Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Uğur Mumucu

Atatürkçülük ne demektir?

Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük, özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir.

- Amacımız , ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve ulusal tam bağımsızlığımızı sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konuda karar ve inancımız kesindir.

Atatürkçülüğü, "tam bağımsızlık" inancından ayırmanın ve çok yönlü uluslararası ipotekleri "Atatürkçülük" adına savunmanın hiç olanağı yoktur. Kurtuluş Savaşı'nın başlarında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarına dayanağı, şu iki temeldir: Tam bağımsızlık, kayıtsız koşulsuz ulusal egemenlik!..

- Tam bağımsızlık demek, elbette, siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamı ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz...

İşte Atatürk budur, işet "Atatürkçülük" budur...

Kurtuluş Savaşı, kökeninde "antiemperyalist" ve "antikapitalist" düşüncelerin kutsal harcını taşır:

- Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurulumuzca bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı kavga vermeyi uygun gören bir yolu izleyen insanlarız.

Bu sözleri söyleyen ve her adımında ulusal bağımsızlığı, devrimci ve ilerici bir dünya görüşü ile sağlayıp pekiştiren Atatürk'ü bugün içine itildiğimiz ekonomik tutsaklığın temeli ve adı gibi görmek, Atatürk'e ve Atatürkçülüğe karşı yapılabilecek en ağır ve de en sinsi saldırıdır.

Atatürkçülük bağımsızlık demektir, Atatürkçülük ulusal onur demektir, Atatürkçülük devrimcilik demektir. Kurtuluş Savaşımızın ve ulusal devrimlerimizin önderi Mustafa Kemal, bugünkü emperyalist ilişkileri daha o günden görmekteydi:

- Karşılıklı güvenlik ve esenlik, bütün dünya uluslarının üzerinde titremesi gereken bir mutluluk ilkesidir. Ancak bu ilke bütün uluslar için gerçekleşmedikçe, genel bir barışma sağlamaktan çok, sömürülmek istenen birtakım uluslara karşı, bir takım güçlü ulusların yeni davranış ve ayrıcalıklar kazanmasını sağlamak niteliğinde görülse yeridir. Hele uluslararası silah alışverişinin, birtakım ulusların denetimi altında tutulmasını sağlayacak önlemlerin alınması bu kuşkuyu artırmaktadır...

Unutturulan, unutturulmak istenen Atatürk ve Atatürkçülük budur! Televizyon ekranlarında Türk halkına tanıtılmayan, anımsatılmayan sözler de işte bu sözlerdir:

- Biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerin güçleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Böylece bütün insanlığa hizmet ettiğimiz kanısındayız...

"Ezilen uluslar bir gün ezen ulusları yok edeceklerdir" diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, yeniden ezilen ulusların, Asya ve Afrika halklarının bayrağı yapmak, biz Atatürkçülerin, biz devrimcilerin namus borçlarıdır.

- Bütün dünya bilsin ki benim için tek yanlılık vardır. Cumhuriyet yanlılığı, düşünsel ve sosyal devrim yanlılığı...

Atatürk'ün bütün dünyaya duyurduğu bu ilerici ve devrimci düşünceleri ne yazık ki, ülkeyi Atatürk'ten sonra yöneten, yönettiğini sanan politikacılar eliyle hançerlendi ve Atatürk, gerçek nitelikleri ile değil, beylik anma törenlerinin donmuş kalıpları olarak tanıtılmak ve benzetilmek istendi.

Atatürk'ü hiç olmazsa bu yıl, gerçek nitelikleri ile tanıtabilirsek, geçmiş dönemlerin ihanetleri bir ölçüde unutulmuş olur. Kurtuluş Savaşı'nın yüce önderini "Atatürk Yılı"nda inançla selamlıyoruz: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa...
]Hemen ilgileniliyormuş!


YÜRÜYÜŞ Dergisi satarken gözaltına alınan ve Metris’te gördüğü işkence sonucunda ölen Engin Ceber ile ilgili soruyu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, şöyle yanıtladı:

"Eskiye benzer herhangi bir olay söz konusu olursa, bunlar artık saklanamaz. Bunlarla hemen ilgilenilir."


Olayın saklanacak bir tarafı zaten yok. Bundan önce de benzeri olaylar saklanamamıştı.

Sorun bu tür olayların saklanabilmesinden daha çok, bu tür olaylara karışan kamu görevlileri ile ilgili nasıl işlem yapıldığıyla ilgili.

Ve elbette o işlemin yapılış hızı da önemli
.

Ve bu, Yürüyüş Dergisi satanların başına gelen ilk olay da değil.

17 yaşındaki Ferhat Gerçek, şu anda bu nedenle felç olarak cezaevinde yatıyor!

O zaman hükümet, bu tür olaylara hoş görü göstermeyeceğini herkese anlatacak şekilde müdahale edebilseydi, Engin Ceber’in ölümüyle sonuçlanan olay gerçekleşebilir miydi?

Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın, görevinden istifa eden Beşiktaş Teknik Direktörü Ertuğrul Sağlam’ın durumuna çok üzüldüklerini, telefon açıp teselli ettiklerini biliyoruz.

Yaşamı devletin güvencesi altında olan bir vatandaşın, o devletin gözetimi altındayken ölmesinden sonra, yakınlarına bir telefon açıldı, bir baş sağlığı dileği iletildi mi?

Hayır, çünkü Sağlam, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın gözünde "türban durumu nedeniyle bizden", Ceber ise "onlardan"!

Bir soru da savcılarımıza sormak istiyorum: Bir dergi satmak ne zamandan beri suç? Avrupa Birliği’ne girmeye çabalayan bir ülkede, böyle bir suç söz konusu olabilir mi?

Savcılar, bu tür eylemleri suçmuş gibi takip etmeseler, emniyet görevlileri o dergileri satanlara böyle muamele etmeye cesaret edebilirler mi?

]20 bin 916 bin Yeni Türk Lirası!

OKUYUCULARIM, başlığı yazarken bir hata yaptığımı düşünmüşlerdir, buna eminim.Ama bir hata yok. Bu, 20 milyon 916 bin yazmanın Köşk versiyonu.

Matematikteki bu son gelişmeyi Vatan’da [BNecati Doğru[/B]’nun köşesinde okudum.

Doğru, Cumhurbaşkanlığı bütçesinden yapılan harcamanın aşırılığını vurgulayan bir yazı yazmış.

Yazıya verilen yanıtta, Köşk’ün bu yılın ilk altı ayı için harcaması böyle açıklanıyor: "20.196 bin YTL."

Belli ki Köşk yetkilileri, yapılan harcamanın 20 milyon 196 bin YTL diye yazılmasının vatandaşlar üzerinde olumsuz bir etki yaratacağını düşünmüşler, akıllarınca rakamı küçültüyorlar!

Gerçekten tebriki hak eden bir uygulama!

Öte yandan Köşk’ün böyle uyanıkça da olsa, bir gazetede yazılan yazı için bir açıklama yapması hoşuma gitmedi de değil.

Heyecanlandığımı da belirteyim.

Malum, uzun süredir yanıtını alamadığımız bir soru var. "Açıklama mevsimi" başladığına göre belki bu sorunun da yanıtını alırız.

Unutulmuş olabileceğini düşünerek yeniden hatırlatayım:

Suudi Arabistan Kralı, Cumhurbaşkanı’nın eşine değeri yüksek mücevher vs. hediye etti mi? Ettiyse bununla ilgili olarak, beyan, değer tespiti ve Hazine’ye devir gibi yasal zorunluluklar zamanında yerine getirildi mi?

]Küçük soyguncu büyük soyguncu

TATİLİN ardından yurda döndüğümde Ertuğrul Özkök’ten internette dolaşan şahane bir fıkra dinledim.

Mizahın ne kadar güçlü bir muhalefet aracı olduğunu bana bir kez daha hatırlatan bir fıkraydı bu.

Daha önce bu fıkrayı dinlemiş olanlar için belki ikinci baskı olacak ama benim gibi kaçıranlar için yazmak istiyorum.

Fıkra bir soru-yanıttan oluşuyor.

Soru: Küçük hırsız ile büyük hırsız arasında ne fark vardır?

Yanıt: Küçük hırsız soygun sırasında el feneri kullanır, büyük hırsız ise soygun sırasında deniz feneri kullanır!


Mehmet Y. Yılmaz
Höt zöt filan


Şu başlıkları hatırlarsınız...

"Barzani haddini aştı."

"Barzani ağzını bozdu."


"Barzani meydan okudu."

"Barzani kaşınıyor."

"Barzani tehdit etti."

"Barzani rest çekti."

"Küstah Barzani."

*

Barzani, "Türkiye bize karışırsa, biz de Türkiye’ye karışırız" deyince, Başbakan Erdoğan, tokat gibi cevap verdi, "Barzani haddini aştı... Bedeli çok ağır olur, altında ezilir" dedi.

*

Şunları da hatırlarsınız...

Başbakan Erdoğan söyledi:

"Rüzgár eken fırtına biçer!"

"Bedeli neyse, ödetiriz!"

"Kimseye pabuç bırakmayız!"

"Herkes ayağını denk alsın!"

"Sözün bittiği yerdeyiz!"

"Sabır taşımız çatlamıştır!"

"Bıçak kemiğe dayandı!"

"İnceldiği yerden kopsun!"

"Günah bizden gitti..."

*

[/BNetice?

Barzani’yle masaya oturuyoruz.

[B]*

Amerikalı efsane gazeteci Bob Woodward, Başkan Bush’a, "Tarih sizi nasıl hatırlayacak?" diye sormuş...

Bush gülmüş, "Tarihin beni nasıl hatırlayacağını bilmem, pek umurumda da değil doğrusu, çünkü ben o zaman çoktan gitmiş olacağım" demiş.

Yılmaz ÖZDİL
Yalakalık gibi olmasın ama ilk kez Başbakan’a katılıyorum Şu sıfatları hatırlıyorsunuzdur...

"Karizmatik"

"Çok yakışıklı."

"Aslan gibi."

"Yiğit adam."
(Kızılcahamam kampında, Başbakan’ın Nobel Barış Ödülü’nü hak ettiğine karar verildi, aday gösterilmesi önerildi.)

"Delikanlı."

"Gelmiş geçmiş en iyi lider."

"Cesur yürek."

"Sözünün eri."
(Yakın çalışma arkadaşları, yaş gününü kutlayan Başbakan’a sürpriz yaptı. Kendisine sunulan paketi açan Başbakan, Ulysse Nardin saatle karşılaştı. Pakette ayrıca, dolmakalemle cüzdan da vardı.)
"Mübarek bir insan."

"Bıyıkları çok hoş."

"Kıskananlar çatlasın."

"Avrupa fatihi."

"Nazik ve centilmen."

"Hassas ve şefkatli."

"Etkileyici bir yürüyüşü var."

"Ses tonunu çok beğeniyorum ."

(Uçakta bulunan Türk basınının seçkin köşe yazarları, Suudi Arabistan’dan yurda dönen Başbakan’a, 9 bin metre yükseklikte sürpriz doğum günü pastası getirdi.)
"İdolüm."

"Sevdalısıyım."

"Hayranım kendisine."

"Top oynarken Beckenbauer gibiydi, Fenerbahçe istemişti."
*

Dün...

Bir üniversitede "fahri doktor" ilan edilen Başbakan, "Bunların nasıl bir toplum meydana getirdiğini görüyorsunuz... Özgüveni olmayan, YALAKA TOPLUM meydana getirdiler. Biz böyle istemiyoruz. Haysiyetli, şahsiyetli, onurlu bir toplum istiyoruz" dedi.


:::...Yılmaz ÖZDİL...:::
TARAF’ı kim kullanıyor?

Bu sorunun cevabını vermeden önce, Taraf’ı kimlerin okuduğuna ve sahiplendiğine bakmak gerekiyor:

TARAF’ı devrimci önder Deniz Gezmiş’e “ırkçı” diyenler okuyor ve sahipleniyor. Belli ki; Taraf alan 32 bin kişi, Deniz Gezmiş’in “ırkçı” olduğu düşüncesinde hem fikir…O gazeteyi hergün satın alarak, Deniz Gezmiş’e yönelik hakaret kampanyasına destek oluyorlar. Taraf’ı çıkaran “dönek” kadro da devrimcilere yönelik kinlerini, Deniz Gezmiş nezdinde kusuyor. Gazetenin Fethullahçı yazarı Etyen Mahçupyan ile Rasim Ozan Kütahyalı, Gezmiş’e haftada bir kez küfretmese rahatlayamıyor. (Bkz; Mahçupyan’ın bugünkü yazısı)

Taraf’ı sahiplenen ve okuyan kesim arasında, Fethullahçılar önemli bir yer tutuyor. Çünkü; Taraf’ın ‘sözde’ solcuları, Fethullah Gülen’e “İslam reformcusu” diyor. Onlara göre, Fethullah Gülen, “Ilımlı İslam”ın bayraktarlığını yapıyor. Taraf’ın sayfalarında bu yüzden, Fethullah Gülen’e ilişkin olumlu her haber genişçe yer bulabiliyor. Fethullah Gülen’in yayın organları da Taraf’a sık sık destek veriyor. Gazetenin haberleri, Gülen’in yayın organlarından ‘kaynak gösterilerek’ yayımlanıyor.

Taraf Gazetesi, Deniz Gezmiş düşmanlığı, Fethullah Gülen hayranlığının yanı sıra, bir de Kenan Evren’e sahip çıkmasıyla biliniyor. Gazetenin Polis Akademisi Öğretim Üyesi Önder Aytaç, ART’de katıldığı Ceviz Kabuğu programında 12 Eylül’ün ‘kudretli paşası’ için “Kurban olurum ona” demişti. Zira; Önder Aytaç’ın bu sözlerine, gazetenin “sözde” anti-militarist yazarlarının hiçbiri tepki göstermedi. Belli ki; Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar da “Kenan Evren aşkı” noktasında birleşiyorlar. Önder Aytaç’ın “Kenan Evren’e kurban olurum” sözüne tepki göstermemeleri, bu fikrimizi güçlendiriyor.

Taraf aynı zamanda, koyu bir ABD hayranlığını barındırdıyor içinde. Kenan Evren’e ‘kurban olmaları’ da belki bu yüzden. Zira, ABD yanlısı cunta, en çok Ahmet Altan gibi, dine inanmayan ama Fethullah Gülen’e sempati besleyenlerin işine yaramıştı. Altan, hayranı olduğu Gülen’in, Kenan Evren desteğiyle büyüyüp serpildiğini biliyor. Bu yüzden de “MİLİTARİST” bir gazete yapıyor.

Evet, Taraf, ANTİ – MİLİTARİST değil, düpedüz MİLİTARİST bir gazetedir. Militarist çizgisi, Taraf’ı popüler yapmıştır. Militarizmi de düpedüz ABD’ye, Fethullah Gülen’e ve iktidara hizmet etmektedir.

Çünkü; TARAF, tüm militaristler gibi, “GÜÇLÜ ORDU” çığırtkanlığı yapmaktadır. Taraf’ta, “TSK’nın zaaflarını göz önüne seriyoruz” adı altında yapılan gazetecilik, sorunların ana kaynağını göstermez. TSK’nın neden kayıp verdiği tartışılırken, AKAN KANIN NASIL DURDURULACAĞI tartışılmaz. Taraf bunun yerine, ABD planları çerçevesinde, TSK’ya yüklenir, SAVAŞIN DEVAM ETMESİ için PSİKOLOJİK ZEMİN HAZIRLAMA işlevini üstlenir. Böylece, savaştan beslenen güçlerin ekmeğine de yağ sürer. “Dehşet” ve “Panik” havası yaratarak, “anti – demokratik” yasaların çıkabilmesini kolaylaştırır.

Zira; Taraf’ın yarattığı “panik” havasının hemen ardından, gözaltı sürelerinin uzatılması ve askere yeni yetkiler verilmesi gündeme geldi. TARAF bunların hiçbirine “itiraz” etmedi. Çünkü; yeni yetkiler ve anti-demokratik yasalar, PKK terörünü daha da artıracak. Böylece, ABD’nin planları çerçevesinde, kanın akması devam edecek. “BOP” ve “GOP” daha kolay bir şekilde hayata geçirilecek.

Taraf’ın misyonu işte budur. Taraf, “ASKERLERİN OLMADIĞI, SİLAHLARIN GÖMÜLDÜĞÜ” bir dünya özlemi yerine, “GÜÇLÜ ORDU” edebiyatıyla MİLİTARİZMİN bayraktarlığını üstleniyor. Bunu da “anti – militarist” söylemle sunuyor.

Bir düşünün; anti – militarist olduğunu iddia eden bir gazete neden ordunun “zaafları”yla uğraşır, ona “savunma taktikleri” verir? Anti-militarizm, savaşın sürmesine hizmet etmek midir? Ordulara “Şu yöntemle daha iyi öldürebilirsiniz, daha az kayıp verirsiniz” demek midir?

Taraf işte bu yüzden, ne anti – militaristtir, ne de solcudur. Taraf, gazeteciliğin tüm kurallarını ihlal eden bir psikolojik harp bültenidir. Fethullahsever, ABD’ci, AKP iktidarı yanlısı, Abdullah Gül’cü, muhalefet düşmanı bir bültendir. Kendisine sızdırılan yalan – yanlış bilgileri kullanan ve bunları gazetecilik adı altında bizlere yutturmaya çalışan, savaşın sürmesini isteyenlerin kullandığı bir yayın organıdır.

İddia ettiği hiçbir şeyi ispatlayamasa da yayınını devam ettiren, sırtını AB ve ABD’ye yaslayarak askere küfretmeyi meziyet sananların buluştuğu Taraf, AKP iktidarının hiçbir yolsuzluğuna sesini çıkarmayarak, suç ortağı da olmuştur. Zira; Taraf’ın beslendiği kaynak da orasıdır çünkü.

Halbuki; eğer “güç odakları”na karşı mücadele edilecekse, bunların başında AKP gelir. AKP’nin yolsuzlukları, bugünkü sorunların kaynaklarından biridir. Ama Taraf, hiçbir zaman bunları görmez. Çünkü; o Brecht’in de dediği gibi, “mavi dişli yunus” rolünde, “sol gösterip sağ vurur.” Yazarları, AKP’nin Diyarbakır’ı ‘DTP’den alabilmesi’ için sık sık akıl verir. Belli ki; onlar da TSK gibi, belediyelerin DTP elinde olmasını kabul edemiyor.

Hrant Dink sömürücülüğü, Taraf’ın beslendiği kaynaklardan bir diğeridir. Hrant’ı kimlerin öldürdüğünü bilmelerine rağmen, bugüne kadar susmaları ve KARARTMA yapmaları, mesleki sicillerine düşen önemli kara lekelerden biridir.

TARAF, tıpkı Nokta’da olduğu gibi, yine birileri tarafından kullanılacak ve tarihin çöp sepetindeki yerini alacak. Bunun ilk emareleri görünmeye başladı. Recep Tayyip Erdoğan, Taraf’tan uzak durmak istediğini gösterdi. Bu; kamu ilanlarının kesilmesi anlamına gelecektir.

Taraf’la bağları güçlü olan Abdullah Gül de son günlerdeki yayınları benimsemediğini söylemek zorunda kaldı. Taraf’ı şimdilik sahiplenen iki kurum var: ABD ve Fethullah Gülenciler… [Resim: zaman17102008.jpg]

[Resim: gencsiviller-taraf.jpg] ABD bilgi ve belge desteği sunarak, Taraf’ın yaşamasını sağlamaya çalışıyor. Fethullahçıların yayınları ise Taraf’a destek veriyor. Öyle ki; Zaman Gazetesi, Taraf’a kızan Başbakan’ı bugün 1. sayfasına bile koymadı. Bugüne kadar Başbakan'ın öksürmesini bile manşeten duyuran Zaman, Erdoğan yerine, Taraf önünde eylem yapan ama YÜZLERİNİ ELLERİNDEKİ AFİŞLERLE SAKLAYAN, yaptıklarından UTANAN ya da KORKAN 20 kişilik marjinal grubun eylemini manşete taşıdı.

Böylece, Zaman da ‘taraf”ını seçmiş oldu. Taraf ve taraftarları, Başbuğ’un sözlerinden sonra daha da netleşti.

“Taraf” yolun sonuna gelirken, dostlarının ona sahip çıkıp çıkmayacağını ise “Zaman” gösterecek.

*****

NOT:
Birkaç kez daha yazmıştım. Yinelemekte zarar yok. Din taciri medyayla aynı çizgide olmak, Taraf Yazarı Murat Belge gibi bir döneğe çok yakışıyor... Belge, sonunda yerini buldu. Taraf ona, o Taraf'a çok yakıştı... Tabii diğer dönekler için de geçerli bu durum... Din tacirlerinin eteğinin altına sığınmak, dönekliğin şanından olsa gerek...


BARIŞ YARKADAŞ/GERÇEK GÜNDEM
[FONT="Arial Black"]Yanıt basit


AYNEN "futbol" ve "siyaset" konusunda olduğu gibi şimdi de "terör" konusunda herkes uzman kesildi.
Son ekonomik kriz "ekonomist"lerle cahilleri nasıl aynı hizaya getirdiyse, galiba "terör" konusunda da gerçeği görmek için beklemek zorunda kalacağız.

Şimdi de Adalet Bakanı Şahin, uzmanlığını ilan etti:

Mehmet Ali Şahin’in dün söylediklerinden anladığımıza göre "terörü ancak eğitimle" yenebilirmişiz.

Terörden uzun yıllar çeken İngiltere’de mi "eğitim" yetersizdi, İspanya’da mı?

Kimi "ekonomik kalkınma"yı önkoşul olarak öneriyor, kimi "etnik kimlik" konusunu öne çıkartıyor.

Terör eylemlerinin arkasına saklananlara göre, çözümün adı "demokrasi"dir. Ama bireysel hakları ve özgürlükleri koruyan demokrasi değil, etnik bölünmeyi hukukileştiren "demokrasi"dir istedikleri.

Güvenlik güçlerine sorarsanız, terörü ancak onlara verilen yetkiler genişletilirse önleyebiliriz.

Bugünkü Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ise çözümün anahtarı olarak "önce terör örgütüne katılımların önlenmesini" istiyordu.

Bu ülke uzun süre de terör örgütünün faaliyetinin yoğunlaştığı yöreleri ekonomik ve sosyal yönden kalkındıracak önlemleri tartıştı. Kaç kere "ekonomik kalkınma paketi" ilan edildi. Kiminin içi boş çıktı. Kimi kısmen uygulandı. Ama yine de özellikle altyapı yatırımları (yol, su, elektrik, sağlık, kültür, spor) yönünden Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun kırsal alanları İç Anadolu Bölgesi’nden de, Karadeniz Bölgesi’nden de çok ileri düzeye geldi.

Ama değişen bir şey olmadı.

Olamazdı da...

Çünkü geçen gün CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ’ın TBMM Genel Kurulu’nda açıkça ifade ettiği gibi, hükümetin bu konuda bir stratejisi ve ona dayanan politikası yok.

O yüzden bir süre önce kendisinin "Türkiye’deki terörün kaynağı" olduğunu ileri sürdüğü, hatta PKK’yı terör örgütü olarak nitelendirmedikçe yüzüne bakmayacağını söylediği Mesut Barzani’ye "Büyükelçi" düzeyinde temsilci gönderiyor. Çünkü bu konularda Türkiye’nin değil Washington’un politikalarıyla sonuç alınmasına çalışılıyor.

Washington ise hem Türkiye’yi rahatsız eden terör örgütünün kökünün kazınmasını engelliyor -yani bir bakıma terör örgütüne destek veriyor- hem de başka ülkeleri "terörist devlet" diye ilan ediyor.

Oysa gerçek çok basit:

Terör örgütünün önce sahada yenilmesi lazım. Bu sağlanmadıkça, hangi önlemden söz ederseniz edin, istenen sonuç alınmaz.

Terör örgütünü sahada yenmenin birinci koşulu da buna ilişkin politikaların -örneğin sıcak takip hakkının- başta Washington olmak üzere hiçbir yabancı iradenin kontrolüne tabi olmamasıdır.

[B]]Türkiye’de egemenliğin "Türk milletine" ait olduğunu buradaki kürsülerde söylemek yetmiyor. Washington’a[/color] söyleyebiliyor musunuz?
[/B]



]:::...Oktay EKŞİ...:::[/color]
[Resim: 890678001224396605814541.jpg]
TSK neden hedefte?


Türk Silahlı Kuvvetleri neden New York aydınlarının hedefinde


Sanmayınız ki tüm bu tartışmalar, gerginlikler, sert demeçler Aktütün baskınıyla başladı. Son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri yoğun bir psikolojik harp bombardımanı altında. Peki niye? Saldırganların amacı ne? Tüm bu psikolojik savaşın perde arkasında neler var? TSK’ya ağır sözler sarf edenler kimlerin ağzıyla konuşuyor? Kim bu New York aydınları? Gelin size bir fil hikáyesi anlatayım!..

HİNDİSTAN’da yaşamları boyunca fil görmemiş yirmi kişi gözleri bağlanarak, bir filin yanına götürülmüş. File dokunmaları istenmiş. Gözü bağlı Hintlilerin her biri filin bir yerine dokunmuş. Sonra Hintlilere sormuşlar: "Dokunduğunuz şeyi anlatın." Gözleri bağlı Hintliler filin neresine dokundularsa hayvanı öyle anlatmış, öyle tanımlamışlar.

Son günlerde yaşadıklarımızı bu "hikáyeye" benzetiyorum.

Herkes olayın bir yerini tutmuş ona göre değerlendirme yapıyor.

Meseleyi böyle görenler, böyle tanımlayanlar aldanır.

Meselenin özü başka. Bütünü görmek gerekiyor.

Gelin, çok da gerilere gitmeden bir yolculuğa çıkalım...

Kemalizm öldü

Tarih 9 Kasım 1989.

Berlin duvarı yıkıldı. Soğuk savaş dönemi bitti.

Ve yeni bir dünya düzeni başladı. Orta Avrupa’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da hemen yeni haritalar çizilmeye başlandı.

Soğuk savaş dönemindeki Türkiye’nin rolü, NATO dolayısıyla ABD tarafından belirlenmişti. Peki, yeni dünya düzeni Türkiye’ye hangi görevi verecekti? Türkiye’yi ne bekliyordu?

Ufuk Güldemir’in, CIA Ortadoğu Masası eski şefi Graham Fuller ile yaptığı röportaj bu rolün ipucunu verdi: "Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama Türkiye artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünmelidir. Türkiye, demokrasi ile İslam’ın bir arada yaşatılabileceği modern bir formül bulsa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olur. İslam dünyası için geleceğin modeli olur bu." (26 Şubat 1990, Cumhuriyet)

CIA ajanı Fuller o yıllarda medyaya sık demeçler verdi. "Kemalizm öldü. Kemalizm’in sonuna gelmesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Halkın büyük bir parçası İslam için daha hürmet görmeyi, Osmanlı tarihiyle kucaklaşmayı istiyor."

Neo-Osmanlıcılık

CIA ajanı Fuller’in "kişisel görüşleri" zamanla rapor haline getirildi. Pentagon, genellikle CIA ajanlarının görev yaptığı Rand Corporation adlı araştırma kuruluşuna rapor sipariş etti: "The Prospects for Islamic Fundamentalism in Turkey."

Rapor, Türkiye’nin yeni yol haritasını çiziyordu: Ilımlı İslam.

"Uygarlıklar çatışması" kuramcısı Samuel P. Huntington’un da tezi aynıydı: "Türkiye, İslam’ın lideri olmalıdır." Huntington’ın, tezini açıklarken sarf ettiği bir cümlesi ilginçti: "Demokrasinin mutlaka laikliğe dayanması gerekmez."

Hudson Enstitüsü üyesi John O’Sullivan: "Türkiye’nin laiklik anlayışı artık değişmek zorunda ve bu değişimi garanti altına alıp koruyacak bir anayasa gelmek zorunda."

Peki, Kemalizm’i toprağa gömüp, ılımlı İslam’a sarılması istenen Türkiye’nin idari yönetimi nasıl olacaktı? Bunu da, uzun yıllar CIA Türkiye masası şefliğini yapmış Paul Henze’nin raporundan öğrenelim: "Türkiye’yi federalizm büyütecek."

İstanbul başkentli "Yakındoğu Federasyonu" kurulabilirdi! Ama önce Kürtlerle yakınlaşmak gerekiyordu!

CIA’nın federasyona dahil olacak Kürtlere de önerisi vardı: İslam ipine sarılın! Sarılmayan Abdullah Öcalan tasfiye edildi, Nakşibendi Barzani bölgenin tek gücü oldu.

ABD bu politikalarında yalnız değildi; Arap ırkından olmayan Kürtler, hep İsrail’in ilgi alanına girdi. MOSSAD her daim Kürdistan’ın kurulmasını destekledi. Neyse bunlar ayrı konular.

Evet, yeni dünya düzeninde Türkiye’nin görevi belli olmuştu. Bu konuda yüzlerce ABD’li uzman konuştu, onlarca rapor yayınlandı. Peki, ABD Türkiye’ye bu rolü biçti de, Türkiye’de herkes bunu kabul etti mi?

TSK’nın tavrı

Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu’daki ülkeler gibi yapay ülke değildi.

Tarihsel birikimi ve Cumhuriyet’in kazanımları nitelikli (sayıları hükümet kurmaya yetmese de) bir nüfusu ortaya çıkarmıştı. Cumhuriyet mitingleri aslında yeni dünya düzenine karşı duruştu. Yurtsever aydınlar işin farkındaydı. Askerlerin bu mitinglerin gönüllü destekçisi olduğu da bilinen gerçek.

TSK, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinden ödün vermeye hiç taraftar değildi. Mustafa Kemal devrimleri ölmemiş, aksine giderek "Ortaçağ karanlığına" dönüşen dünyada daha da önemli hale gelmişti.

Ordu, 28 Şubat kararlarıyla bu tavrını göstermişti.

TSK sadece içerisi için değil dış politika konusunda da ABD ile ters düştü.

TSK, Atatürk’ün "Yurttu sulh cihanda sulh"; "Komşu ülkeler arasındaki ihtilaflara karışmama" gibi dış politik ilkelerinden ödün vermedi. Yani ne Irak ile ne de İran ile savaşmaya taraftardı. Topraklarını lojistik anlamda açmaya da pek taraftar gözükmedi. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, bir koyup üç almayı hedefleyen çıkarcı politikalarına karşı çıkıp istifa ettiğini hatırlatırım. Ama o kadar eskiye gitmeyelim.

2000’li yıllarda, askerlerin tavrı aynıydı: Madem yeni dünya düzeni kurulmuştu, "Türkiye de çok taraflı siyaset izlemeli"ydi. Ayrıca ABD ve AB’nin sürekli Türkiye’yi örselemesi de çok rahatsızlık vericiydi.

Ve dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, 7 Mart 2002’de Harp Akademileri Komutanlığı’nın "Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur" konulu sempozyumunda yaptığı konuşma, TSK’nın tavrını gösterdi:

"Türkiye öncelikle, stratejik anlamda kimlerle bağı varsa, o bağları çözmesi lazım. Bugünün konjonktüründe, kendi bekası açısından, ileriye dönük hangi tehditlerle karşı karşıya kalabilir, bunları yeniden iyi değerlendirebilmek için, ayaklarındaki bağı çözmesi lazım. Bu bağlardan bir tanesi NATO’dur. Eğer NATO’dan sıyrılırsanız, ABD’nin size bakışının ne kadar doğru olup olmadığının, hayrınıza veya şerrinize olup olmadığının kararını daha kolay verirsiniz. Bugün Amerika, Türkiye’ye zaman zaman stratejik dost diye bakıyor, ama hiçbir zaman dostça davranmıyor. Türkiye’nin yeni arayışlar içinde olması bir ihtiyaç. Rusya ile birlikte, ABD’yi göz ardı etmeksizin, mümkünse İran’ı da içerecek şekilde arayış içinde olunmasıdır."

Psikolojik harbin dönemeci

Orgeneral Kılınç’ın bu sözlerinden sonra TSK karşıtı psikolojik harp kampanyası hızlandı.

"Hızlandı" diyorum, çünkü 28 Şubat döneminde, dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve ordudan ayrılan Onbaşı Kadir Sarmusak’ın adının karıştığı bir istisnai dinleme skandalı vardı.

Ancak köprünün altından çok sular aktı; TSK dinlemeleri uzmanlaştı. (Dinlemeler ABD-Utah üzerinden kimler aracılığıyla Türkiye’ye sızdırılıyor? Bakınız: odatv.com)

Üst düzey komutanlarının darbe hazırlığı içinde olduğunu iddia eden, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu söylenen ama gerçekte olmayan sahte günlükler yayınlandı.

Ardından, "gazetecileri fişleyen" sözde andıçlar ortaya çıkarıldı.

Kimin yazdığı belli olmayan lahikalar ortaya saçıldı.

Genelkurmay Başkanları Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Orgeneral İlker Başbuğ hakkında, göreve başlayacakları dönemde karalama kampanyaları başlatıldı. Fotoğraflar sızdırıldı.

TSK’da kuvvet komutanlığı, ordu komutanlığı yapmış emekli orgeneraller, Ergenekon soruşturmasına dahil edilip hücrelere tıkıldı.

Psikolojik savaş öyle bir hal aldı ki, Mehmetçiğin teröre karşı verdiği mücadelenin sırları bile sızdırıldı. Tuğgeneral Münir Erten’e ait olduğu söylenen ve Kuzey Irak’a yapılan kara harekátını iki gün önceden haber veren bir video, internetten yayınlandı.

Son günlerde ise, insansız hava aracı tarafından Aktütün’e teröristlerin saldıracağı görüntüsünün TSK’ya verildiği ama hiçbir önlemin alınmadığı şeklinde manşetler atıldı. Oysa görüntülerin Aktütün’le ilgisi yoktu.

Uzatmaya gerek yok. Benzerlerini okuyorsunuz, biliyorsunuz.

Söylemek istediğimiz şudur: Gözü bağlı Hintliler gibi meseleyi sadece bir boyutuyla ele alırsanız, meselenin tümünü, özünü kavrayamazsınız.

Sonuç olarak:

Bütünü görmek gerekiyor.

Mesele, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisine sahip çıkma meselesidir.

Mesele, ulusal bütünlüğü, bağımsızlığı koruma; komşularla savaşmama meselesidir.

Mesele, Ortadoğu’da taşeron olmayı reddetme meselesidir.

Mesele, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Irak ve İran’daki petrol kuyularının bekçiliğini yapmama meselesidir.

Mesele, sadece bunlardan ibarettir.

Yandaş medyanın manşetlerini böyle değerlendiriniz.

KİM BU NEW YORK AYDINLARI

BİZİM sözde solcu-liberalleri bilirsiniz; hep üstten bakarlar, dudak bükerler, kimseleri beğenmezler. Aslında; bunların tek yaptıkları, Osmanlı’daki Tercüme Odası’nda çalışan memurların yaptıkları gibi çeviridir; tercümedir.

Bunlar, New York Neo-Conların söylediklerini, yazdıklarını evirip çevirip yeniymiş, kendi görüşleriymiş gibi yazıp söylüyorlar.

Sizce aşağıdaki sözler kime aittir?

Ulus devletin sonu gelmiştir.

Yeni yüzyılın en önemli çatışması, demokrasi güçleri ile otokratik (despotizm yanlısı, baskıcı) güçlerin çatışması olacaktır.

Türk ordusu dokunulmaz bir kurum değildir.

Türkiye’yi daha demokratik kılacak olan, Türklerin hayatından devletin ve ordunun rolünü azaltmaya yarayacak reformlardır.

Asıl mesele din özgürlüğüdür.

Vs...

Bunları Türkiye’deki solcu-liberaller söylüyor derseniz yanılırsınız.

Bunları söyleyenler; New York aydınları!

Ya da günümüz deyimiyle -başlangıçta aşağılayıcı bir terim olarak ortaya atılan- "Neo-Con"lardır.

Bunlar; 1930’lu yıllarda Amerikan Troçkist hareketi içindeydiler. Sol hareket içinde yer almaları, hepsinin Yahudi olmasından ve Ekim Devrimi’yle tarihte ilk kez antisemitizmi suç sayan bir devlet kurulmasından kaynaklanıyordu.

Ancak: Hitler-Stalin anlaşması ve Troçki’nin 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’e karşı savaşan Franklin D. Roosevelt’i desteklemeyi reddetmesi, günümüz Neo-Conların atalarının, sosyalizm yolundan teker teker ayrılmasına yol açtı.

1948’de İsrail’in kurulmasından sonra bu grup artık kurtuluşun sosyalizmde değil, İsrail’i koruyabilecek tek güç olan Amerika’da olduğunu savundu: "Amerika ne denli güçlü olursa, İsrail de o denli güçlü olacaktır."

New York aydınları, ABD’yi "yeni mesih" ilan ettikten sonra, sol hareket içinde edindikleri birikimleri Amerika ve Avrupa’da sol hareketin içini oymak için kullandı.

Daha önce bu sayfada/Hürriyet’te yazdım; New York aydınları tarafından kurulan ve CIA tarafından fonlanan, solcu görünen ama asıl amacı solun içini boşaltmak olan "Congress for Cultural Freedom", soğuk savaş boyunca Sovyetler’deki sosyalizme karşı, sözde "özgürlükçü sosyalizm" inşa etme misyonu üstlendi! Dillerinden düşürmedikleri kavramlar, demokrasi, insan hakları ve özgürlük idi. Pek çok iyi niyetli solcu aydın, ne yazık ki bunların aleti oldu; bu rüzgára kapıldı.

Solcu aydınları yanıltanların başında Amerikalı Max Shachtman geliyordu. O, Neo-Conların ilk lideriydi aslında. Ne sosyalizm ne kapitalizm diyen "3. Kamp" teorisi onundu. Görüşlerini "öğrencileri" yaydı:

James Burnham, "The Managerial Revolution" kitabında, insanlığın karşısındaki en büyük tehdidin artık, "teknisyenlerin" ve "bilim adamlarının" yanı sıra "bürokratlardan" ve "askerlerden" oluşan güçlü bir "elit" yönetici sınıftan geldiğini yazdı.

Neo-Conların önde gelen teorisyeni Robert Kagan, son kitabı "The Return of History and the End of Dreams"te, yeni yüzyılın en önemli çatışmasının liberal demokrasiler ile otokratik devletlerin çatışması olduğunu yazdı. Ulus devletler yıkılmadan özgürleşme olamazdı!

New York Times’ın "şahinler" arasında saydığı Daniel Fried, İsrail’in bir ulus devlet olmasından rahatsız değildi. Ama söz konusu Türkiye olunca çok sert konuşuyordu: "Sorun Türklerin nasıl bir ülkeye sahip olmak istedikleridir. Milliyetçilik/ulusalcılık özünde defansif bir tutuma, gurursuzluğa dayanır. Gururlu insanlar milliyetçi/ulusalcı olmaz, gururlu insanlar dünyaya açık olur."

Allan Bloom, Sidney Hook, Norman Podhoretz gibi eski solcu New York aydınları, 1980’lerde "neo-liberalizmin" taraftarı oldular.

Neo-Conları sadece sivil olarak düşünürseniz yanılırsınız:

Sözü, Amerikan ordusundan Yarbay Patrick F. Gillis’e bırakalım:

"Tarihe baktığımızda, Türkiye’deki siyasal yapının, ordunun etkisini sınırlamada kifayetsiz ve isteksiz olduğunu görürüz. Ancak bu durum, 2003 yılı itibarıyla değişmeye başlamıştır. ABD-Türkiye ilişkileri, soğuk savaş yıllarının askeri ortaklığından, çok yönlü bir ortaklığa dönüşmelidir. Türkiye’nin ABD ile kalıcı ve geliştirilmiş bir stratejik ortaklık kurabilmesi için bütünüyle demokratik olması gerekmektedir." (Mayıs 2004)

Bu söylemlerin Türkiye’de yaygınlık kazanmasının bir diğer nedeni de, İngiltere doğumlu "Yeni-Sol"un ithalidir! Bu nedenlerle "Anti-emperyalist Deniz Gezmiş solcu olamaz" diyebiliyorlar. Çevirdikleri öyle çünkü. Neyse, fazla kafa karıştırmayayım.

İşin özünde; Neo-Conlar, önce sosyalisttiler, sonra hümanist solcu oldular ve en son geldikleri yer, ulus devlete karşı anti-emperyalizme inanmayan, solcu liberallik!

New York aydınlarının yazdığını, söylediğini, Türkiye’deki solcu-liberaller bugün büyük bir öfke ve kinle dile getiriyorlar.

Kızgınlıkları biraz da, göbekten bağlandıkları neo-liberalizmin ve ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasının küresel kriz ile çökmesinin endişesinden kaynaklanıyor.


Soner Yalçın

Kaynak : Hürriyet Gazetesi