Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
[COLOR="red"]Ferai TINÇ

Üç örnek üç keşke



DEMOKRASİ ve Medya konulu bir toplantı için Sofya’dayım. Güneydoğu Avrupa Medya Orgütü SEEMO’nun düzenlediği toplantıda Bulgaristan Başbakanı Sergei Stanişev’i dinledik. Bir saat ülkesindeki basın özgürlüğüyle ilgili sorguya çekildi desem yeridir. Demokrasi için basın özgürlüğüne inandığını söylüyor ve görevinin basın özgürlüğüne gölge düşmesini engellemek olduğunu düşünüyor.

Dünyanın ümit vaat eden 10 genç lideri listesinde 9’uncuymuş. Bölücülüğe kesin tavırlı. "Muhalefet ortalığı karıştırmak istiyor. Türkler çocuklarına Bulgar ismi versinler diyorlar. Amerika’da herkes Amerikan isimleri veriyormuş, cahiller. Bakın bugün Amerika Obama isimli birini başkan seçti" diyor.

Örnek bir.

Bulgaristan Başbakanı Stanişev’i izlerken keşke biz de eleştiriler karşısında böyle ölçülü, etnik kimliklere böyle saygılı, düşünce özgürlüğüne böyle arka çıkan bir başbakana sahip olsak diyorum.

* * *

SABAH erkenden Sofya’ya geldiğim için toplantı zamanına kadar odamda televizyonları izliyorum.

Obama’nın zaferi için Oprah, "Bu ülkede hiçbir zaman olmayan bir şey oldu, avaz avaz şarkı söylemek istiyorum" diyor, Colin Powell öyle heyecanlı ki, Martin Luther King Jr.’un gözlerinden yaşlar geldiğini hatırlatan sunucuya, "Herkes ağladı" derken sesi tirizleniyor, "Herkes ağladı, gördün mü başardık dedik."

Evet esaret tarihi, çatışmayla, kanla, kin ve intikamla değil müthiş ama gerçekten imrenilecek bir uzlaşmayla noktalanıyor.

Siyah oyların yüzde 95’ini alıyor ama beyazların oylarından yüzde 43’ü de Obama’ya gidiyor.

Bayram yapan sadece Kenya’daki köyü değil. Japonya’nın ücra köşesindeki balıkçı kasabası Obama’da da Amerikan seçim sonucu büyük coşkuyla kutlanıyor.

Londra’lı bir genç kız, "Çok mutluyum bu dünyada hep birlikte, barış içinde yaşayabileceğimiz duygusuna kapıldım" diyor.

Ortadoğu zaten Obama diyordu, Rus politbürosu hariç, Obama’nın zaferinden herkes kendine göre bir ümit payı çıkartıyor.

* * *

DÜNYAYI bu kadar sevindiren, Amerika’nın verdiği "değişim" mesajı. Ne değişecek o henüz belli değil ama savaşa karşı, müdahaleciliğe, tek taraflı dünya gücü pozlarına, kavga, tehdit üslubuna dünya kırmızı kart gösteriyor.

Obama, 30 yaş ve altı seçmenin yüzde altmışından oy alıyor. 50 yaş ve üstü ise McCain’i tercih etmiş çoğunlukla. Amerika’nın yeni başkanı genç Amerika’yı temsil ediyor.

Bu Amerika çok ilginç olacak. Ortak değerleri yeniden canlandırmak için geleneklere dönen ama özgür Amerika.

California, Florida ve Arizona’da eşcinsel evlilikleri yüzde ellilerin üzerinde oyla yeniden yasaklıyor Yeni Amerika.

Obama, kendi halkının değil, dünyanın da duymak istediği mesajı veriyor. Barış ve kardeşlik.

Onu dinlerken imreniyorum, "Düşsek de kalksak da bir ulus tek halkız. Önümüzde uzun bir yol, dik bir yokuş var. Birlikte aşacağız" diyor.

Örnek iki. Obama’ya imreniyorum. Söylediklerinden çok üslubuna bakıp "Keşke biz de de böyle bir yönetim üslubu olsa" diyorum.

* * *

MCCAIN’e oy verenler bile sonuçtan memnun görünüyorlar. Bir ruh dolaştı Amerika’nın üzerinde. Oy kullanırken öncelik yüzde 65 ile ekonomide. Terör gerilere yüzde 10’ların altına düşmüş. 11 Eylül sendromu belirlemiyor artık Amerika’yı. Demokratı kadar Cumhuriyetçisi de yeni başkandan Amerikan rüyasını yeniden yaratmasını istiyor.

McCain, "Beni destekleyen Amerikalılardan onu tebrik etmekle kalmamalarını istiyorum" diyor kendi seçmenini "iyi niyet" ve "dürüstlükle" yeni başkana yardımcı olmaya çağırıyor.

Onu da imrenerek dinliyorum.

Ülkenin geleceğine güveni tazeleyen böyle bir siyaset kültürünü ne kadar özlüyorum. Keşke, keşke, keşke bizde de böyle olsa.
Yılmaz ÖZDİL

Türkiye’nin zencileri...



Başbakan diyor ki:

"Zenciyim."

Partisinin adı ne?

"Ak."

*

Beyaz misyoner rahip, Afrika’ya gitmiş, bir kabilenin yanına kiliseyi kurmuş. Gel zaman git zaman, kabile reisinin kızı doğum yapmış, bebek beyaz... Kabile reisi, rahibi yakaladığı gibi kazanın içine koymuş, alttan ateşi yakmış... Rahip başlamış ağlamaya, "Günahımı alıyorsunuz, bunun benimle alakası yok, genetik bir durum, bakın mesela şurada bir koyun sürüsü var, hepsi beyaz, bir tane kuzu siyah, o nasıl oluyorsa, bebek de öyle olmuş" demiş. Kabile reisi, ateşi söndürmüş hemen, "Sen kara kuzuyu unut, ben de beyaz torunu!"

*

Şaka bir yana.

Ne AKP’lilerdir, ne de Kürtler...

Türkiye’nin zencileri kadınlardır.

*

Aralarında Obama gibi iyi eğitim almış, toplumda saygın yere yükselmiş olanları vardır ama, çoğunluğu "köle" seviyesinde bırakılmıştır. Kasten... Okutulmazlar.

"Kaşık düşmanı" olarak görülürler.

Boğaz tokluğuna çalıştırılırlar.

Git Anadolu’ya...

Erkekler kahvede.

Kadınlar tarlada.

Üstlerine "tapu" yapılmaz.

Erkekse, çapkındır...

Kadınsa, orospudur.

"Törerizm" kurbanıdırlar.

Öldürülürler.

*

4 karı!

*

Saçı uzun aklı kısa, elinin hamuruyla erkek işine karışma, kızını dövmeyen dizini döver, karnından sıpayı sırtından sopayı...

Uganda atasözü müdür?

*

Rizeli çakma zenci, niye habire "En az 3 çocuk" diyor? Kendi bakmıyor çünkü...

Erkek gezip tozacak.

Kadın dizini kırıp, evde çocuk bakacak!

*

Uzatmayayım.

Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyun, öyle cevap verin... 14 yaşında kız çocuğuna musallat olan adamı, Afrika’nın en ilkel kabilesinde bile savunan çıkar mı?
Bekir COŞKUN

Telefonda yedi kişiyiz...


KİMSE cep telefonu ile huzurlu, güven içinde konuşamıyor, herkes dinlendiğini düşünüyor.

Ki bu doğru...

Ben telefonla eş-dostla konuştuğumda aslında iki değil üç kişi olduğumuzu bilirdim. Şimdi, diyelim ki Osman’la konuşurken aslında yedi kişi oluyoruz:

Polis İstihbarat, Jandarma İstihbarat, MİT, Kaçakçılık Dairesi, Özel Birim...

Etti beş...

Osman altı...

Ben yedi...

Yani odama gelip ellerini kulaklarının arkasına huni yapıp dinleseler, oturtacak o kadar koltuğum moltuğum yok, kimisi ayakta durarak dinlemek zorunda...

*

Olsun...

Devletin selameti için.

Zaten toplumda herkes dinlendiğini bildiğinden şizofrenik bir ruh hali var insanlarda.

Ve dostlar benimle konuştuklarında, durup dururken niye "Yani benim en çok sevdiğim şey vatandır..." demelerini anlarım va asla şöyle sormam:

"Şimdi ne alakası var, kedinin evden kaçması ile senin vatanı çok sevmenin?..."

Bu arada telefondaki heyet anlamasın diye şifreli konuşmayı da öğrendi vatandaşlarımız:

"Orasına baktın mı?.."

"Baktım şeyi iyi..."

"Hımmm..."

"Girdi-çıktısı otomatikli..."

"Aaaaa... Otomatikli olanını da ilk defa duyuyorum..."

Araba mı almış, ev mi, çamaşır makinesi mi?..

İnsanlar; maliyesinden polisine, jandarmasına kadar, devletin kendilerini dinlediğini varsayıp, en doğal ve yasal haklarını bile gizlemeye çalışıyorlar.

Birisi kapınızı dinlediğinde bunun en büyük "ahlaksızlık" olduğunu bilseniz de, devlet sizi dinlediğinde bu "yasal" oluveriyor.

Şizofren bir topluma geçişin ilk adımları bunlar.

Demokrasiyi arayan, ama ceplere yerleştirilmiş polisler, istihbaratçılar, hafiyeler ile sindirilmiş-korkutulmuş bir milletin trajikomik hali...

Telefonla iki kişi konuştuğumuzda...

Aslında yedi kişiyiz...
[COLOR="red"]Mehmet Ali BİRAND

Gençlerimizi de kendimize benzetmişiz!


Abbas Güçlü’nün Genç Bakış’ını izlerken gençlerimizi de kendimize benzettiğimizi görmek içimi sızlattı. Gençlere de tabulara tapınmayı öğrettik. Onlar da sorgulamadan, klişelere sarılıyorlar. Oysa insan üniversitelilerden kalıpları kıran, yerleşik fikirlere karşı çıkan yepyeni açılımlar bekliyor.


Abbas Güçlü’nin GENÇ BAKIŞ’ı bu hafta rekor kırdı. Zaten daima ilgi toplayan bir programdır, ancak bu hafta Can Dündar’ın ünlü MUSTAFA filmini tartıştırdığı için, daha da bir heyecanlıydı.

Bu film hakkındaki görüşlerimi defalarca yazdığım için, burada tekrarlamayacağım. Beni asıl üzen, bazı öğrencilerin sloganlardan öteye geçemeyen, artık çiğnene çiğnene bıkkınlık getirmiş görüşleri tekrarlamalarıydı. Hani nerede o genç adamın farklı bakışı? Programı izlerken, o acı gerçek bir daha karşıma çıktı. Gençlerimize de, kendimiz gibi, tabulara tapınmayı öğretiyoruz.

Üniversite dediğiniz nedir?

Gençlerin nasıl olmalarını istersiniz?

Babalarından, annelerinden daha ileri ve farklı bakan, başka bir dünyanın mensubu olmalarını arzulamaz mısınız?

Nerede... Bizim kuşağımızın küçük birer kopyası konumundalar. Gazete manşetleriyle cümle kuran, bazı yazarların kullandığı klişelerle konuşan bir gençlik.

Allahtan Can Dündar sinirlenmedi ve mütevazi yaklaşımıyla gençlere amacını çok iyi anlattı. Onlara adeta vizyon dersi verdi. Yine de, gecenin geç saatlerinde televizyonu kaparken içim sızlamadı, değil.

SABANCIYI TEBRİK ETMEK GEREKİR...

Can Dündar’ın gerçekleştirdiği Mustafa filminin sponsorluğu da tartışma konusu oldu.

Turkcell’in sponsorluktan ayrılma nedeni, bazı çevreler tarafından sert şekilde eleştirildi. Recep İvedik’e milyonlar veren firmanın sonradan korkup vazgeçmesi tepki yarattı. Ben, neden böyle bir tepki gösterildiğini doğrusu anlamakta güçlük çektim. Turkcell kendi açısından haklı. Büyük bir firma olarak, ister istemez neyin kendileri için hayırlı, neyin zararlı olacağını herkesten iyi bilirler. Belki daha önceden hareket etseler, yani zamanlamasını iyi ayarlasalar, bu kadar sorun olmazdı.

Ancak bütün bu kargaşa içinde kimsenin aklına Sabancı Grubuna teşekkür etmek gelmedi. Oysa, Güler Sabancı hemen onayını vermese, Mustafa çekilemezdi. Proje olduğu yerde kalırdı. Sabancı’lar çok doğru bir adım attılar. Ne yazık ki Turkcell’i eleştirme yarışındakiler Sabancı’yı alkışlamayı unuttular.

TRT, SON KARARINI VERECEK...

Suna-İnan Kıraç Vakfının Tepebaşı’nda yaptırmayı planladığı Kültür Merkezi yavaş yavaş yılan hikayesine dönüyor. Top hala TRT’nin sahasında. Genel Müdür İbrahim Şahin ödeme konusunda bir formül arıyor. İnan Kıraç ile anlaşmaya varılan meblağ ile Tepebaşı’ndaki arsanın değeri arasında bir fark bulunduğu ve bunun giderilmesine çalışıldığı belirtiliyor.

Her zaman olduğu gibi, bu konuda da son söz Başbakan’ın olacak. Duyduğuma göre, Topbaş da, bu işin biran önce bitmesi için TRT Genel Müdürünü aramış.

Eğer sorun daha da sürüncemede kalırsa, yaşanan krizinde etkisiyle, Kıraç Vakfı projeden vazgeçecek gibi görünüyor. Devleti koruma adına bu projeyi batırma şerefi de, bazı bürokratlarımıza kalacak.

TRT, SON KARARINI VERECEK...

Suna-İnan Kıraç Vakfının Tepebaşı’nda yaptırmayı planladığı Kültür Merkezi yavaş yavaş yılan hikayesine dönüyor. Top hala ortada. Genel Müdür İbrahim Şahin , İnan Kıraç ile anlaşmaya varılan meblağ ile Tepebaşı’ndaki arsanın değeri arasında bir fark bulunduğu ve bunun giderilmesi gerektiğini belirtiyor. “Özel bir şirkete değerlendirme yaptırdık. 2005’te 16 trilyon YTL olan fiyat bu yıl 25 trilyon’a çıkmış. Daha ucuza veremem. Ben bir Devlet memuruyum. İnan bey’de beni anlamalı” diyor. Kıraç ise, bu görüşmelerin 2005’ten bu yana TRT’nin direnmesi nedeniyle uzadığını söylüyor ve 9 trilyonluk bir fark ödenmesine karşı çıkıyor. “Aynı yerde en son satılan yerlerin fiyatları ortada. Çok fahiş bir rakkamla karşı karşıyayım. Ben oraya shopping mall yapmıyorum. Kültür Sarayı yapıyorum. Başka ülkelerde bırakın bu kadar para istenmesini, devlet 1 dolara yer gösterir. Eğer ilk söyledikleri fiyatta dururlarsa, gerçekten istiyorum ve samimilerse ben de varım” diyor.

Önümüzdeki günlerde TRT Genel müdürü ile Kıraç tekrar buluşacaklar ve karşılıklı son kararlarını verecekler.

Eğer sorun daha da sürüncemede kalırsa, yaşanan krizinde etkisiyle, Kıraç Vakfı projeden vazgeçecek gibi görünüyor.

BİR DEĞER KAYBETTİK

Mehmet Ali Gökaçtı, Türk okurunun çok tanımadığı, ancak yayın dünyasının hem çok iyi tanıdığı, hem de çok sevdiği bir araştırmacı yazardı. 45 yaşında kalbi dayanmadı. Galatasaray camiasının güler yüzlü, mütevazi ve çalışkan bir üyesiydi. Radikal Kitap’ın ve İletişim Yayınlarının önemli yazarlarından biriydi. Yeterince farkına varamadığımız bir değerimizi kaybettik.

FİLM YERİNE ÇOCUKLARLA UĞRAŞIN

İngiliz ITV televizyonunda yayınlanan ve Sarah Ferguson’un kıyafet değiştirip, zihin engelli çocukların yatağa bağlanma sahneleriyle milyonlarca insanı rahatsız eden filmi sonunda gösterildi.

Başta, Bakanımız Çubukçu olmak üzere Ankara ayaklandı.

Diplomatik servisler, harekete geçti. 10 gün süreyle herkes işini gücünü bıraktı, bu olayla ilgilendi. Ancak, bunca zaman harcama sadece filmin gösterilmesini engellemeye yönelikti. Yani ayıbımızı kapatmak, halının altına sakladığımız pisliklerin görünmesini engellemek içindi.

Eğer bakanlarımız bunca çabayı, bu yurtları düzeltmek için harcasalardı, çok daha memnun olurduk.

Sarah Ferguson, bizim bir ayıbımızı ortaya koydu. Üstelik bilmediğimiz birşey de değil. Yıllardır bu acı ile yaşıyoruz.

PİYANİST BAŞKAN

Menderes Türel’i henüz Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı olmadan önce tanıdım. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası başkanıydı. Pırıltılı, dinamik ve sevilen bir lider adayı olarak sivrildi. Adı Menderes olunca yaşamını da merkez sağ siyaset belirlemişti. AKP’den belediye başkan adayı oldu ve Deniz Baykal’ı evinde vurdu. Bir başka isim aday olsa aynı oy oranını toplaması zordu. Kısa sürede Antalya’ya çağ atlattı. Hedefi Antalya’yı bir dünya kenti yapmaktı. Bu amaç doğrultusunda hafif raylı sistemden alt yapı çalışmalarına, Altın Portakal’dan alt geçitlere kadar pek çok tarihi proje gerçekleştirdi. Ardından bir dünya kentine yakışın meydan düzenlemesini üstelik vilayet binasını yıkmak pahasına yürürlüğe koydu. ;

Antalya’ya yakışan bir başka festival daha var. Piyano Festivali. Dokuzuncusu gerçekleşiyor. Dünyanın önde gelen piyano virtüözleri bu festivalde buluşuyor. Bizim Anadolu kenti diye tabir ettiğimiz Antalya Fazıl Say’ın bile “idölüm” dediği İvo Pogorelich ve Grammy ödüllü caz ustası Gonzalo Rubalcaba, Chano Dominguez gibi ustaları ağırlıyor. Festival dün bir açılış konserine sahne oldu. Bu defa sahnedeki isim Menderes Türel’di. Evet, yanlış okumadınız. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Şef Gürer Aykal yönetimindeki Antalya Opera ve Balesi Orkestrası ile Bach’ın fa minör piyano konçertosunu seslendirdi. Tam iki yıldır geceleri iki saatini bu konsere ayırmış. Bana yolladığı davet mektubunda, “amatör” bir çaba olarak nitelendirdiği bu özelliğini, “siyasetin iddiasını ve hırsını insani kılan bir heyecan” olarak nitelemiş. Ne mutlu ki Türkiye’de böyle belediye başkanlarımız var. AKP’nin çağdaş ve gülen bu yüzünü bakalım gelecekte başka hangi koltuklarda göreceğiz.

HAMDOLSUN, KÖTÜ YÖNETİLİYORUZ

Doğal Gaz ve Elektrik zamları beni çok şaşırttı. Şaşırmamın nedeni, hükümetin ülkeyi yönetme konusundaki beceriksizliğinin bu şekilde ortaya çıkmasıdır.

Düşünebiliyor musunuz, iktidar tam 60 ay süresince kamuya elektrik zammı yansıtmamış. Doğalgaz fiyatları da 16 ay süresince sabit tutuldu. Oysa zam yapılması gerekiyordu. Ancak, önce 2007 seçimleri, ardından da 2009 yerel seçimleri düşünülerek zam yapılmadı. Tabii, enflasyonu düşük seviyede tutma kaygısı vardı.

Sonuçta ne oldu?

Bıçak kemiğe dayanana kadar, gereken zamlar bütçeden karşılandı. Ancak gün geldi, artık taşınamaz duruma gelinince 1-2 ay içinde yüzde 80’lere varan zamlarla toplum sarsıldı.

Neden? Bu kadar beklemeye ne gerek vardı? İyi yönetim bu mudur?

FİKRİMİZİN REHBERİ

Erol Mütercimler’in son kitabının adı böyle. ALFA yayınevi tarafından piyasaya çıkarıldı ve tamı tamına 1194 sayfa. Koca bir tuğla kalınlığında. Ancak Atatürk’ü anlatan en ayrıntılı, en belgeye dayalı bir kitap. Eğer Atatürk konusuna önem veriyorsanız, mutlaka edinin.

ZİYA GÖKALP’İ DOĞRU TANIMAK

Orhan Karaveli, her zaman olduğu gibi Ziya Gökalp’e de farklı bakmış. (Doğan Kitap) son derece dikkatli alıntılar ve yorumlarla Gökalp’i bize anlatıyor. Türkiye’yi tanımanın yolu Gökalp’i doğru tanımaktan geçiyor.
Oktay EKŞİ

Bölücü denmezmiş


RAPORUN kendisini henüz okumadık. Zaten okusak da onun "içerik" yönünden ele alınıp değerlendirilmesi ayrı bir konu olurdu. Oysa elimizde TBMM İnsan Haklarını İnceleme Alt Komisyonu’nun Hakkári, Yüksekova, Siirt ve Van’daki Nevruz olaylarına ilişkin raporunda kullanılan "terimlere" ilişkin bir haber var.

Dünkü gazetelerde de bildiriliyordu:

Komisyonun Demokratik Toplum Partisi (DTP) mensubu üyesi Akın Birdal, raporda PKK’dan söz edilirken kullanılan "bölücü terör örgütü" ifadesinin "komisyonu taraf haline getirdiğini" ileri sürerek, bu sözün "evrensel insan hakları terminolojisine uygun olmadığını" dile getirmiş. Birdal’a göre Abdullah Öcalan’dan, "bölücü terör örgütü başı" diye söz edilmesi ve değerlendirmelerde "bölücü", "terörist" gibi deyimler kullanılması da doğru olmazmış. "Komisyon yapıcı ve uyarıcı" olmak zorundaymış. Zaten BBC’de de PKK’dan söz edilirken "Bölücü terör örgütü" denmiyormuş.

Gerçi raporda "bölücü" kelimesi de kullanılmış ama Başkan Prof. Dr. Zafer Üskül, "Raporu yabancı dillere çevirince zorluk olmasın diye sonuç bölümünde ’ayrılıkçı’ kelimesini kullandıklarını" belirtmiş. Hürriyet muhabirine de "Dolayısıyla herhangi başka anlam aramamak gerekir" demiş.

Raporu hazırlayanların iyi niyetini sorgulayacak değiliz. Çünkü komisyon üyelerinin bu konuda herhangi birimizden daha az duyarlı olduğunu veya olacağını düşünmüyoruz.

Lakin DTP milletvekili Akın Birdal’ın tepkisi doğrusu bizi duraklattı. Şundan dolayı:

Bir konuda hangi kavramın kullanıldığı özellikle uzun vadeli siyasi mücadelelerde çok önemlidir. O nedenle başta temkinsiz bir yaklaşımla kullandığınız bir kavramı bir süre sonra "Sen o tarihte bu konu için şu kavramı kullanmamış mıydın?" diye insanın gözüne sokarlar.

Örneğin biz ülkenin Güneydoğu’sunda yıllardır sürüp gelen olayları "terör" diye niteleriz. Onun amacının bu ülkeyi bölmek olduğunu -kendi beyanlarına dayanarak- bildiğimiz için o örgütün "bölücü" olduğunu söyleriz. Bu terimi kullandığımız için de o eylemlerin "suç" olduğunu savunuruz.

Oysa olayı bizim gibi görmeyenler, Türkiye’nin demokratikleşmesinden başka bir amaçları yokmuş gibi göstermeye çalışırlar. Yumuşak bir ifadeyle bu ülkede biri Türk diğeri Kürt olmak üzere iki ayrı "halk" olduğunu kafalara sokmaya çalışırlar. "İki ayrı halk" kavramını bir kere zihinlerde yerleştirdikten sonra sıra "şu halka şu hakların verilmesine" gelir. Örneğin önce "özerklik" denir. Sonra sıra merkezi idareyle maraza çıkarıp "bağımsız"lık kavgası başlatılır.

Kısaca, kulağınızı ve kafanızı alıştırdığınız o bir kısmı pek masum görünen terimler, başkalarının elinde koz haline gelir ve kendinizi hiç de istemediğiniz noktada bulursunuz.

Akın Birdal’ın gül hatırı için "bölücü"yü "ayrılıkçı"ya çeviren Komisyon üyeleri kusura bakmasınlar:

İki terimin arasında fark yoksa, neden "bölücü"yü değil de ötekini kullanıyorlar. Öyle ya, onlar BBC’de yayınlanacak haber yazmıyorlar. Kaldı ki Komisyon üyeleri terör örgütü karşısında "tarafsız" olmaya da mecbur değil. Onlar TBMM adına görev yapıyorlarsa, bu ülke Anayasasının kurduğu "ulus devlet"ten yana olmalarından daha başka ne söz konusudur.
İlter TÜRKMEN

Parlak zaferden sonra acı gerçekler


BARACK Obama’nın başkanlık seçimlerinde kazandığı parlak zafer yalnızca Amerika’da değil, fakat neredeyse her tarafta büyük sevinç ve heyecanla karşılandı. ABD’nin Bush yönetimi devrinde dibe vuran prestiji bir anda yükseldi.

Obama’ya Amerikan halkının yanı sıra bütün dünya büyük ümitler bağlamış bulunuyor. Ne var ki, inanılmaz derecede güçlüklerle dolu bir zamanda ABD’nin kaderini ele aldığı da bir gerçek.

Bunun farkında olduğu içindir ki, seçimi kazandıktan sonraki konuşmasında, vaat ettiği köklü değişim sürecinin tamamlanması için birkaç ayın, bir iki yılın değil, belki de bir dönemin bile yetmeyeceğini özellikle vurgulamak istedi.

* * *

Ekonomik açıdan bakıldığında Türk siyasetinde çok sık kullandığımız bir tabirle Obama’nın bir enkaz devraldığını söylemek yanlış olmayacaktır. ABD halen 1929 krizinden beri görmediği boyutta bir buhranın içinde.

14 trilyon dolarlık bir milli gelire karşın dış borcu 8 yılda 10 trilyon dolara varmış. İşsizlik ve fakirlik gittikçe artıyor. 450-500 milyar dolar civarında olan bütçe açığına şimdi, finans kuruluşlarını iflastan kurtarmak amacıyla oluşturulan paketin 700 milyar dolarlık maliyeti eklenecek.

Bu durumda Obama’nın, programında yer alan, dar gelirlilere yardım, sağlık sigortası sisteminin reformu, "mortgage" krizi yüzünden evlerini kaybedenlere mali destek, çevre ve yenilenebilir enerji kaynakları için öngörülen yaklaşık 300 milyar dolarlık finansmanı nasıl bulunacağı belli değil.

Dış politika gündemi de en az ekonomik gündem kadar Obama’yı zorlayacak. Irak, Afganistan, Pakistan ve İran’da karşılaştığı sorunlar acil çözüm bekliyor. Irak’tan ABD’nin kuvvetlerinin 16 ay içinde çekilmesini öngören planının uygulanması ne derecede mümkün olacak? Irak’ın kendi iç dinamikleri ABD kuvvetleri çekildikten sonra ülkenin istikrarını, iç barışını ve toprak bütünlüğünü nasıl etkileyecek?

Irak’ta bir sivil savaş patlak verirse komşu ülkelerin tepkileri ne olur?Bu sorulara yanıt bulmak hiç de kolay değil. Afganistan’a gelince, Obama Irak’tan çekeceği iki tugayı oraya göndermek istiyor. İyi de, ne kadar kuvvet gönderirdeniz gönderin Taliban ve El Kaide tasfiye edilebilir mi?

Şu sırada Taliban’a karşı bir açılım, onun bir kanadı ile temas kurmak da gündemde. Taliban’ın da katılacağı bir koalisyon hükümeti Afganistan’da ne kadar kalıcı olur? Taliban El Kaide’ye karşı cephe alır mı? Cevapsız kalacak çok soru var.

Afganistan’daki gelişmelerin Pakistan’ın siyasi istikrarı ve Pakistan-ABD ilişkileri üzerindeki etkisini de unutmamak gerekir. Taliban ve El Kaide Pakistan’da hükümetin kontrol edemediği veya kontrol etmek istemediği bölgelerden destekleniyor ve besleniyor.

Afganistan’daki istikrarsızlık Pakistan’a sirayet ediyor. Bugün, üstelik, ekonomik çöküntünün eşiğinde olan Pakistan’da yönetimin güçlü ve tutarlı bir politika izleyecek kapasitede olduğu söylenemez.

* * *

Obama İran’a da açılımda bulunmak niyetinde. İran’ın nükleer programlarını Tahran ile önkoşulsuz müzakereler yoluyla durdurmayı denemek istiyor. Başarılı olursa bir çatışma önlenmiş olur. Fakat İran nükleer silah imaline yönelik uranyum zenginleştirmesine devam ederse ve İsrail ABD’nin havadan saldırılarla müdahalede bulunması için ısrarlı davranırsa veya bizzat kendisi Iran nükleer tesislerini bombalarsa ne olacak?

Rusya’ya gelince, Obama seçilir seçilmez, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirilecek füzesavar sistemine karşı Baltık kıyısına kısa menzilli füzeler konuşlandıracağını açıkladı. Rusya’ya karşı güdülecek politika da öncelikler arasında.

Obama’yı bekleyen daha da çok karmaşık ve zor sorunlar mevcut. Çok güçlü bir kabineye, yaratıcı ve deneyimli bakanlara ve danışmanlara, müttefiklerinin desteğine, kendine güvene ihtiyacı büyük.
[COLOR="red"]Zeynep GÖĞÜŞ


Blue Label ve Obama



’BLUE Label deneyin’ dedi Ekrem Demirtaş, "ama ağzı kapalı şarap kadehinde içeceğiz ki aromasını hissedelim. Bardaklar da buzluktan yeni çıkmış olmalı..."

İzmir Ticaret Odası Başkanı alkollü içecek sektöründe olmasına rağmen adı AKP adayı olarak İzmir belediye başkanlığı için geçmeye başlamış. Efes Oteli’nin havuz başında bize katılan bir gazeteci dostumun söylediğine de bakılırsa "Şayet AKP gerçekten onu aday gösterebilirse din partisi değil merkez partisi olduğunu kanıtlamış olur ve İzmir’i de alır"mış...

Artık o kadarını bilemem, ama Büyük Efes’in açılışına çocukken katılıp aradan yıllar geçtikten sonra tesadüfen aynı mekanın bu kez Swissotel olarak açılışına tanık olmak varmış kaderde. Avrupa İşleri Enstitüsü’nün düzenlediği Kuzey-Güney Avrupa Forumu bu yıl İzmir’de yapıldı ve açılışı Türk turizminin ilk gözbebeği sayılan bu otelin ikinci kez dünyaya gelişine denk geldi. İzmir Ticaret Odası, dört cumhurbaşkanı, pek çok bakan ağırlayan bu toplantıya ev sahipliği yaptı.

Kuzey Güney Avrupa toplantılarının patenti işadamı Şarık Tara’ya ait. Türkiye’yi en üst düzeyde nasıl Avrupa gündeminde tutarız diye kafa patlatırken 9 yıl önce onun inisiyatifiyle başlıyor bu toplantılar. Hatırlar mısınız, Özal zamanında işadamlarına başbakanın peşine takılıyor diye kızılırdı. Şimdi keşke aynı kalibrede Türkiye lobisi yapabilen işadamları- Şarık Tara gibi, Jak Kamhi gibi- yetişse de kimin peşine takılırlarsa takılsınlar.

* * *

Biz kendimizi sorunlu sanırız, ama gelin görün ki Kosova ve Sırbistan kavgalı, Yunanlılar da Makedonya’nın bu adı kullanmasını hálá sindiremediklerinden İzmir toplantısında yoktular. Yunanistan’ın kuzeyinde Makedonya var ya, bakarsın ileride bölünür, birleşirler korkusu...

Ama doğrusu Bosna Hersek Başkanı Prof. Haris Silajdzic’i dinleyince diğerlerinin yokluğunu daha az hissettik. "AB kale değildir, bir barış projesidir, kıtanın barış ve özgürlük içinde birleşmesidir" dedi ve Bosna soykırımını unutturmak isteyenlere çatarak, "Soykırımın haklı gösterilmesi bizim geleceğimiz olamaz" diye çıkıştı.

Bosna’nın işi zor, bir tarafta Amerika için ılımlı İslam modeli küçük uygulama projesi (büyüğü Türkiye, ama orada zorlanacaklarını görüp Balkanlar’a geçtiler), diğer tarafta da Müslüman kimliği nedeniyle AB’de yükselen Hıristiyan demokrat kamplaşmanın dışında kalıyor.

* * *

Bu arada Avrupa Birliği Türkiye için İlerleme Raporu’nu açıkladı ve Obama seçildi. İlerleme Raporu’nun yaklaşımı dengeli ama yüzeysel. Epey ruhsuz, biraz da sanki politika olarak durağanlık benimsenmiş. Hırvatistan için ise güzel güzel "2009 sonu müzakerelerinin tamamlanması beklenmektedir" demekte AB.

Obama ise Amerikan bağışıklık sisteminin ürettiği güçlü bir antikor. Bünye kendi kendini korudu. Güç kartları yeniden dağılacak. Dünya bundan etkilenirken Türkiye de Obama sonrasının yeni oluşacak dengeleri içinde bir yere oturacak. Tali mesele gibi görünebilir ama, siz yine de Blue Label sevenlerin AKP’den belediye başkanı adayı olup olamaması ile Obama arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmayın.