Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür...


Baltalar elimizde


Uzun ip belimizde

Biz gideriz ormana, hep ormana...

Karşılıklı geçeriz

Testereyle biçeriz, hop biçeriz...

Ağacın yanında dur

Baltayı sağdan savur

Bir de sol taraftan vur...

*

Çocuklara verdiğimiz bilinç bu.

*

O kadar çok "kereste" var ki...

Anlatamazsın ağaç sevgisini.

*

Bakın, Antalya’da golf otelleri yaptılar... Bir iddiaya göre 500 bin, bir iddiaya göre 150 bin ağaç kesildi, yer açmak için... Bu otellerin yıllık su ihtiyacı, 600 bin ton!

Çünkü malum, golf sahalarının yemyeşil çim olması gerekiyor.

*

Bir helikopter 4 ton su taşıyor...

Yani, yangın söndürmek için değil, golf otellerini sulamak için kullansak, 150 bin sorti yapmaları lazım!

*

365 gün yağmur alan Allah’ın nimeti Karadeniz’e golf oteli yapıp, doğal yollarla sulayıp, turist gelmeyen Karadeniz’e turist çekeceğine... Çöl sıcağındaki Antalya’ya golf oteli yapıp, hem ağaçları katlediyorsun, hem de İsrail’in, Suriye’nin savaşı göze aldığı suyu, çime döküyorsun... Sonra da "vah vah ormanlar yandı" falan diye üzülüyorsun.

*

Ergenekon davasında bülbül kesilen Turizm Bakanı, turizm cenneti cayır cayır yanarken, golf için şakır şakır ağaçlar kesilirken, dut yemiş bülbül gibi...

Peki, bir gece avanta kalabilmek için o golf otellerine methiye düzen Bizans basınının kaşarlarından çıt var mı?

Yok.

*

Vay efendim neymiş...

"Ciğerimiz yanıyor"muş.

Hadi len!


YILMAZ ÖZDİL
]Demokrat (!) takkeler bir daha düşerken..


17 ölü.. 17 çocuk öldü.. Aradan günler geçti ve korkunç tablo ortaya çıktı..
17 ölü var..
1 tane sorumlu yok..
17 ölü var..
1 tane şikâyetçi yok..
17 ölü var..
Ve benim Demokrat (!) leşkerlerimden tek satır yorum yok..
Ortadaki dehşete bakar mısınız?..
Hepsi birbirinden beter, hepsi birbirinden korkunç üç dehşete..
Aslında üçüncüye pek dehşet denemez..
Bu takkelerin düşmesi ve altındaki cerahat dolu kelin ortaya çıkmasıdır. "Demokrasi" maskesi altındaki menfaat döneklerinin teşhiridir..



Bina kaçak.. Üstelik yapımı çürük.. Hani Yalova evleri gibi bir cinayet tuzağı..
Kurs kaçak.. Yurt kaçak..
Yani nerden bakarsan, ihmal, göz yumma, görmezden gelme sonucu 17 çocuk, yani bu ülkenin sözüm ona en kıymetli varlıklarından 17'si pisi pisine gidiyor..
Bu çocukların anne ve babalarından bir teki, tek bir tanesi şikâyetçi olmuyor..
Neden?..
Çünkü çocuklarını oraya "Din" uğruna teslim etmişler.. Çocuklarının din uğruna öldüklerini, şehit sayıldıklarını düşünüyor ve "Allah verdi, Allah aldı" kaderciliği içinde susup oturuyorlar..
İşte yüzde 47 bu!.. Yüzde 47'nin sebebi bu..
İşin içine din girdiği zaman, insanlar "Ölüm"de bile haklarını aramıyor, haksızlığa isyan etmiyor, çocuklarının göz göre göre öldürülmesine ses çıkarmıyorlar.
Öz çocuklarının ölümüne ses çıkarmayanlar, neye itiraz ederler ki?.
Laikliğe karşı faaliyetlerin merkezi olduğu bu ülkenin en büyük mahkemesi tarafından kabul ve ilan edilen partinin oy uğruna kullandığı ortam işte bu..
İslam'la, Siyasal İslam'ın farkı bu.. Dindar olmakla, dinci olmak arasındaki korkunç fark, korkunç uçurum bu..
Beyinler böyle yıkandığında, "Din" adı altında afyonlanma bu ölçüye vardığında, öz çocuğunun ölümünü bile sessiz kabullenen insanların nasıl ve niçin kime oy verdiğini araştırmaya gerek var mı?..



Fransa'da bir askeri tatbikatta, erin silahında plastik yerine gerçek mermi kondu. 17 er yaralandı. Ölü falan yok.. 17 yaralı..
O erin bölük komutanı değil, tabur, alay komutanı değil, tümen, kolordu, ordu komutanı değil, Kara Kuvvetleri Komutanı da değil, Fransa Genelkurmay Başkanı istifa etti..
Demokrasi ve sorumluluk deyince bu..
Bizde bina çürük, üstelik kaçak, kurs kaçak, yurt kaçak.. Vilayet, Kaymakamlık göz yummuş, belediye göz yummuş, itfaiye, Milli Eğitim, Diyanet göz yummuş.. 17 çocuk ölüyor bunca ihmal sonunda ve kimsenin kılı kıpırdamıyor. İçişleri Bakanı yerinde.. Milli Eğitim Bakanı yerinde.. Diyanet'ten, yani Kuran Kurslarından sorumlu Devlet Bakanı yerinde.. Vali, kaymakam, belediye başkanı yerinde.. Diyanet İşleri Başkanı, İl Müftüsü, Emniyet Müdürü, İtfaiye Müdürü yerinde..
Yahu böylesi bir gaflet, dalalet, hatta hıyanet içinde 17 çocuk ölmüşse, bir, tek bir devlet görevlisi kendini sorumlu hissetmez mi?.. Tek bir devlet görevlisi, devlet tarafından sorumlu bulunup anında işten el çektirilmez mi?..
Hadi onlar derin devlet.. Bunlar ne, her şey meydanda iken?.
Bu ülkede sorumsuzluklar, gafletler, dalalet ve hıyanetler sonucu ölenler öldükleriyle kalacak, ölümlerden sorumlu olması gerekenler, her şey yanlarına kâr, sefalarına devam mı edecekler?.
Bu ülkede vicdanen hesap vermek ya da yasal hesap sormak yok mu?.
Konya'da Zümrüt Apartmanı çöktü. 92 kişi öldü.. Hani sorumlu?.
Diyarbakır'da yıkım kararı alındığı halde yerinde duran ana caddedeki binanın altında beş kişi kaldı, öldü.. Hani sorumlu?.
Diyarbakır'ın "İnsan Hakları" deyince mangalda kül bırakmayan Belediye Başkanı'nı eleştirdik. Adam özür dileyeceğine, bizi mahkemeye verdi. Efendim sorumluluk ilçe belediye başkanındaymış.. Yok yahu?.. Melih Gökçek, ODTÜ'yü niye yıkmaya kalkıyor o zaman?. Niye ilçe başkanına bırakmıyor?. Diyarbakır'da ayrı yasa mı var?.
Resmen cinayete yollandı "Hızlı Tren" diye insanlar.. Tek sorumlu çıktı mı?.. O bakan hala bakan.. O genel müdür hâlâ genel müdür..
Mesele bu ülkemizde..
Bu ülkede sorumlu yok..
Bu ülkede kimse kendini sorumlu hissetmez..
Bu ülkede kimse sorumlu aramaz..
Bu ülkede sorumlu bulunmaz.
Sorumsuzlar ülkesinde ölen ölür, kalan sağlar bizimdir..
Bu ölümler "Bol çocuk yapın" diyen Başbakanın ülkesinde, aslında ilahi bir nüfus planlamasıdır.
Biz ölmeye devam edeceğiz.. Bizi öldürenler zerre sorumluluk hissetmeyecek. Bizi öldürenlerden sorumlu olanlar, hesap sorma gereği duymayacaklar.. Bunların tümünün uşağı medya satılmışları da, hakkımızı arama gereği duymayacak, laf ola satırlar dahi kaleme almayacaklar ki, efendileri kızmasın..
Sonra da bunun adı "Demokrasi" olacak!..
Sevsinler!..



[B]Hıncal ULUÇ - SABAH[/B]
]Küçüklere Yaşamsal Öğütler!..

Bak sevgili küçüğüm, görüyorum ki bir türlü anlayamıyorsun...

Halbuki çok basit; Sen Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde doğdun. Bu topraklar üzerinde büyüyüp serpilecek, bu ülkenin yasaları, hukuk düzeni içinde yaşayacaksın.. Yalnızca bu nedenle bile çok dikkatli olmalısın!.. Bu sözlerimin önemini anlamakta güçlük çekebilirsin...

- Yaşamsal öneme sahip olduğunu göreceksin!..

Öncelikle; hiçbir ahval ve şerait altında dahi “devlete karşı” suç işlemeyeceksin!.. Yüzüme bön bön bakışından hiçbir şey anlamadığını görüyorum. Aslında pek de haksız sayılmazsın, şu kadar yıllık gazetecilik yaşamımda bu kavramı anlayabilen bir yurttaşa hemen hiç rastlamadığımı itiraf etmek zorundayım!..

Neyse... Bu kavramın en akla yakın açılımı şöyle. “iktidarda olanları kızdırmaya yönelik hiçbir görüş ve eylemin içinde olmayacaksın!!!”

Nasıl, “böyle demokrasi mi olur” diyorsun?.. Ah ah, ne kadar haklı olduğum çıkıyor ortaya; sen şimdiden potansiyel mapusluksun!..

Kardeşim, mecbur musun devlet büyüklerini karşına almaya. Mecbur musun meydanlara çıkıp hak aramaya?.. Mecbur musun özgürlük, bağımsızlık gibi içi boş kavramların peşinde koşmaya?... Mecbur musun ülkenin zenginliklerinin peşkeş çekilmesine karşı sesini yükseltmeye?.. Mecbur musun kölelik düzenine başkaldırmaya?.. Sana ne... Her koyun kendi bacağından asılır...

- Sonra seni af bile kurtaramaz!..

***

Çok canın çekiyorsa insana karşı, topluma karşı suç işleyebilirsin!..

Buna bir diyeceğim yok... Çok çok birkaç yıl yatar çıkarsın. Üstelik sloganlar eşliğinde omuzlarda bile taşınabilirsin:

-Türkiye seninle gurur duyuyor!..

Şaşırma!. Eli kanlı katiller, yargısız infazcılar, hırsızlar, işadamı kılığındaki hortumcular, devleti soyan dolandırıcılar art arda bu slogan eşliğinde uğurlandılar cezaevlerinden... Hatta içlerinden çoğu milletvekili oldu, bakan oldu, devletin pek önemli koltuklarını paylaştı!.. Elindeki kana, alnına sürülen kana karşın bir kısmı da yeraltına uzanıp ÇÜŞ (çok ünlü şahıs) payesine ulaştı!..

Cinayetten içeri düşersen hiç korkma. Bak, Abdi İpekçi cinayetinin sanığı Oral Çelik artık muteber bir işadamı... Birden fazla “leşin” varsa asla dövünme, öyle ya da böyle özgürlüğüne kavuşursun. İşte en sıcak örnek İsa Armağan... Çeyrek asır önce kahvehane tarayıp 5 can aldı, 14 yaralıyı da ardında bırakıp kaçtı. Yıllar sonra yakalanıp yedi yıl yattıktan sonra serbest bırakıldı. Artık milletvekili mi olur, işadamlığına mı soyunur yoksa yeraltına mı karışır, kendi bileceği iş!.. Bahçelievler’de 7 TİP’li genci çelik telle boğarak katleden Haluk Kırcı amcayla, İpekçi’nin katili, Papa suikastçısı Mehmet Ali Ağca amca da yakında çıkarlar. Onlar da layık oldukları kartvizitleri edineceklerdir, hiç kuşkun olmasın!..

Yaa sevgili kardeşim, işte böyle... Burası Türkiye!.. Gördüğün gibi her derdin bir çaresinin “en kolay yoldan” çözümlendiği bir ülke burası...

Ama sen hâlâ, “bunlar çok iğrenç. Ben insan gibi, onurumla, başım dik ve de adaletli bir ülkede yaşamak istiyorum” diyorsan...

-İşin zor, çok zor!!!

***

Yukarıda, okuduğunuz yazı, tam altı yıl önce yazılmış ve “İşbirlikçiler1 - Vurgun Demokrasisi” kitabımda da yer almıştı. Ergenekon iddianamesi ve belgelerinin açıklanmasından sonra, Cumhuriyet okurlarından gelen mesajlar üzerine önemli bir bölümünü tekrar sizlerle paylaşmaya karar verdim.

- Başkaca hiçbir amacım yoktur!..


Ümit Zileli
]Tarikatların etkin olduğu ülkede demokrasi olmaz!



[Resim: 120.jpg]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Anadolu Ajansı bir haber geçti.. Diyanet müfettişleri 17 çocuğumuza mezar olan yurtta araştırmalar yapmış.. Yurdun yatılı Kuran kursu olarak kullanıldığına ilişkin bir tek delil bile bulamamışlar..

Kime sormuşlarsa aynı cevabı almışlar..

Binada İngilizce kursu veriliyordu..

Peki sabahın köründe çocukların orada ne işi vardı!

Temizlik için gelmişler..

Yersen!

*

Aileler, çocuklarımız Kuran öğrenirken öldü, cennete gitti diye seviniyordu.. Meğerse İngilizce öğreniyorlarmış!

Tarikat kendi günahını maskelemeye çalışıyor.. Güya kaçak Kuran kurslarına dil uzatılmasını önleyecekler.. Mercek altına alınmasının önünü kesecekler..

Mesele Kuran kursu veya İngilizce kursu değil.. 17 çocuğun ölmesi..

Öldürülmesi!

Peki aileler niye konuşmuyor.. Çocuklarını kaybedenler niye haykırmıyor?

Tarikat baskısı yüzünden..

Tarikata karşı çıkılır mı?

Tarikatın olduğu yerde birey yoktur..

Bireyin olmadığı yerde de demokrasi de yoktur..

Bu kadar basit..

*

Sağlıklı, dört dörtlük bir demokrasimiz yok..

Bugüne kadar bu eksikliğin nedenini hep askerde aradık..

Sivil yaşama hiç bakmadık.. Sivil yaşam ne kadar sivil diye hiç düşünmedik.. Sorgulamadık..

Özgür düşünce yoksa, hakkını arayan, sorgulayan bir sivil hayat olmazsa demokrasi olur mu?

Tarikatların etkin olduğu bir toplumsal yapıda demokrasiden söz edilebilir mi?

Aşiretlerin, cemaatlerin yaşamı kontrol ettiği toplumdan söz ediyorum..

Tarikatlar, cemaatler, aşiretler bu toprakların gerçeği, zenginliğimiz falan dersek, biz demokratik bir toplumuz diyebilir miyiz?

İşte Konya’da yaşananlar..

Çocukları ölen 17 aile bu konuda konuşamıyor bile..

O insanlar yarın oy verecek..

Kime?

Tarikatlarının şeyhleri kime derse ona..

Bunun adına da demokrasi diyeceğiz!

Bu yapının militarist toplumdan ne farkı var?

Birinde üniformalılar emir veriyor..

Diğerinde kravatsız siviller..

Birinde silah korkusu var..

Diğerinde yanlış aktarılan din korkusu..

*

Konuşamazsın, eleştiremezsin, karşı çıkamazsın, derdini anlatamazsın..

İzin vermezler.. Gırtlağına çökerler..

Kader dersin, takdir-i ilahi dersin susarsın..

Susmalısın..

Haa.. Arada sırada oy verirsin..

Oy verdirirler!

Kömür alarak, gıda alarak, para yardımı alarak, burs alarak, çocuğuna aylak aylak dolaşmasın diye bedava Kuran kursu bularak.. (Karşılığında iç rahatlığı ve sevap da kazanmışsındır.)

Çaresizsindir..

Daha ne istersin ki.. Ne isteyebilirsin ki!

*

Gün gelir..

Ölen..

Öldürülen çocuğunun bile hakkını arayamazsın.. Adamı o hale getirirler..

*

Bazılarının övünerek söz ettiği bu yapı demokrat birey yetiştirebilir mi?

Hayır..

O zaman demokrasi de olmaz.. Olmuyor işte..

Dört yılda, beş yılda bir kurulan sandık demokrasi getirmiyor..


Mehmet Tekzan


Velev ki metrobüs

Ortadoğu.

Kafkaslar.

"Kartlar yeniden dağıtılıyor..."

Öyle deniyor.

*

Vladimir Putin...

KGB casusuydu.

KGB’nin yerine kurulan iç istihbarat teşkilatı FSB’nin başkanlığını yaptı.

İlham Aliyev...

Koltuğu babasından aldı.

Babası KGB generaliydi.

Mahmud Ahmedinejad...

Pastaran’dı.

Devrim muhafızı... Irak’ta, özellikle Kerkük’te gizli operasyonlar yürüttü.

Geç aşağıya...

George Bush...

Babasının oğlu.

Babası hem ABD başkanıydı.

Hem CIA başkanıydı.

Beşar Esad...

Koltuğu babasından aldı.

Amcası El-Muhaberat başkanıydı.

Tzipi Livni...

İsrail Dışişleri Bakanı.

Mossad casusuydu.

*

Ekip bu.

*
Bizimki hangi teşkilattandı?

İETT.

*

Mission impossible yani...

Hakikaten impossible.

Yılmaz Özdil/Hürriyet



[color=Red]Harika bir analiz valla
Anıtkabir, ziyaret edilecek herhangi bir "turistik mekán" değil. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu orada yatıyor ve oraya yapılacak ziyaret, aynı zamanda bu ülkenin tarihine ve tercihlerine saygının bir ifadesidir...

İRAN Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, gazetecilerin sorularını yanıtlarken "Bizim ziyaretimiz iş ziyareti. Türk yetkililer bu mevsimde İstanbul’da oldukları için İstanbul tayin edildi. Bu ziyaretin esas amacı görüşmeler ve tahlildir. Diğerleri yan konudur" dedi.

Bu yanıt, neden Anıtkabir’i ziyaret etmediği sorusuna verilmişti.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan da daha önce bu konudaki soruları "yersiz" bulmuştu.

"Böylesine önemli bir ziyaretin, böyle ufak tefek detayları, formatı, şurada olacakmış, burada olacakmış, bu tartışmaları son derece yersiz görüyorum" demişti.

Aslında Babacan da Ahmedinejad da biliyor ki devletlerarası ilişkilerde semboller önemlidir. Diplomasi sadece konuşularak yapılmaz, semboller üzerinden de yapılır.

Karşılama ve uğurlamada uygulanan protokol kuralları, ziyaret sırasında programa alınan ya da alınmayan yerler sözsüz niyet ifadeleridir.

Eğer bunlar "tali nitelikteki ayrıntılar" ise neden bu tür ziyaretlerden önce iki tarafın diplomatları günlerce program üzerine tartışıyorlar? Öte yandan Anıtkabir’in, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde özel bir konu var.

Orası ziyaret edilecek herhangi bir "turistik mekán" değil. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu orada yatıyor ve oraya yapılacak ziyaret, aynı zamanda bu ülkenin tarihine ve tercihlerine saygının bir ifadesidir.

Yılın bu mevsiminde Türk yetkililerin İstanbul’da çalışmayı tercih ettikleri ise uydurulmuş bir gerekçe.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün böyle bir "yazlık çalışma yeri tercihi" olsaydı bu daha önceden açıklanırdı.

Nitekim geçmişte böyle olurdu. Cumhurbaşkanları, "yaz dönemi çalışmaları için İstanbul’a geldiklerinde" bu Köşk’ten yapılan bir açıklama ile kamuoyuna duyurulurdu.

Kaldı ki Abdullah Gül, Suudi Kralı’nın oteline bile gitti, Ahmedinejad geliyor diye Ankara’ya da giderdi, buna hiç kuşkum yok!

[B] MEHMET Y. YILMAZ - HÜRRİYET [/B]
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’nun (TÜBİTAK) başına bugün gelene bakarsanız, Anayasa Mahkemesi’nin başına yarın neyin geleceğini orada görürsünüz.

Durup dururken bu da nereden çıktı demeyin. Elbet bizi o noktaya getiren bazı sebepler var. Onların başında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelir gelmez "kendi kafasına uygun" hale getirmek istediği kurumlar konusu geliyor:

Başbakan Erdoğan’ın Türk Silahlı Kuvvetleri’nden, üniversitelerden, yargıdan, medyadan, bürokrasiden dertli olduğunu bilmeyen yok. Her biriyle verdiği kavgalar da gözler önünde...

Üniversiteler kavgasını kazanmasına ramak kaldı. Örneğin, Yüksek Öğretim Kurulu’nu (YÖK) hemen hemen çözdü. "Anayasa’ya ve görev yeminine bağlı ve tarafsız" (!) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün son rektör tayinleri Erdoğan’ı amaca iyice yaklaştırdı. Yeni kurulan üniversitelere önümüzdeki günlerde yine Gül tarafından atanacak yeni rektörler de göreve başlayınca o iş bitecek.

Geriye TÜBİTAK’ın son dört yıldır yargı kararlarıyla engellenen durumu kalmıştı.

Yargı kararları deyince anımsatalım; çünkü Türkiye’nin her gün değişen gündemi çok şeyi unutmamıza sebep oluyor:

Tayyip Erdoğan daha iktidar döneminin başında, TÜBİTAK’a göz koymuştu. O yüzden işe TÜBİTAK Bilim Kurulu tarafından 2003 yılının Mart ayında tekrar Başkan seçilen Prof. Dr. Namık Kemal Pak’ın kararnamesini Çankaya’ya göndermeyerek başladı. Kararnameyi 6 ay süreyle sumen altında tuttu. Sonra kendisi tarafından engellenen "Bilim Kurulu’nun" çalışmadığını ileri sürerek, "TÜBİTAK Başkanı’nın bir defaya mahsus olmak üzere Başbakan tarafından tayin edilmesini" öngören bir yasa tasarısını Meclis’e gönderdi.

Bu yasa çıktı ama Anayasa Mahkemesi çıkan yasayı iptal etti.

Tayyip Erdoğan da bunun üzerine TÜBİTAK Başkanlığı’na Prof. Dr. Nüket Yetiş’i "vekáleten" getirdi.

Bu işlem yasaya aykırı idi. Ama Erdoğan itirazları dinlemedi. Nitekim görevden ayrılan Prof. Dr. Namık Kemal Pak ve öteki profesörler yargıdan tüm işlemlerin yasalara aykırı olduğuna ilişkin kararlar aldılar ama -biliyorsunuz kendisi "hukuk devleti" ilkesine çok bağlıdır- onları da yok saydı.

Ve en sonunda TÜBİTAK yasasını değiştirip "tüm Bilim Kurulu üyelerinin -bir defaya mahsus olmak üzere değil, her defasında- Başbakan tarafından tayin edilmesini" mümkün kılan 5798 sayılı yasayı çıkardı.

Böylece kuruluşu ve işleyişi itibarıyla özerk yani siyasi baskıdan uzak olması gereken TÜBİTAK’ı tam olarak kendisine bağladı.

Bu yasa da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir mi, göreceğiz. Ama Tayyip Erdoğan’ın "Mademki bana hukukla, yargı ile karşı çıkıyorsunuz, o zaman ben de partimin yasa yapma gücünü kullanır, yargıyı istediğim şekle sokarım" dediğini görmekteyiz.

O nedenle sıranın Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kapatmamış olsa da üzmüş olan Anayasa Mahkemesi’ne geldiğini şimdiden ilgililere haber veriyoruz.

[B] OKTAY EKŞİ - HÜRRİYET [/B]