin kapatılmasını kimse istemez. Ama ister çoğunluk iktidarı olsun, ister azınlık muhalefeti, bir partinin de 25. kez rejimi yıkmak suçlamasıyla kapatılacak hale gelmemesi gerekir!

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Türkiye’nin hukuku bu, diyor.

Parti kapatma yasası ortada. 2002 yılından beri ne yaptı AKP iktidarı, yasayı değiştirmek için? Hiç. Peki yeni Anayasa taslağında öngörülmüş müydü parti kapattıran yasanın iptali? Hayır, 38. Madde olduğu gibi korunmuş, öylece duruyor.

Sonra bu Anayasa taslağının mimarı Ergun Özbudun çıkıp, kendisinin kaldırmayı bile düşünmediği maddeye dayanarak açılan AKP’yi kapatma davasına dair: “Halkı kapatın, daha sağlam!” diyebiliyor.

Ben de kendisine diyorum ki, “Halkı kapatmak sizin uzmanlık alanınız, kadınlardan başladınız!”

Kimi ekonomik kriz, kimi AKP’nin ekmeğine yağ sürer gerekçesiyle, ben de katılıyorum, bu davanın zamanlaması talihsiz...

Ama “Şimdi sırası değil!” diye diye, demokratik hukuk devletinin üstünlüğünü kalpazanlığa karşı savunmaya ne zaman sıra gelecek?

***

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, elbette Galileo değil. Ama uzak da değil. Türkiye’nin çağdaşlık doğrusunu savunuyor.

Omurgalarını iktidara dayayıp, sırtlarını ‘orta çağdaş’larına okşatmak için bel büken demokrasi kalpazanları ise pek cesur sayılmaz. Çoğunluğun önüne düşüp bir yargıç linç etmek için cesaret gerekmiyor, çünkü.

Ama tarih de zaten kalpazan omurgasıyla yazılmaz!

Mine Kırıkkanat- gazetevatan.com
Sayın Okay Kartal’ın sorularına cevaplar
Cevaplayan: Kemal Burkay

Kürdistan Türkiye Değil!

]Sayın Okay Kartal mektubunda şöyle diyor:

Lütfen merakımı mazur görün, siz Kürtler gerçekten ne yapmak istiyorsunuz, Türkiye’yi bölmek mi? Eğer niyetiniz bölmek ise nereden başlayarak bölmek istiyorsunuz?

Yoksa niyetiniz anayasayı tamamen değiştirmek mi?

Veya herhangi bir sepep mi var, dış güçler istediği için mesela?..

Ama Türkiye’de yaşayan sağduyulu ve burjuva Kürtlerin, bahsettiklerinizle ilgili bir sorunu kesin yok.

Ben Müslüman bir Türk olarak son sözlerimi yazayım: gittiğiniz yol çıkmaz sokaktır.

Eğer e-postama cevap verirseniz çok sevinirim...

Sayın Kartal,

]Sorularınız aslında soru değil, önyargılarınızı sıralamış, hak ve özgürlük isteyen Kürtleri suçlamışsınız. Zaten, bizden cevap istemenize rağmen, dinlemeye pek niyetiniz de yok; kararınızı vermiş, „son sözünüzü“ söylemişsiniz: „Gittiğiniz yol çıkmaz sokaktır!“

Buna rağmen sorularınıza cevap vereceğiz. Böylece hiç değilse bazı gerçekleri bazı çevrelere yeniden hatırlatmış oluruz.


]Kürtler ne istiyor?


Kürtlerin ne istediğini bilmek zor değildir. Sizin de pekala bunu bildiğinizden eminim.. Çünkü biz Kürtler ne istediğimizi yıllardır söyleyip yazmaktayız. Bu ülkede yaşayıp da bunu bilmemek için dünyadan pek habersiz biri olmak gerekir. Sizin ise böyle birisi olmadığınız mektubunuzdaki şu birkaç satırdan ve sitemizi izlemiş olmanızdan pekala anlaşılıyor. Buna rağmen, sorunuzu gerçekten iyi niyetle ya da „merak“ nedeniyle sorduğunuzu varsayalım ve kısaca cevaplayalım: Biz hak ve özgürlük istiyoruz.

Her onurlu, özgür insan ve halk gibi dilimizi ve kültürümüzü özgürce kullanmak, geliştirmek istiyoruz. Her onurlu ve özgür halk gibi kendi anadilimizle eğitim görmek, dilimizi hem özel hem de kamu yaşamında, sosyal ve siyasal her alanda, basın-yayında özgürce kullanmak istiyoruz.

Her özgür insan ve halk gibi, yöneticilerimizi kendimiz seçmek istiyoruz. Kendi durumumuz ve geleceğimizle ilgili olarak kendimiz karar vermek istiyoruz.

Her özgür halk gibi kendi ülkemizin yeraltı ve yerüstü kaynaklarından kendimiz yararlanmak istiyoruz. Ülkemizi geliştirmek, çağdaş, demokratik bir yaşam kurmak istiyoruz.

Bu özgürlük ve demokrasidir. Yukarda saydıklarım Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin ve diğer ilgili uluslararası sözleşmelerin insanlara ve halklara tanıdığı, doğuştan gelen, temel, vazgeçilmez hak ve özgürlüklerdir.

Oysa şu anda Türkiye sınırları içinde yaşayan 20 milyonu aşkın Kürt (bunların çoğu, yaklaşık 13-14 milyonu aslında kendi ülkesinde, Kuzey Kürdistan’da yaşıyor) bu hakların hiçbirine sahip değil. Türk devleti bize vere vere, dilenciye sadaka verir gibi, haftada yarım saat televizyon yayını ile birkaç özel kurs layık gördü, o da binbir kayıt ve şarta bağlanmış olarak... Bu bizimle ve dünyayla alay etmektir. Dilimiz yine kamu alanında ve siyasal alanda yasak. Kürtçe radyo ve televizyon yine yasak. Kürtçe eğitim yine yasak. Bize gerekli olan, hakkımız olan, kısıtsız, tam gün radyo ve televizyon yayınıdır, ilkokuldan üniversiteye kadar kendi anadilimizle eğitimdir. Çağımızda, anadil eğitimi bir yana, yabancı dil eğitimi bile normal okullarda veriliyor.

Bu ülkede, artık lafta Kürt var dense de kimliğimiz yine yasak. Ülke nüfusunun ve yüzölçümünün üçte birini oluşturduğumuz halde (20 milyonu aşkın nüfus ve yirmiyi aşkın il) kimliğimiz anayasada tanınmıyor. Dilimiz resmi dil değil. Hiçbir ulusal, hatta yerel kurumda, parlamentoda, hükümette, yönetim aygıtında ve yargıda Kürtler kendi kimlikleriyle temsil edilmiyor.

Bizi özgürlükten yoksun bırakan, Türkiye’yi dünden bugüne yönetenlerdir, TC’dir. Bu rejim kaynaklarımıza da el koymuştur. Petrolümüzü ve öteki yeraltı yerüstü ürünlerimizi talan edip götürmüştür ve bu durum günümüzde de devam ediyor. Özgürlük istediğimiz zaman da bize „vatanı ve milleti bölmek istiyorlar“ deyip dünyanın zulmünü uygulamıştır, birçok kez etnik arındırma ve soykırım yapmıştır.

Bu, bağımlılık ilişkisinden de öte, bir sömürgeci-sömürge, ya da köle-efendi ilişkisidir.

Bu yüzden yoksul kaldık, bilgisiz kaldık, başka halklardan geri kaldık.

]Kürdistan Türkiye değil


Bakın siz de ]„Türkiye’yi bölmek mi istiyorsunuz“ diye soruyorsunuz. Siz de o kanıdasınız.

O zaman biz de soralım: Türkiye neresidir? Zorla, güçle elinizin altında tuttuğunuz tüm topraklar mı, yoksa Türklerin yaşadığı, nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları toprak parçası mı?

Unutmayın ki bir dönem Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, tüm balkanlar; Irak-Suriye, Mısır, Yemen, Cezayir dahil, tüm Arabistan; hatta Malta adası ve Kırım da Osmanlı mülkü idi. Ama oralar Türkiye değildi. Kürdistan da değil.

Kürtlerin de, Türkler daha İran, Azerbaycan ve Anadolu’ya gelmeden binlerce yıl önceden beri üzerinde yaşadıkları bir ülkeleri var: Kürdistan. Eski Araplar, buraya Kürdistan diyorlardı, eski Yunanlılar ve Romalılar da. Selçuklular da buraya Kürdistan diyorlardı, Osmanlılar da. 1920’de toplanan ilk TBMM’de de buranın adı Kürdistan’dı. Ama aynı tarihte, yani 1920‘lere gelinceye kadar dünyada „Türkiye“ diye bir ülke yoktu. Bu isimde bir ülke ve bir devlet, ancak 29 Ekim 1923‘te ilan edilen „Türkiye Cumhuriyeti“ ile ortaya çıktı. (Türkistan diye bir yer vardı elbet; ama Anadolu‘da değil, Orta Asya‘da...)

O tarihten beri de, TC‘yi yönetenler, Anadolu ve Trakya‘yı Türkiye yapmak, bin bir halktan, soydan (Arnavuttan, Bulgardan, Rumdan, Ermeniden, Arap‘tan, Lazdan Çerkezden...) bir Türk ulusu yaratmak, Kürdistanı ve kökleri binlerce yıla giden Kürt halkını ise yok etmek için akla karayı seçtiler. Ama başaramadılar. Bundan sonrası ise bu türden çabalar tümden beyhudedir.

Kürdistan Fransa, ya da Almanya büyüklüğünde ve burada 40 milyonluk bir nüfus yaşıyor. Halkının ezici çoğunluğu, yüzde 90’ı Kürt. Burası, şu anda Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında bölünmüş durumda.

]Biz kimsenin ülkesini parçalamayı düşünmüyoruz
Aksine, ülkesi parçalanan biziz


Sayın Kartal, „Müslüman bir Türk olarak“ Müslüman olan ve olmayan Kürtlerin de bir ülkesi olduğunu hiç düşünmediniz mi? Kürtlerin Türklerden, Farslardan, Araplardan ayrı bir halk, bir ulus olduğunu hiç düşünmediniz mi?..

Biz ne Türkiye’yi ne de başka bir ülkeyi bölmek istemiyoruz, böyle bir düşüncemiz yok. Aksine, bizim ülkemiz dört devlet arasında bölünmüş ve en büyük parçasına da Türk devleti el koymuştur. Biz ülke parçalayan değiliz, ülkesi parçalananız. Ülke parçalayan bir suçlu arıyorsan adresi başkadır.. Biz Kürtlerin çabası ve isteği ise kendi ülkemizde özgür yaşamaktır, o kadar. Buna hakkımız yok mu?

Dünyada nüfusu 3-5 milyonun altında olan pek çok devlet var. 40 milyon ya da 20 milyon Kürt bir devlet kuramaz mı?..

Eğer Türk devleti ve ötekiler Kürtlere eşitlik temelinde hak ve özgürlük tanısalar Türk halkıyla, Arap ya da Fars haklarıyla da birlikte de yaşıyabiliriz. Bunun biçimi federasyon veya konfederasyondur. Dünyada bunun çok örnekleri var: İşte Kanada, işte Belçika, İsviçre, Rusya Federasyonu; hatta Amerika ve Almanya... Avrupa bile, daha şimdiden, 25 ülkeyle bir konfederasyona dönüşüyor ve Türkiye de orada yer almaya can atıyor...

150 bin Kıbrıs’lı Türk’ün hakkı olan şey, Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de yaşayan 20 milyon Kürdün olamaz mı?..

Nitekim, bakın 5-6 milyon dolayındaki Irak Kürtleri, Arap halkıyla bir federasyon üzerinde anlaştılar. İşte barışçı ve uygar çözüm. Sorun çözecek tavır budur. Bununla Irak bölünmüş olmadı.. Kimsenin Irak için kalb ağrısı çekmesine gerek yok!

]Türk Anayasalarını çöpe atan
Ya da yaz-boz tahtası yapan kim?

Anayasa meselesine gelince.. Türk Anayasası başından bu yana birkaç kez temelinden değişti. Bunu en çok da cuntalar yaptılar. Mevcut anayasayı çöpe atıp keyiflerince yenisini yaptılar. 1982 Anayasası da, hukukçuların tabiriyle, anayasa olmaktan çok „bir polis tüzüğü“. Birkaç kez birçok maddesi değişti, ama yine de bir şeye benzemedi.

Anayasalar kutsal kitap değil, zamanla ihtiyaca göre değişmeleri doğaldır. Ama bunu generaller ve uzatmalı çavuşlar değil, halk oyuyla seçilmiş parlamentolar yapmalı. Bizim de anayasa değişikliği istememiz doğal. Sözde de olsa yurttaş değil miyiz?.

Biz Kürtler de, lafta değil, gerçekte demokrat olan az sayıdaki Türk dostlarımız gibi, bu polis tüzüğüyle oynamayı, onu yamayıp durmayı bir yana bırakıp, yeni ve demokratik bir anayasa yapılmasını istiyoruz. Yeni anayasada Kürt kimliğinin ve Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin tanınmasını istiyoruz. Irak’ta yapılan geçici anayasaya benzer biçimde.




]Adil ve vicdanlı olmak...

Kürtlerin hak ve özgürlük istemesi ve bu mücadele neden „çıkmaz sokak“ olsun? Siz bizim yerimizde olsanız bunları istemez miydiniz? Hatta, bizim yerimizde olmanıza gerek de yok, adil ve vicdanlı biri olmanız yeter...

]Yoksa, „Müslüman bir Türk“ün adil ve vicdanlı olması sakıncalı mıdır? Bu, Türk halkının geleneğine veya çıkarlarına ters mi düşer?
Bizce bir halk için adil ve vicdanlı olmak en büyük değerlerden biridir. Kendisinin sahip olduğu, kendisi için istediği hak ve özgürlükleri başkası için de –o ister Türk ve Müslüman olsun, ister olmasın- istemek güzel bir şeydir. Halklar ancak böylece birbirlerine güven duyar, birbirlerini sever ve gönüllü olarak birarada yaşarlar. Ötekisi ise baskı, güvensizlik ve kavgadır; her iki tarafa da büyük zarar verir, kaynakları iç boğuşmada tüketir ve gelişmeyi önler.

Eğer istediğiniz birlikse, yolu bu.

Lütfen siz ve sizin gibi düşünenler de yazdıklarımı önyargılarınıza kapılmadan, akıl ve mantık süzgecinden geçirerek okuyun ve üzerinde düşünün. Bunu yaparsanız sevinirim!

Kemal Burkay
Durmak yok, yola devam!

Bu özlü ve güzel sözün muhatabının kim olduğu anlaşıldı ya! Artık geceleri gözümüze uyku girebilir. Bugüne dek merak edip duruyorduk. Hangi yola nasıl devam edelim?

Niye durmadan gidelim?
Gitmesek ne olur?
Yolun ucunda bizi ne bekliyor?
Yolun ucu görünüyor mu?

Meğer durmaması gereken kadınlarmış, meğer muhatap kadınlarmış.

Hay Allah nasılda anlayamamışız.

Efendim konu şu! Hani yılda bir kez akla gelen ve caf caflı sözlerle kutlanan 8 Mart’lar var ya? Başbakan bu yıl yapılan törenlerde kadın kısmına nasıl baktığını, onları ne gözle gördüğünü, onlara ne gibi bir işlev yüklediğini açıkladı.

Örnek mi? Siz sabredin ben sıralayayım.
Hem başbakan hem de dertli bir kardeşimiz olan Tayyip Bey’e göre bizim kökümüzü kurutmak isteyenlere zinhar izin vermeyeceğiz bir!

Her aile en az üç çocuk yapacak iki!

Zaten çocuklar kendi bereketleriyle geldiği için ailelere ek bir yük oluşturmuyor üç!

Bereketlerini kendileriyle getirmeseler bile dert değil, nasılsa bereketli düğünlerle evlenecekler dört.

O da olmazsa nüfuzlu dostlara, giyim tüccarı amcalarla ve zengin dünürlerle iş çözümlenir beş.

Biz bu öneriye en büyük tepkinin batıda olduğu gibi Sağlık Bakanından geleceğini beklerken altı çocuklu doktor bakan başbakanı desteklemesin mi?

25 bakandan oluşan kabinenin toplam çocuk sayısının 63 olduğu açıklanmasın mı?

Kişi başına düşen ulusal gelir bir gecede 1750 dolar artmasın mı?

Nüfusumuz bir günde iki milyon azalmasın mı?

Tam bunları alışmaya çalışırken Başbakandan gelen üç çocuk teklifi bizi kadınlara yönelik şeref tablosuna götürdü!

Türkiye’de 100 erkek işe girerken, 157 kadın eve kapanıyor.

İspanya’da her 100 erkeğe karşılık 283 kadın işe başlıyor.

Ülkemizde hayat kadınlığı yaşı 12’ye inmiş bulunuyor.

Ülkemiz 72 yıl önce kadınların parlamentoda temsil oranıyla dünya ikincisi iken bugün 167 ülke arasında 163. sırada yer alıyor.

Son bir yıl içinde 237 bin kadın iş gücü piyasasından evine çekiliyor.

73 yılda parlamentoya 8294 erek milletvekiline karşın 186 kadın milletvekili girmiş bulunuyor.
Okur yazar olmayan 7.5 milyonun 6 milyonunu kadın ve kız çocukları oluşturuyor.

Dertli kardeşimiz olarak bizlere üç çocuk daha doğurun diye öğüt veren sevgili başbakanımıza bizde haddimizi aşarak şu öğüdü veriyoruz.

Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi?

Neşe Doster
gercekgundem.com
]Peki, ne olacak?..

İktidara yüksek oy oranıyla gelmiş olan parti, Cumhuriyetin sonunu getirecek her türlü eylemi sergileyecek, ülkeyi karanlığa sürükleyecek her kararın altına imza atacak, insanları "biz-onlar" diye ayıracak, minnacık çocukların bile sıkmabaşa girmesini teşvik edecek, tümüyle dinci sivil diktaya yönelecek... Demokrasi adına tüm bu kepazeliklere ses çıkarılmayacak, "Yüksek oy aldı, üstelik iktidarda, ses çıkarmak ayıptır" denilecek...

- Öyle mi?!..

Ama yürekli bir cumhuriyet savcısı, anayasadan aldığı güç ve yetkiyle, tarihte benzeri defalarca görülmüş, nereye ulaşacağı açıkça ortada olan bu karanlık gidişe "dur" demek için ortaya çıkınca "faşist" olacak, "bozguncu" olacak...

- Öyle mi?!..

***

Ne kadar ayıpmış, çağdaş ülkelerde, Avrupa Birliği'nde böyle şeyler hiç olmazmış, buna düpedüz faşizm denirmiş...

O zaman, İspanya Afrika'da yer alıyor!.. Daha geçen yıl, ayrılıkçı ETA terör örgütünün uzantısı olarak kabul edilen Batasuna Partisi kapatılıp yöneticileri hapse tıkılmadı mı?.. Bu durumda İspanya faşist!..

Le Pen' in çanına ot tıkamak için elinden geleni esirgemeyen, Korsika'ya özerklik bile tanımayan Fransa da faşist... Avusturya'da Haider' in yüzde 27 oyla iktidara ortak olmasını açıkça zor kullanarak, AB'den atmakla tehdit ederek engelleyen "demokratik" AB ülkeleri de faşist... Türkiye'yi eleştirmediği için Türk asıllı yurttaşının milletvekilliğini engelleyen Hollanda da faşist..

Nazilerin yuvalandığı partiyi kapatmak için her yolu deneyen, anayasasında faşist parti kurulmasını yasaklayan Almanya zaten faşist... Daha geçenlerde "Yabancılar dışarı" diyen ırkçı partiyi kapatan Belçika haydi haydi faşist!..

- Öyle mi?!..

***

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın dava açmasının üzerinden neredeyse bir hafta geçti...

O günden bugüne, iktidara iliştirilmiş dinci ve işbirlikçi medyayı dikkatle takip ettim; sonuç içler acısı!.. Savcıyı hiç utanıp sıkılmadan Ergenekon çetesiyle ilişkilendirme gayretlerinin ve hakaret etmenin dışında zekâ pırıltısı gösteren, bir tane köşe yazısı, bir tek televizyon programı göremedim, ne yazık...

Birkaç gün yalpaladıktan sonra iktidarın zirvesinden gelen talimatla ve de koro halinde söyledikleri " Ergenekon şarkısı " dışında bir tek argüman bulunamaz mı, ama yok işte!.. Daha iddianamesi bile yazılmamış, davası açılmamış, sanık diye içeri aldıkları kişiler neredeyse 8 aydır hâkim karşısına çıkarılamamış "Ergenekon çetesi" çökertilmiş de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı daha ileri gidilemesin diye kapatma davası açmış, ayıptır ayıp!.. Hele Zaman gazetesinden kovulup Yeni Şafak gazetesine kondurulan Tamer Korkmaz isimli "yazar" iyice kendini kaybetmiş, "Başsavcımız, çoktan kanıtlanmış Danıştay-Ergenekon bağlantısının üzerini örtmeye çabalıyor olmasın" diyebiliyor... AKP'nin yayın organı Star gazetesinin genel yayın yönetmeni Mustafa Karaalioğlu , savcının iddianamesini kastederek " toplumun tamamına yakını, dosyada zikredilen suçların herhangi birini işlemeye hazırdır; zaten gündelik hayatında işlemektedir de... " diye yazabiliyor.

Kısa bir süre önce Tayyip Bey 'le araları bozulur gibi olan işbirlikçi kalemler ise ayrı bir âlem; dinci arkadaşlarıyla aynı plağı döndürürken fırsatı kaçırmayıp iktidara barış çubuğu uzatmaktan da geri kalmıyorlar!.. Cengiz Çandar çubuğun adını bile koyuyor:

- İttifaklar siyaseti!..

Gerçekten fiyakalı bir sıfat! Mesaj ise çok açık: "Bak bizimle aranı bozdun, başına neler geldi. Yine beraber yürüyelim biz bu yollarda, menfaatına olur!.."

Gerçekten iyi pazarlık! Bu arkadaşlar, bu işleri gerçekten iyi kotarıyorlar, hayran kalmamak elde değil!..

Aslına bakarsanız bu dava pek hayırlı oldu. Her şeyden önce kimin "ne mal" olduğu gayet net bir şekilde çıktı ortaya... Bundan böyle işine geldiğinde işine gelen kapıya bağlanmak yok artık!.. Daha da önemlisi; bu ülkenin "taşların bağlanıp köpeklerin salındığı" bir ülke olmadığı ortaya çıktı...

- Az şey mi?!..

ÜMİT ZİLELİ
]Farkında mısınız; kimsenin aklına AKP’nin yargı önüne çıkıp da aklanacağı gelmiyor.

Bu aklımıza gelmeyen tek şeydir...

Ben hiç "AKP, laikliğe ve cumhuriyet devrimlerine bağlılığını belki kanıtlar" diyeni duymadım.

Yargıtay Başsavcısı’nın soruşturması ve AKP ile ilgili belki bin senaryo yayınlandı medyada.

Bir tek "Mahkemede aklanır" senaryosu yok.

En akla gelmeyecek şey demek ki; AKP yüce mahkemenin önüne çıkıyor ve aklanıyor...

Her şey olası da, bu değil...

Hesapta bir tek bu yok...

Pekiiiii...

AKP niçin parti kapatmayı Anayasa’dan çıkartacak "Mini Anayasa değişikliği" hazırlıyor?

Herkes gibi kendisi de biliyor ki, akla gelmeyecek şeydir çıkıp aklanmak...

*
İşte bu noktada akıllarına başka türlü-çeşitli aklanma yöntemleri geliyor belli ki.

Misal; Çalışma Bakanı "kanı bozuklardan" söz edip Arınç tabutu gösterirken, sol uçtan sağ uca zıplayarak en uzun siyasi atlama rekoru kıran Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, soruşturmayı "Ergenekon" ile ilintiledi ve işte o an sağ yumruğunu havaya kaldırdı.

Bu sırada Başbakan, Çanakkale’de bir top gördü.

"Bu top patladığına göre mermisi de vardır" dedi ve aklına Seyit Onbaşı’nın 215 okkalık top mermisini kaldırdığı geldi.

Az sonraki konuşmasında dedi ki:

"Seyit Onbaşı’ya o mermiyi kaldırma gücü veren imandır. Herhalde buna da -laikliğe aykırı- demezler..."

Böylece soruşturma kapsamındaki "laikliğin" karşısına "imanı" koydu mu?..
Koydu...

*
Gördüğünüz gibi laf yetiştirmekte her şey akıllarına geliyor; kan bozukluğundan Ergenekon’a, oradan tabuttaki ölüye... Anayasa’yı değiştirmekten Seyit Onbaşı’nın top mermisine kadar.

Ama bir tek şey akıllarına gelmiyor:

Hukukun karşısına çıkıp, laik cumhuriyete zarar vermeyeceklerini kanıtlamak...

Bunu düşünmüyorlar bile...

Çünkü bu kimsenin aklına gelmeyen bir şeydir.

BEKİR COŞKUN
Sonra Oturup Ağlamasınlar...

AKP İslamcılığının -İslamın değil- beş şartı artık oluştu:

Dedikodu..

Şantaj..

Yalan-dolan..

Çıkarcılık..

Yolsuzluk..


Dinciliğin gün geçtikçe ağır bastığı medyayı da ancak maşayla tutabilirsin...

*

Peki, gün geçtikçe gelişip yoğunlaşan iletişim teknolojisi bizde neye hizmet ediyor?..

İslamcılığın beş şartına...

Üstelik kuşkulu dinlemeler üzerine bina edilen kanıtsız tanıksız 'ne idüğü belirsiz' davalar da medyada özellikle pompalanıyor...

Bir azgınlık.. bir azgınlık ki.. demeyin gitsin..

Neden bu azgınlık?..

İslamcılar -ılımlısı ve köktencisi- artık ülkeyi, belediyeleri, devleti, her şeyi ele geçirdiklerine inanıyorlar...

*
Azgınlığın dinci gazete sayfalarına nasıl yayıldığına ilişkin bir örnek vereyim..

Dinci köşe yazarı yazıyor:

"- Cumhuriyet mitinglerini düzenleyenlere derin devlet mi dersiniz, derin çete mi dersiniz?.."

"- Devleti temsil eden 'Bayrak' ve 'Cumhuriyet' , devleti ele geçirmeye çalışan çetelerin eline geçmiş..."

"- Özelleştirme İdaresi Başkanı'na düştü bu iş galiba... Hadi, derin devletin mallarını ve şirketlerini legal devlete, oradan da ihale yolu ile satış için TMSF'ye gidin... Cumhuriyet'in mal varlığını Cumhuriyet'in hazinesine irad kaydedin..."

"- Devlet bir an önce, iddialar doğru ise, mahkeme kayıtlarına geçen iddialar çerçevesinde Cumhuriyet gazetesi, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), Vatansever Güç Birliği gibi derin yapıların paravan örgütlerine derhal el koymalı..."

*

Eveeet...

AKP iktidarı belli hedefe doğru doludizgin yürüyor, yandaşları da içmeden sarhoş olmuşlar...

Ülke altüst...

Herkes birbirine soruyor:

- Ne olacak?..

Bu gidişle bir şeyler olacak...

Ama, ben Cumhuriyet'e "İslamcı AKP Devleti" nin el koymasını isteyen gazeteye şimdiden haber vereyim...

Bir şeyler olduğunda sonuç düşündükleri gibi çıkmazsa, oturup mazlum rolünde ağlamasınlar.

İLHAN SELÇUK

Not: Bu yazı İlhan Selçuk'un gözaltına alınmasına neden gösterilen yazısıdır.

Yorum : 85 yaşındaki Sayın İlhan Selçuk'u, gece saat 04:00'da evinden alan siyasi iktidar; her nedense "zaman ve vakit" gibi gazete müsvettelerindeki köşelerinden; açık bir şekilde şeriat çığırtkanlığı yapan; başta Mustafa Kemal Atatürk ve Alevi toplumu olmak üzere, Türkiye cumhuriyetini kuranlara ve sahip çıkanlara; ayrıca, cumhuriyetin diğer bütün değerlerine ağızlarından salyalar saçarak saldıran örümcek beyinli hacı molla takımına ise ikaz babından en ufak bir müdahalede dahi bulunmamaktadır.

Ergenekonmuş. Yemezler.
Türkiye nereye gidiyor?



[Resim: 150.jpg][FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Bugün yazılı basında ve görsel olarak yer aldığım bütün yayın organlarında başlık olarak aynı soruyu sormak ve her yazımda aşağıdaki yazıdan alıntıları paylaşmak istiyorum; Türkiye nereye gidiyor? Yaşananların “ne kadar vahim olduğunu” düşünün ve sizler de lütfen aynı soruyu sorun!
Sevgili dostlar, Türkiye’de artık ne piyasa, ne ekonomi, ne de siyaset tartışacak “lüksümüz kalmadı”. Bu gerçekten yola çıkarak aktarmak istediğim bütün detayları bir kenara bırakmak ve bir süre önce bu köşede paylaştığım “ideolojik olmayan bir hayat istiyorum” yazımdan bazı bölümleri aktarmak istiyorum.
İşte o yazıdan bazı alıntılar...
“...işe giderken düşünüyorum; şu anda Avrupa’nın birçok şehrinde de birçok insan işe gidiyor. Onlar da bizim gibi “temel kaygılara” insana dair “her düşünceye” sahipler ama bizden bir farkları var; onların “devletlerine, hayatlarına, duygu ve düşüncelerine” bizler kadar “ideoloji” bulaşmamış! Orada bankaya, borsaya, aracı kuruma işe giden fon yöneticisi; “Türban sorunu ne olur, siyasi dalgalanma artar mı” diye düşünmüyor. Veya işe giden doktorun sabah dinlediği haberlerde “yargı-yasama ve yürütmenin” birbirine nasıl rest çektiği yok... Yargıya “ağız dolusu” bağıran bir Başbakan’ı “duymak” zorunda değil...Sevgili dostlar, bir vatandaş olarak “gerçekten” ideolojinin “normal hayatımıza” bulaşmadığı bir hayatı özlüyorum. İnsanlara “partisine, diline, etnik kökenine göre” bakılmadığı, iş yapanların “sadece o işi yapabilme” kriterlerine göre “algılandığı” bir hayat hakkımız değil mi? Bir partiye oy verirken de “ideolojisine” göre değil “normali” bize sağlayabilme “kapasitesine” göre oy vermek istiyorum...
Sevgili dostlar, “ideolojiden uzak olmak”, “çekirdeği olmayan bir devlet içinde” yaşamak veya “çekirdeksiz, özsüz” bir yapı özlemek demek değil. Devletin belli sınırları, üzerine bina edildiği bir hamuru vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti “bağımsız, laik, üniter, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı bir hukuk devletidir.”
Bu sınırlarda kalan uygulamalar “devletin normal işleme sahasıdır.” Devletin kendi bankacılık sektörünü “koruma isteği” gayet doğal bir “reflekstir.” Normal olmayan birilerinin bu devletin bankacılık sektörünü “ele geçirme” çabası ile “giriştiği ideolojik savaş” ve devletin buna tepki verirken “olumlu-olumsuz ayrımlardır.”
Örnekleyeyim; tarikat destekli kurumlar, o gün için devleti “yöneten” hükümet tarafından “bankacılıkta önemli bir pay ele geçirecek” şekilde “destekleniyor”, onlara özel düzenlemeler yapılıyorsa bu “ideolojik bir bulaşıklıktır.” Devlet her şey normalken “etnik” kökenlerinden dolayı kurum sahiplerine ayrı bakıyorsa bu da ideolojik bulaşıklıktır...
Sonuç 1: Devlete, millete, düzene ideolojik bir saldırı olmasa asla içinde “lâik, üniter, bağımsız hukuk devletinin ana kuralları dışında bir virgül dahi barındıran” en küçük bir ideolojik cümleyi ne yazar ne söylerim. Ama “ikinci cumhuriyetçiler bir taraftan, lâik düzen düşmanları bir taraftan, sıcak paracılar diğer taraftan, Soros’un yalamaları ve bölücüler” her taraftan “varolana” saldırıyorlarsa; bu devleti her alanda korumak için biz de “onların alanına girip ideolojik saldırılara” karşı durmak zorunda kalıyoruz...
Sonuç 2: Türkiye Cumhuriyeti’nin “lâik, üniter, Atatürk çizgisinde” bir devlet olarak “var olmasını” ne bu topraklarda “yaşayanların bir kısmı” ne de “dışarıdaki bazı çevreler” hâlâ kabul edemedi. Yaşadığımız ideolojik bulaşıklık; bu odakların “devleti dönüştürme, yok etme, kalıba dökme” çabalarından ve bizim onlara karşı verdiğimiz mücadeleden kaynaklanıyor. Bu mücadelenin bittiği, diğerlerinin devletin temel niteliklerini kabul ettiği ve ideolojinin günlük hayatımızdan “çıktığı” bir Türkiye özlüyorum. Bu topraklar hangi “ırktan, dinden, kökenden” gelirse gelsin; “Ne mutlu Türküm” diyen herkesin “birinci sınıf bir hayat” sürebileceği ekonomik yapıyı sağlayabilecek potansiyele sahip. Tek sorun devleti kendi ideolojileriyle rahat bırakmayanların varlığı...
Sonuç 3: Kendi ideolojisini vatandaşa pazarlayan “her partiye” oy veren Türk vatandaşı şunu çok iyi bilmeli; dünya konjonktürüyle paralel “oy verdikleriniz” geçici başarılar kazanabilir, bunu kendi başarısı gibi pazarlayabilir ama aslında devleti dönüştürme uğruna verdikleri mücadelenin her dakikası “Türkiye’ye çok zaman kaybettiren ve geleceğimizi” yiyen adımlardır. Dünya standartlarında vatandaş olmak istiyorsanız ideolojik partilere asla oy vermeyin...
İdeolojinin günlük hayatımıza bulaşmadığı, Atatürk’ün gösterdiği medeniyet hedefine ilerleyen bir devlet, bir hayat özlüyorum. Bu benim, sizin, bu ülkedeki herkesin hakkı... Yazıdan alıntılar sonrası tek bir cümle ile bitirmek istiyorum; UYANIN! UYANIN! UYANIN!

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]