Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
[COLOR="red"]Enis BERBEROĞLU

135 binde bir nasıl ’kişiye özel’ olabilir?


ANKARA
BU ülke kişiye adresli ihalelere, nama yazılı kredilere alışıktır. Hatta bazen "kişiye özel" yasa çıktığı bile olur. Sanırım gazete ve TV’lerini bu sayede edinen... Dolayısıyla rakibini de kendisi gibi belleyen patronun medyasında dün şöyle bir haber vardı:

"AYDIN DOĞAN AYARI: Hükümet, komisyon görüşmeleri sırasında sürpriz bir şekilde gündeme getirdiği geriye dönük vergi incelemelerini kapsayan ve Aydın Doğan’ı kurtaracak diye yorumlanan düzenlemeyi geri çekti." (Sabah Gazetesi, Ekonomi Sayfası)

* * *

Okuyan sanacak ki, hükümet Doğan Holding’i kurtaracak vergi düzenlemesinden son anda vazgeçti.

Mantık şu: 1) Aydın Doğan şirketlerinde vergi incelemesi yapılır, 2) Meclis’teki tasarı aynen geçseydi, inceleme sonucunda ceza çıksa bile ödenmeyecekti, 3) Ama bu madde değişti, hükümet Aydın Doğan’ı kurtarmıyor.

Gazete öyle yazıyor... Hangi gazete, hükümet eliyle 900 milyon dolar kamu kredisi kullanan, Çankaya çöpçatanlığı ile Katar Emiri ile ortak edilen patronun gazetesi... Öyleyse hükümetin de bu yoruma/ithama katılması lazım... Üstelik kurtarmadan vazgeçtiğine göre...

Halbuki hükümetin Kemal Abisi, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan bu yorumu yazanlara ateş püskürüyor:

- Böyle şey mi olur? Maliye Bakanlığı olarak Meclis’e gönderdiğimiz tasarılarda, yapılmakta olan incelemeler her zaman ayrı tutulur. Yani Maliye’nin geleneksel tavrıdır bu. Doğrusu da odur. Ama Meclis’te birileri önerge veriyor, değişiyor. Baktık ki, Maliye dedi ki, "Aman sayın bakanım"... Zaten Meclis Genel Kurulu’nda çıkartıldı... Neymiş, Aydın Doğan maddesiymiş. Ya ne alakası var, Aydın Doğan ile. Çıkıyor oradan iki-üç tanesi yazıyor. Kişiye özel kanun çıkar mı? Bunlar bir álemler.

Gazete yazıyor, Bakan yalanlıyor. Haksız mı, değil! Çünkü;

a) Hükümetin tasarısı zaten kimseyi kurtarmayı amaçlamıyor,

b) Bu madde Doğan Grubu’ndan hazzetmeyen AKP’liler tarafından önergeyle ekleniyor.

c) Genel Kurul’da görüşülürken Maliye’nin uyarısıyla madde çıkartılıyor.

* * *

Mesele aslında bu kadar basit...

Ama yine de söz konusu maddeye Komisyon ve Genel Kurul aşamasında itiraz eden CHP Trabzon Milletvekili Akif Hamzaçebi’yi soruyorum:

- Sizce çıkartılan madde, Aydın Doğan maddesi mi?

- Kesinlikle böyle bir şey yok, alakası yok. Muhalefet ederken hiçbir şirketi hedef almadım. Bu teknik bir konudur. Zaten Genel Kurul’da konuşurken laf attılar, "Önergede kimlerin imzası var?" diye. Orada da söyledim. Önergeyi veren arkadaşların da suçu yok.

Demek ki neymiş?.. Hükümet de, muhalefet de gazeteyi yalanlıyor.

Peki rakamlar ne diyor?

Bu haberi yazan ve basan arkadaşlar, cahil cesaretine yenik düşmeyip... Maliye Bakanlığı’nın internet sitesine göz atsaydı... Gelir İdaresi Başkanlığı’nın 2007 Faaliyet Raporu’ndaki verileri okusaydı, göreceklerdi ki;

Geçen yıl toplam 135 bin 847 inceleme yapıldı.

63 milyon 409 bin 73 YTL tutarında matrah incelendi.

30 milyon 450 bin 980 YTL matrah farkı bulundu.

Gazete diyor ki, "Aydın Doğan şirketlerinde inceleme var"...

Doğan Grubu’nun her gün Maliye ile, SGK ile, bankalarla işi oluyor.

Bilmiyorum bugün, bu saat itibarıyla inceleme var mı?

Ama velev ki var... 135 bin 847 incelemeden bir tanesi...

Böyle kişiye özel kanun, kurtarma olur mu?

Olacağına inanıyorlarsa hemen piyango bileti alsınlar...

Belki onlara da çıkar.
[COLOR="red"]Cengiz ÇANDAR

Martin Luther King’den Obama’ya: 'Devrim kıvamında



“Elli üç yaşındaki adam sabaha karşı telefonda ağlıyordu” cümlesiyle başlayan Yasemin Çongar’ın Chris’le girdiği yazısı neydi öyle...


Chris’ten “11 Eylül’den hemen sonra doğup hayatının ilk altı yılını Bush Amerikası’nda geçirdikten sonra, şimdi İstanbul’da bir evde, kocaman gözlerini açarak izlediği yeni başkanın iki cümlede bir ‘Evet, yapabiliriz’ deyip, üstüne üstlük kızlarına da ‘Beyaz Ev’de yeni bir köpek yavrusu’ sözü vermesinden çok etkilenen küçük kızımın babasından söz ediyorum” diye Barack Obama’nın başkan seçilmesi üzerine “sabaha karşı telefonda ağlayan” Chris’ten söz ettiği yazısından söz ediyorum...

İstanbul’da sabaha karşı, Washington’da gece yarısına doğru ilerleyen saatler olmalı. Ben o sıralarda Chris’in telefonda ağladığı yere çok yakın bir noktadaydım. Beyaz Saray’ın güney yönünde, Independence Avenue’nün üzerinde, arkamıza Amerikan demokrasisinin simgesi, Washington’ın en büyük binası Capitol Hill’i almış, televizyon çekimi için çamurlanmış çimler üzerinde, giderek soğuyan ıslak bir havada bekliyordum.

Telefonum çaldı. Türkiye’de saatlerin sabaha karşıyı gösterdiği bir sırada. Telefonun öbür ucunda Tuba ağlıyordu. Karımdan söz ediyorum. Niye ağladığını sesini duyduğum anda anladım.

O 1967 yazında Cleveland ateşe verilmişken, şehrin varoşlarında siyahların bir kilisesinde gospellar, ilahiler arasında dinlediği Martin Luther King’in onda nasıl silinmez izler bıraktığını biliyordum. Lise öğrencisi iken AFS’nin değişim programıyla gidip Ohio eyaletinin Cleveland şehrinde kaldığı bir yılın en unutulmaz anısıydı alevler içindeki Cleveland’ın bir varoş kilisesinde Martin Luther King’i siyah spiritualları arasında dinlemek.

Yasemin’in, “Çocukluğu, eşit birer yurttaş olmak için mücadele veren siyahların Ku Klux mensuplarınca linç edildiği Mississippi, Alabama, Georgia gibi güney eyaletlerinde geçmiş, John F.Kennedy öldürüldüğünde sekiz, Malcolm X öldürüldüğünde 10, dışlanmış milyonlarca insan için Amerikan rüyasını tarif eden Martin Luther King Jr. vurulduğunda 13 yaşında bir Amerikalıdan söz ediyorum” diye söz ettiği Chris Washington’da niçin ağlıyorsa, Martin Luther King Jr.’u ölümünden çok kısa bir süre önce ilk genç kızlığında Cleveland yanarken dinlemiş olan Tuba, aynı saatte İstanbul’da onun için ağlıyordu.

Peki yine tam da o saatlerde, bana Roma’dan telefon eden Yavuz Baydar niçin ağladığını anlatıyordu?



*** *** ***



1960’ların çocukları, gençleri için, bizler için; ister Amerikalı olsun, ister olmasın, ister siyah ister beyaz olsun, Obama’nın Amerikan başkanı seçilmesinin anlamı bambaşkadır.

O bizler, Martin Luther King Jr.’un Washington’daki Lincoln Anıtı önünde, yüz binlerce Afrikalı-Amerika’nın karşısında “I Have a Dream” (Bir Rüyam Var) diyerek Amerikan siyahlarını dalgalandırdığı, Joan Baez’in “We Shall Overcome”ının, Bob Dylan’ın “Blowing in the Wind”inin İngilizce bilelim bilmeyelim, ezberden ve hep bir ağızla söylendiği, 1968 Meksika Olimpiyatları’nda ortada 200 metre şampiyonu Tommie Smith üç Amerikalı siyah atletin, 400 metreyi kazanan rekortmen Lee Evans’ın madalya töreninde siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırmalarının asla unutulmayacağı, siyah Malcolm X’in, beyaz başkan adayı Robert Kennedy’nin kurşunlandığı Amerika görüntülerinin belleğimize yerleştiği özel bir iklimde büyüdük ya da erginleştik.

O günlerde ve o günden bugüne ırkçılığa ve ırk ayrımına karşı durmuş olan ya da en azından vicdan taşıyabilen hiçbir insanın, Barack Hussein Obama’nın başkan seçilmesine olağanüstü sevinmesinden doğal hiçbir şey olamaz. Gözlerinin dolması, yanaklarına göz yaşlarının süzülmesi engellenemez.

Barack Hussein Obama’nın 2008 yılında dünyanın en güçlü ülkesine, ABD’ye başkan seçilmesi; Martin Luther King’in 40 küsur yıl önce “I Have a Dream” diye seslendirdiği rüyanın ta kendisidir. Bob Dylan’ın “The Answer My Friend is Blowing in the Wind” (Cevabı Dostum, Cevabı Esen Rüzgârda Bunun) dediği “cevap”tır. Joan Baez’in “We Shall Overcome” (Başaracağız) diye haykırmasının, aradan geçen onca yılın ardından "Yes We Can” (Evet, yapabiliriz) ile tamamlanmasıdır.

Bu böyle hissedilir veya hissedilmez. Oprah Winfrey o 4 Kasım gecesi Chicago’daki Grant Park’ta hiç tanımadığı birinin omzuna kafasını dayamış niçin ağlıyordu? Hadi o siyah. Televizyonda boğazına gelip bir şey oturduğu için devam edemeyen Colin Powell da siyah. Spike Lee de Whoopi Goldberg de. Bunların heyecanı, duygulanması tamam da dünya televizyonculuğunun dev ismi, beyaz Barbara Walters, o salı gecesi gözünden tek bir damla yaş gelmediğini söylemesine rağmen, ertesi sabah Martin Luther King’in “I Have a Dream” konuşması kulaklarında çınladığında birdenbire ağlamaya başladığını niye itiraf etti acaba?

Büyük, çok büyük bir olay yaşadık 4 Kasım 2008 Salı günü. Bir “Devrim” kıvamında.

Amerika, bunun böyle olduğunu hissediyor; tam ifade edemiyor. New York’un seçimden iki gün sonraki günlük ritmine şöyle bir “dışarı çıkıp” bakmayı denedim; genellikle hayvani bir enerjiyle devinen dünyanın en canlı şehri, akşamdan kalma, hafif kafa bulmuş, esrik bir haldeydi sanki.

Tüm dünya gibi...

Amerika kendi becerdiğine, kendi ürününe inanamıyor bir halde adeta. Ağzı kulaklarında gülümseyerek, şaşkın şaşkın eserine bakar “Bunu ben mi yaptım? İnanamıyorum” diye söyleniyormuş bir halde.

Amerika, Amerika’ya içeriden bakınca öyle görünüyor...



*** *** ***

“Amerika bir mekân olmanın ötesindedir. En iyi haliyle, o aynı zamanda bir fikirdir” diye başlamıştı New York Times’taki köşe yazısında Nicholas D. Kristof. İkinci Dünya Savaşı’nda Doğu Avrupa’dan kaçan babasının önce Fransa’da yerleştiğini ama Fransa’nın yoksul düşmüş mültecilere herhangi bir fırsat sunmadığını görmesi üzerine Amerika’ya geldiğini anlatıyordu. Yeni bir hayata başlamak için Oregon eyaletine yerleşmiş ve bir İngilizce kursuna yazılmış New York Times’ın ünlü köşe yazarının babası.

Nicholas Kristof, “Babamı Amerika’ya çeken emlak değildi. Amerika fikri idi” diyor.

Yazısının sonu çok çarpıcı. Şöyle:

“Geçmişi belleğimizde canlandırırsak, Obama’nın seçim kazanmasına ilişkin en esaslı yorum aslında uzun süre önce yapıldı. Obama’nın Honolulu’da doğumundan iki yıl önce Hawaii Meclisi’ne 1959’da konuşan Martin Luther King Jr. medeni haklar hareketinin sadece siyahları değil, ‘Amerika’nın ruhunu özgürleştirme’yi amaçladığını söylemişti. King, Hawaii konuşmasını bir zamanlar köle olan bir vaizin okuduğu duayı tekrarlayarak bitirmişti, o dua bugünkü Amerika fikrinin uygun bir tanımıdır: "Tanrım, olmak istediğimiz değiliz; olmamız gereken de değiliz; olacak olduğumuz da değiliz ama Allah’a şükür ki olmuş olduğumuz da değiliz.”

İşte Obama’nın Amerika’ya başkan seçilmesinin derin anlamı burada yatıyor. Obama yönetiminin Amerika’yı ve dünyayı değiştirmesi arzu ediliyor.

Ancak, şunu unutamayız: Amerika aslında değiştiği için Obama’yı seçti. Değişen, değişebilen o koca süper kuvvet. 2008 yılında kendisine bir yarısı Kenyalı, Endonezya ve Hawaii’de büyümüş, orta adı Hüseyin, soyadı Obama olan bir “siyah”ı Beyaz Saray’a oturtan bir Amerika’dan söz ediyoruz. Seçimle. Demokrasiyle.

Zaten bu yüzden olan-biten “devrim kıvamı”nda.

Obama’yı başkan seçebilen bir Amerika’ya hepimizin ihtiyacı olduğunu itiraf etmelisiniz. Dünyanın 4 Kasım gecesinden beri daha yaşanılabilir bir yer olduğuna ilişkin pozitif radyoaktivite içinize nüfuz etmedi mi?

Güney Afrika’dan yazan Jessica adlı bir kızın “Yakın zamanda ilk kez sokaklarda 'Amerikalıyım ve şimdi bizi tanımlayan ilerleme, umut ve renkten gurur duyuyorum' diye bağırarak koşabilirim” şeklinde ifade ettiği duyguları anlayabiliyor musunuz?

Anlayabiliyorsanız, 4 Kasım 2008’in tarihin unutulmaz günlerinden biri olarak kalacağını da biliyorsunuzdur.
[COLOR="red"]Ertuğrul ÖZKÖK


Sırtımızdaki gönüllü etiketler


ÖNCEKİ gün Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ile öğle yemeğinde sohbet ettik.

Bana yeni imaj filmlerini anlattı.

Televizyonda seyretmemiştim.

İnsanlara veya kurumlara etiket yapıştırmanın kötülüklerini anlatıyorlarmış.

Kendilerine "Dinci" denmesinden şikáyetçi.

"Yandaş medya" lafını da sevmiyor.

Etiketlemeyi, lakap takmayı ben de hiç sevmiyorum.

Ayrıca kendimi, "etiketlenme mağdurlarından" biri olarak görüyorum.

Gazetecilik mesleğim boyunca, sırtımda etiket yapıştırılmadık bir santimetrekare yer kalmadı.

"Özköşk" dendi, "Dönek" dendi, "Yalaka" dendi, "Liboş" dendi, "Askerci" dendi...

O nedenle, bana yapılan haksızlıkları, başkalarına yapmamak için elimden gelen çabayı gösteriyorum.

Kaçmıyor mu?

Kaçıyor elbette.

Geçen gün CNN Türk’te konuşurken, bazı gazeteler için "Dinci" tabirini kullanmışım.

Oysa, en azından bazıları için, muhafazakár demek daha doğru olur.

Ancak Dumanlı ile hemfikir olmadığım bir konu var.

Mesele, sadece başkalarına etiket yapıştırılmasından ibaret değil.

Tutumlar da önemli.

Öyle anlıyorum ki, bu gazetelerin yöneticileri ve sahipleri "Yandaş medya" tabirinden çok rahatsızlar.

Biz bu kavramı kullanmasak da, bazı gazeteler, "durumdan vazife çıkarıp" bu etiketi sırtlarına, kendi elleriyle geçiriyorlar.

Buyurun son üç beş aydan örnekler.

* * *

Ergenekon dosyasına, Doğan Grubu mensuplarına ait olduğu iddia edilen sahte telefon konuşmaları konuyor.

Konuşmaların sahte olduğunu, dünyanın en geri zekálı gazete yöneticisi bile bir bakışta anlayabilir.

Ama öyle olmuyor. Birden medyanın bir bölümü, genellikle de aynı bölümü, bunun üstüne atlıyor ve bunu Doğan Grubu’na karşı bir yıpratma savaşı haline getiriyor.

Bu taraftan bakan biri, bunu, "Hükümet öyle istedi, onlar da saldırıyor" diye görüyor.

Haksız mıyız?

Bir başka örnek daha.

Başbakan, Deniz Feneri haberlerine kızıyor ve dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde görülmedik tehditkár üslupla Hürriyet’e ve başka bazı gazetelere saldırıyor.

Bakıyoruz, aynı gazeteler koro halinde, Başbakan’ın sözlerini manşete taşıyor.

O zaman biz de "Herhalde emir aldılar, bize saldırıyorlar" diyoruz.

Haksız mıyız?

Ve son örnek...

Delinin veya vicdansızın biri, Meclis’te görüşülmekte olan bir kanunla ilgili olarak geri zekálı bir yorum yapıyor.

Neymiş, kanun böyle çıkarsa, Doğan Grubu’nun incelenmekte olan vergilerine kesilecek cezalar da affedilecekmiş.

Maliye Bakanı’nın bile deli saçması dediği bu komplo teorisi, "Yandaş medya" etiketinden hazzetmeyen gazeteler tarafından bir anda, gerçekmiş gibi sunulmaya başlıyor.

Bugün Enis Berberoğlu’nun yazısını okuyun.

Türkiye’de geçen yıl 135 bin kişi veya kuruma vergi incelemesi yapılmış.

Bu yıl da en az o kadarı yapılıyordur.

Niye Aydın Doğan için "özel haberler" servise konuyor?

Yoksa, daha inceleme yapılmadan kafadan kesilmiş, "Deniz Feneri intikam cezaları" mı var?

Evet, "Yandaş medya" lafı da kötü, "Dinci medya" lafı da...

Biz bunu demeyelim, ama onların da öyle olmadıklarını, rakiplerine karşı en azından adalet duygusunu taşıdıklarını göstermeleri, iktidarın haberlerini beğenmediği medya gruplarına karşı yürüttüğü yok etme kampanyasında saf tutmamaları gerekmez mi?

* * *

Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda, Türkiye’de basın özgürlüğünün ciddi tehlikede olduğu kayda geçirildi.

Sonunda iktidarlar gelip geçicidir.

Bizler; gelip geçici olmayan, hepimizin yararına olan değerlere sahip çıkmalı, "Bugün bize, yarın size" durumlarına karşı birlikte olabileceğimizi göstermeliyiz.

Türk basın tarihi şunu hepimize öğretti:

Yandaş medya olmak hiçbir gazeteye şans getirmemiştir.

Başkaları demese bile, o lakabı gönüllü olarak sırtına takan gazetelerin hiçbiri bugün hayatta değil.

Tarihin arşivleri böyle diyor...
[COLOR="red"]Yalçın BAYER

Kongolaşıyor muyuz


ÇOK değil 15-20 gün önce kimi yazar ve bilim insanlarımıza "Türkiye Kongolaştırılıyor mu?" diye tek satırlık bir mektup göndermiştim. Kongo’da yeniden alevlenen trajediye, AB’nin bor madenlerimize ilişkin olarak aldığı son karara bakılırsa, emperyalizm ezeli ve ebedi (!) arsızlığını sürdürüyor. Marx’a atılan sahte gülücüklere inanmamız için hiçbir neden yok!


AB'nin 'bor'u zehirli madde sayması üzerine oyunlar

Kongo’nun Koltan’ı ve diğer varsıllıkları için Afrika’nın yıllarca kanını içen Belçika’nın elleri kirli, tanrısı beyaz emperyalizmi, şimdi AB GÜNÜN SÖZÜ
"Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden icat edilir."
(Eric Hobsbawm)
emperyalizmi bürosuna dönüşmüş, bizim ’bor’a gözünü dikmiştir. Türkiye’nin bor konusunda gösterdiği ve uzun bir öyküyü gerektiren ataleti yetmiyormuş gibi, şimdi tam da zamanında (!) topraklarımızın bor zehrinden temizlenmesi (!) için ilk ateş yakılmıştır.

Arkası kartopu gibi gelecektir.

Toplumsal ve tarihsel bilinçten, dolayısıyla siyasal bilinçten Mustafa Kemal’i kazımak için yıllardır uğraşanlar, şimdi ülkemizin zaten ülke yararına kullanılamayan bor rezervini de bir gün Koltan gibi kendi tezgáhlarına toptan çekecekleri güne kadar kilit altına almaya soyunuyorlar.

Trajiktir, ironiktir; içeride eşzamanlı olarak cumhuriyet devrimi ve aydınlanmasının önderinin taşıdığı tarihsel ağırlık ve kimlikten yıkanarak (sterilize edilerek) herhangi bir ’adam’ haline getirilmesi süreciyle, dışarıdan topraklarımızın bağrında yatan (!) bor madenlerimizin ’sterilize edilmesi’ tartışılması başlatılmaktadır.

Dünyayı kimin ve kimlerin hangi yol ve yöntemlerle, hangi evrensel zarar ve yitikler pahasına kirlettiğini sanki kimse bilmiyormuş gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprakları altında sanayi ürününe dönüşmeden (!) yatan bor madenlerinin ’toksik madde’liği tartışılmaya açılmak istenmektedir.

Kimsenin kuşkusu olmasın, biz böyle dur bakalım ne olacak, hele o gün gelsin, hayırlısı olsun, siyasetini aşağıdan yukarı sürdüreduralım; o an geldiğinde, yani Türkiye’nin Kongolaştırıldığının ilanı gürültüyle gözümüze dayatıldığında ne yapacağımızı çok merak ediyorum.

Evet, bir temizlik harekátı, bir doğal ve siyasal ’sterilizasyon’ ve ardı sıra atılması gereken adımları öngören gezegensel bir kalkışma gereklidir. Ama bu emperyalizmin Kongo’dan Türkiye’ye sicili bozuk, elleri kapkara, tanrıları beyaz Brüksel tacirlerinin ve onların ses yayarlarının, siyasal örgüt ve ajanlarının çizip çerçevelediği bir ’sterilizasyon’ olmayacaktır. Buna izin vermek, bu ve ardı sıra gelecek benzeri sahtekárlıklara siyasa fakiri bir edilgenlikle fırsat ve zemin tanımak, ipi boynumuza gönüllü geçirmekten başka sonuç vermeyecektir...

Uzun söze ne gerek: Türkiye ’Kongo’laştırılıyor mu?
Ümit SARIASLAN

Bosphorus’tan açıklama

’DOĞALGAZ zammı arkasında oynanan büyük bir oyun var mı?’ (5.11.2008) başlıklı yazınızda şirketimizi ilgilendiren iddialar karşısında sizi ve kamuoyunu aydınlatmayı görev bildik.

Bosphorus Gaz Corporation 4646 sayılı Doğalgaz Piyasası Kununu’na dayanarak Ali Şen ve ailesi tarafından 2003 yılında kurulmuştur. 2004 yılında Gazprom’a ait Alman ZMB GmbH şirketi % 50 pay ile şirkete ortak olmuştur. Ali Şen ailesi şu anda % 30 paya sahiptir.

Botaş 4646 sayılı kanun çerçevesinde piyasadaki hákim durumunu uzun yıllar koruyarak baş oyuncu olmaya devam edecektir. Botaş’ın piyasadan çekilmesi veya kontrol gücünü kaybetmesi söz konusu olmayacaktır.

Bosphorus Gaz Corporation’un bu piyasadaki payı ise % 2’nin altındadır.

Yazınızdaki diğer bilgi ve iddialar şirketimizi ilgilendirmemektedir.
Metin ŞEN

KİTAPLAR

TÜYAP Kitap Fuarı’nın kapanmasına iki gün kaldı; hafta sonu geziniz... İşte yeni çıkan kitaplardan ilginç olanlar:

Doğu Perinçek ’Anayasa ve Partilerin Rejimi’ (Kaynak Yayınları), Prof. Arman Kırım ’Türkiye Nasıl Zenginleşir’ (Remzi Kitabevi), Vural Savaş ’Hukuk (!) ile Aldatmak’ (Bilgi), Erol Bilbilik ’Amerikanperestler’ (Destek Yayınları), Orhan Erinç ’Medya ve Demokrasi Masalları’ (Cumhuriyet Kitapları), Mustafa Gazalcı ’Eğitime Dinci Çember’ (Bilgi), Osman Özbek ’Bir İktidar Partisinin Devletiyle Mücadelesi’ (Karınca Yayınları), Deniz Som ’BOP Dedik Recep’ (Cumhuriyet Kitapları), Faik Bulut ’Cihat Yolcuları-El Kaide’nin Sırları’ (Cumhuriyet Kitapları), Selahattin Çetiner ’Çöküş Yılları-II. Abdülhamit, Jön Türkler, İttihat ve Terakki’ (Remzi Kitabevi), Orhan Karaveli ’Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak’ (Doğan Kitap), Mustafa Kemal Ulusu ’Atatürk’ün Yanı Başında-Anı’ (Doğan Kitap), Nazife Güngör ’Abdülcanbaz-Turhan Selçuk’tan İnsan Manzaraları’ (Cumhuriyet Kitapları), Prof. Erol Manisalı ’Batı’nın Yeni Türkiye Politikası’ (Cumhuriyet Kitapları), Mebuse Tekay ’Batı Doğu’dan Başlar (Katmandu’ya uzanan bir yolculuk)’ (e Yayınları), Cemal Acar ’Büyükşehir Çal(şı)yor-Karışık İstanbul Söylenceleri’ (Siyah-Beyaz).

Biliyor musunuz

Siyaset

KÜLTÜR bakanlarından SHP’li Ercan Karakaş’ın, CHP İl Başkanı Gürsel Tekin ile il binasında bir araya gelerek CHP’ye üyelik formunu imzaladığını ve partisinin önümüzdeki yerel seçimlerde vereceği her göreve hazır olduğunu belirttiğini... DENİZ Baykal’ın bugün Bakırköy’de Atatürk Spor ve Yaşam Köyü’nün açılışı ile Alibeyköy’de CHP’ye katılım törenine katılacağını...

Spor

SPORDAN Sorumlu Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu’nun, Beden Terbiyesi Genel Müdürü Mehmet Atalay ile Spor Toto Genel Müdürü Bekir Yunus Uçar’ın, bazı işlemlerinden ötürü imza yetkilerini aldığını, buna tepki gösteren Atalay’ın, personeline ’Bakanlık müfettişleri gelirse içeri almayın’ diye talimat verdiğini, bunun üzerine Bakan’ın Başbakan’a bir dosya sunduğunun spor kulislerinde gündem oluşturduğunu...
Soner YALÇIN

Obama, Tayyibiyye’den haberdar mıdır acaba?



ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın, aynı adı taşıyan babası Hüseyin Obama’nın Müslüman bir Kenyalı olduğunu biliyorsunuz.


Peki, Kenyalılar ne zaman Müslüman oldu? Ülkede hangi İslami tarikatlar güçlüydü? Obama ailesi hangi tarikattandı; Aleviyye olabilir mi? Tayyibiyye nedir? Gelin Amerikan Başkanı Obama’nın atalarının Müslüman geçmişine ilişkin tarihsel bir yolculuğa çıkalım.

KARA Afrika’nın en çok bilinen Müslüman’ı kimdir?

Sanırım büyük çoğunluk biliyordur; Bilal-i Habeşi.

Hz. Peygamber’in müezziniydi. Aynı zamanda Müslümanlığı kabul eden ilk yedi sahabeden biriydi.

Bilal-i Habeşi, bugün de kara Afrika İslam’ını temsil eden güçlü bir simge. Bu nedenle, ABD’deki Müslüman siyah hareketine "Bilalian movement" denilmekte.

Bilal-i Habeşi’nin İslam dinine nasıl girdiğini, işkencelere rağmen Müslümanlıktan vazgeçmediğini hepimiz biliyoruz.

Peki, İslam mücahitleri, kara Afrika’yı, yüksek bir ideal olan "Bilalileştirmeye" ne zaman, nasıl başladı?

Habeşistan’a hicret

Türkiye’de pek üzerinde durulmaz ama İslam, Medine’den önce Afrika’ya ulaştı. Müslümanların Mekke’de ikamet etmeleri imkánsız hale gelince Hz. Peygamber, başta damadı Osman Affan olmak üzere, 11’i erkek 4’ü kadın 15 sahabesine Habeşistan’a (yeni adıyla Etiyopya’ya) göç etmesine izin verdi. Yıl: 615 idi.

Habeş Kralı Necaşi Eshame, hem gelen sahabelere hürmet gösterdi hem de kendisi Müslümanlığı seçti. Böylece İslam, Medine’den önce kara Afrika’ya ulaşmış oldu.

Bu nedenledir ki, Kenya, Sudan, Uganda vd. ülkelerde her yıl "Hicri Yılbaşı" kutlamaları yapılmaktadır.

İslam’ın kara Afrika’ya bu sembolik girişinden sonra, Müslüman Arap Ordusu’nun 639’da Mısır’ı almasıyla Afrika kıtası kuzeyden başlayarak Müslümanlaşmaya başladı.

Afrika sadece askeri fetihlerle İslam’a kazındırılmadı.

İkincil ve aslında daha önemlisi ticaretti.

İslam’dan önce, başta Hz. Peygamber olmak üzere Arap tüccarlar Kuzey ve Doğu Afrika liman-pazarlarına gidip geliyorlardı. İslam’ın Arap toplumunu geliştirmesiyle bu kıyı ticareti daha da gelişti. Sadece Arap tüccarlar da gelmedi.

İran körfezindeki ülkelerden ve Hindistan’dan gelen tüccar Müslümanlar da Afrika’ya yeni bir din ve kültürün getirilmesinde öncü oldular.

Kızıldeniz’in iki yakası arasındaki alışverişler ve Arapların yerli kadınlarla evlenmekten kaçınmamaları, İslam’ın özellikle Kuzey ve Doğu Afrika’da hızla ve çabuk yayılmasına neden oldu.

Sadece ABD Başkanı Obama değil, bugün bile Kenya’da Araplarla kaynaşan birçok aile neslinden hem siyah, hem beyaz, hem de melez bebekler dünyaya gelmektedir.

Yeni gelen dinle birlikte dil de değişti: Arapça "sahil" sözcüğü anlamına gelen ve yüzde kırkından fazlası Arapça olan "Svahili" denen dil ortaya çıktı.

Dünyanın en önde gelen dillerinden biri olan Afro-İslami Svahilice, Obama’nın baba tarafının kullandığı dildi.

Afrika’daki zaviyeler

Doğu Afrika denilen bölgeyi oluşturan Kenya, Uganda ve Tanzanya’da Müslümanlar bugün azınlıkta. Bunun nedeni Hıristiyan misyonerler.

Oysa bugün Hıristiyan misyonerlerin yaptığını, geçen yüzyıllarda Müslüman sufi tarikatlar yaptı. İslam’ın kıtada hákim din haline gelmesi bu tarikat mensubu sufiler eliyle sağlandı.

Kabile kavgalarının yaygın olduğu, kıta emniyetinin söz konusu olamadığı, deniz korsanları ya da karadaki silahlı eşkıyalar yüzünden yol güvenliğinin kalmadığı dönemde, toplumsal dayanışmayı, paylaşma kültürünü, birlikte yaşama tecrübesini, hak ve hukuka saygıyı öğütleyen İslam, Afrika yoksullarınca hemen kabul gördü.

Afrika’da tekke demek aynı zamanda ribat demekti.

Ribatlar; sınır boylarında kurulan ve gönüllü Müslüman mücahitlerin İslam topraklarına yönelik dışarıdan gelebilecek tehlikeleri önlemek gayesiyle nöbet tuttukları askeri kuleler, garnizonlardı.

Bu ribatlarda hem dış tehlikelere karşı askeri, hem de tasavvuf eğitimi verilirdi.

Sahra topraklarında, Afrika’nın kavurucu sıcağı altında yaşam mücadelesi veren yoksul kitlelerin yegáne sığınağı da zaviyeler oldu.

Müslümanlar Afrika’nın vahşi bölgelerinde bile kurdukları zaviyelerle sağlık hizmetlerini, dönemin ve şartların elverdiği oranda en işlevsel tarzda gerçekleştirdiler.

Ayrıca misyoner sufiler kendilerine özgü metot, zikir, süluk ve terbiye usullerini coğrafi ve kültürel şartlara da uygun hale getirerek Afrikalıların İslam’a geçmelerini kolaylaştırdılar.

Afrika toprakları farklı tarikatlar arasında adeta taksim edilmiş vaziyette idi. Senegal denince Müridiyye, Moritanya denince Ticaniye, Fas denince Darkaviyye, Tunus denince Arusiyye, Cezayir denince Medyeniyye, Mısır denince Şaziliyye, Libya denince Senusiyye, Nijerya denince Kadiriyye, Sudan denince Mirganiyye ve Eritre denince Salihiyye akla gelmekteydi.

Peki, Obama’nın memleketi Kenya’da hangi tarikatlar güçlüydü?

Obama Aleviyye mi?

Kenya’da en yaygın tarikat "Kadiriyye" idi.

Bugün dünyaya yayılmış 45 kolu olan Kadiriyye tarikatını, 12. yüzyılda Bağdat’ta Abdülkadir Geylani (ö. 1167) kurdu.

Başta Sudan olmak üzere bazı Afrika bölgelerinde Şeyh Geylani mehdi olarak tanınmaktaydı.

Kesin olmamakla birlikte bu tarikat 1550’lerde Hicaz’dan Doğu Afrika’ya geldi. O tarihe kadar İslam dünyasında pek de yaygın olmayan Kadiriyye tarikatı Afrika’da çok çabuk benimsendi ve hemen yayıldı. Bunun temel nedeni, tarikatın sık sık zikir meclisi düzenlemesiydi! Zikir Afrika kültürüne yakın bir dini ritüeldi.

Kenya’da bir diğer tarikat ise, 13. yüzyılda Tunus’ta Şeyh Abdullah Şazili (ö. 1258) tarafından kurulan "Şaziliyye" idi.

Sünni bir tarikat olan Şaziliyye’nin 15. yüzyılda Doğu Afrika’ya geldiği tahmin ediliyor. Tarikat 19. yüzyılda bölgenin en güçlü tarikatı haline geldi. Tarikatın Kenya’da hálá zaviyeleri var.

Burada bir parantez açacağım: Sultan II. Abdulhamid, Şaziliyye şeyhlerinden Hasan Zafir’i İstanbul’a çağırıp Yıldız Sarayı’nın bahçesindeki iki konağı ona tahsis etti. Böylece İstanbul’da yaşamasını sağlayarak Afrika’daki Sünusi ayaklanmasını bastırdı. Bu konak Beşiktaş Barbaros Caddesi üzerindedir ve harap halde durmaktadır. Acaba bu tarihsel bina "tasavvuf müzesi" haline getirilemez mi?

Devam edelim:

"Rıfaiyye" tarikatının da Doğu Afrika’da belli bir tesiri vardı.

Keza, Muhammed Ali (1178-1255) tarafından Güney Arabistan’da kurulan "Aleviyye" tarikatı da bilhassa Kenya’da güçlüydü.

"Aleviyye" zamanla iki kola ayrıldı; Ebubekir Abdullah el-Ayderus’un kurduğu "Ayderusiyye" ile Abdullah Alevi Muhammed Ahmet el Haddad’ın kurduğu "Haddadiyye".

Kenya’nın yerli tarikatı ise Şeyh İdris Sa’ad tarafından 1930’da Daru’s Selam’da kurulan "Askeriye" idi. Ancak bu tarikat diğerlerine göre çok az rağbet gördü.

Obama Ailesi bu tarikatlardan birine bağlanmış mıydı acaba?

Bilinmiyor. Ancak bir tarikata bağlı olduklarından şüphe yok; çünkü hemen hemen tüm Afrikalı Müslümanlar bir tarikata mensuptu.

Bugüne kadar ABD Başkanı Obama ile ilgili her tür haberi yapanların bu durumu görmezlikten gelmeleri hayli ilginç.

Tayyibiyye tarikatı

18. yüzyılda İslam dünyasını etkileyen yenilik (tecdit) hareketi, başka yerlerde olduğu gibi Afrika’da da yeni tarikatların doğmasına neden oldu.

Bunlar, Fransız, İtalyan, İngiliz sömürgecilerine karşı bağımsızlık mücadelesi verdiler. Kısa zamanda bölgesel siyasetin de motor gücü haline geldiler.

"Neo-Sufizm hareketi" olarak tanımlanan bu tarikatlar, hurafe ve batıl inançlara karşı çıkıp, sünnetin yaygınlaşmasına öncelik etmeyi rehber edindiler. Yani tasavvufi uygulamalarda yer yer rastlanan kimi taşkınlıklara, aykırı yaklaşımlara karşı bayrak açtılar.

İşte bu tarikatlardan biri de 18. yüzyılda Abdulkerim es-Samman tarafından kurulan Hicaz merkezli "Samaniye" tarikatı idi.

Samaniye tarikatını geliştiren büyüten Ahmed el-Tayyip (ö. 1824) oldu. Bu nedenle bu tarikata daha sonraları "Tayyibiyye" denmeye başlandı. Tarikat merkezi Sudan olmak üzere Doğu Afrika’da hayli gelişti.

Uzatmayalım; "Tayyibiyye" gibi onlarca tarikat vardı Afrika’da.

Aynı soruyu sormak durumundayım: Obamalar hangi tarikata mensuptu?

Ailenin oturduğu Victoria Gölü çevresinde "Tayyibiyye" tarikatının ağırlıkta olduğu biliniyor.

Obamalar "Tayyibiyye" tarikatından diyebilir miyiz?

Bu konuda elimizde bilgi/belge yok.

Sadece "ihtimaldir" diyebiliriz.

Diğer yandan, ABD Başkanı Obama, "Tayyibiyye"yi bilmeyebilir ama Tayyip’i mutlaka tanıyacak.

Çünkü 13 Kasım’da ABD’ye gidecek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aksilik olmazsa Obama ile görüşecek!

Kimbilir belki Başbakan Erdoğan ikili görüşmelerinde, Obama’nın atalarının nasıl Müslüman olduğu konusunda bilgi verir!

Freddie Mercury de Afrika’dan gelmişti

Doğu Afrika’nın dünyada en tanınmış popüler isimlerinden biri Queen grubunun efsanevi solisti Freddie Mercury idi. Ataları Zanzibarlı idi. Şiraziler olarak bilinen tüccarlar 12. yüzyılda İran körfezinden gelip Zanzibar’a yerleşmişlerdi. Yerel halk siyahlarla karışıp Afro-Sirazi adı verilen bir sınıfın doğmasına neden olmuşlardı. Freddie Mercury bunlara mensuptu.

Obama’nın kabilesi turuncu devrim peşinde

KENYA’nın yüzde 13’ünü Luolar, yüzde 22’sini Kikuyular oluşturuyor.

İki kabile arasında çatışma siyasi arenada da kendini gösteriyor.

27 Kasım 2007 seçimlerinde Kikuyuların adayı Mwai Kibaki, Luoların ise Raila Odinga idi.

Devlet Başkanlığını Kikuyular kazandı.

Ancak Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna’da olanlar Kenya’da da tezgáhlandı. Luolar seçime hile karıştırıldığı gerekçesiyle ayaklandı.

Ayaklanmanın öncüsü "Turuncu Devrim" isteğiyle Luoları harekete geçiren, Turuncu Demokratik Hareketi lideri Raila Odinga idi.

Luolar ile Kikuyuların çatışması sonucu bin kişi öldü, 200 bin kişi yerinden yurdundan oldu.

BBC’den Mukoma Wa Ngugi, Luoların turuncu devrim yapmak için bu vahşete neden olduklarını söyledi.

Tahmin ettiğiniz gibi Luolar ile Kikuyuların çatışmasında büyük güçlerin desteği de vardı.

Luoların lideri Raila Odinga’nın arkasında ABD vardı.

Batı’nın "totaliter" olarak değerlendirdiği Kikuyular, bağımsızlıktan beri iktidardalar. Önceleri Sovyetler Birliği ile müttefiktiler.

Sonunda Kibaki Devlet Başkanı Odinga, Başbakan yapılarak çatışmalara son verildi.

Nerede bir renkli devrim girişimi olsa, adının mutlaka geçtiği "para sihirbazı" George Soros, ABD seçiminde Barack Obama’yı destekledi.

Soros’un Kenya’daki Turuncu Demokratik Hareketi’nin de finansörü olduğunu biliyor musunuz?

Obama’nın babasının, Odinga’nın dayısı olduğunu belirtmeliyim! Kuzenler yani. Soros’un vakıflarıyla ilgili tartışmalar bugün Kenya’da da medyanın gündeminde.

Bakalım Obama’nın ABD Başkanı olması Kenya’daki Luolar ile Kikuyular arasındaki çatışmayı nasıl etkileyecek?

Kuzenler; Obama ile Odinga bakalım el ele verip Kenya’ya Turuncu Devrim getirecekler mi?..

Kunte Kinte’yi kaçıranlara Obamalar yardım etti mi?

TEK kanallı televizyonun unutulmaz dizilerinden biriydi: Kökler.

Afrikalı Müslüman siyah genç Kunta Kinte, davul yapmak için kütük ararken köle peşinde koşan Amerikalılar tarafından yakalandı ve gemiyle ABD’ye götürülüp köle olarak satıldı.

Kuşkusuz Amerikalılara bu esir ticaretinde yardımcı olan Afrikalılar da vardı.

Bunlar arasında Obama’nın akrabaları var mıydı acaba?

Obama Ailesi, Afrika’nın en büyük tatlı su gölü olan Victoria Gölü çevresinde yaşayan Luo kabilesinden.

Luo kabilesi, bugün Sudan, Uganda, Kongo, Kenya, Tanzanya’ya yayılmış bulunan köklü bir kabile.

Kenya’nın yüzde 13’ü Luo kabilesinden. Luoların büyük çoğunluğu Hıristiyan, çok azı Müslüman. Buraya bir not eklemeliyim: Kenyalı Müslümanların ritüelleri, gelenekleri pek Anadolu Müslümanlığına benzememektedir, Örneğin reenkarnasyona inanıyorlar.

Luolar, Kenya’nın en büyük etnik grubu Kikuyular ile sürekli çatışıyorlar.

Kikuyular, Somali’nin güneyindeki Shungwaya’dan gelmişlerdi.

Luolar, Somali’den gelen içlerinde Müslümanlar da olan Kikuyulara düşmandılar ama nedense Somali’deki siyah renkli Yahudi kabilesi Yabirsler ile çok sıcak ilişkileri vardı.

Luolar ile Yabirsler dinsel farklılık olmasına rağmen kız alıp veriyorlardı!

Luo kabilesiyle Yabirsler’in ilişkisi eskiye dayanıyordu. Yabirsler, Hz. Davud döneminde Somali’ye gelip Luolar ile ilişkiye geçmişlerdi.

Bu ilişki konusunda Batı basınında son dönemde ilginç haber yorumlar çıktı.

İddialara göre, Luolar, Afrikalıları Yabirsler aracılığıyla köle olarak Amerikalılara satmışlardı! Beraber köle ticareti yapmışlar yani.

Ve bu yüzden Luolar, Batı ile oldukça iyi ilişkiler kurmuşlardı.

Afrikalı kabilelerin bu nedenle Obama’nın kabilesi Luoları pek sevmediği yazılıyor.

Bu iddiaları ortaya atanlar iki örnek olay gösteriyor:

Bunlardan birincisi, Obama’nın babasının Amerikalı misyonerin bursuyla ABD’ye gitmesi.

İkincisi ise, seçim çalışmaları sırasında Obama hakkında sürekli, "Obama hiç köle olmadı" denilmesi. Bu propaganda ilginçti; sanki Afrika’da yakalanıp Amerika’ya köle olarak getirilmek ayıptı!

Barack Hüseyin Obama’nın dünyanın en sevimli siyasal lideri haline gelmesinin nedeni Kunta Kinte’lerin bu çileli hayatı değil midir?
Rahmi TURAN

Binlerceden biri!


İNFİAL bitmiyor, toplum vicdanında açılan yara kanamaya devam ediyor!

14 yaşındaki bir kıza cinsel tacizde bulunan 76 yaşındaki muhafazakár yazar Hüseyin Üzmez’in, doğruluğu kuşkulu bir "Adli Tıp" raporuyla cezaevinden çıkması daha uzun süre tartışılacak!

Olay, hukuk ve ahlak ötesi, pis bir vakadır. Ama daha pis olanı onu savunmak, görmezden, bilmezden, duymazdan gelmektir! Dinci kesimin bir bölümünün hálá onu savunmaya çalışması hem çirkin, hem üzücüdür!

Onu kim korudu? Rapor verilmesine kim aracı oldu? Kim rica etti ya da emir verdi de öyle bir rapor hazırlandı?

Adli Tıp Kurumu, güya devletin en yetkili, en önemli bilirkişi kurumudur!

Bu kurumun, günlerce tacize uğrayan 14 yaşındaki kızın "Ruh ve beden sağlığı zarar görmemiştir" diye rapor vermesi nasıl bir iştir?

Tacize uğrayan kız cuma günü muayene ediliyor, cumartesi ve pazar günleri hafta sonu tatili olduğu için kurum kapalı. Pazartesi günü ise rapor imzadan çıkıyor. Tam bir jet hızı!

Bundan sonra kim inanır o kurumun raporlarına?

* * *

"İnsan beşer, bazen şaşar" denir. Dinci geçinen, fakat uçkuruna düşkün olan bu tip insanlar şeytana uyabilir.

O adam da, "Evet, ben şaştım, nefsime yenilip şeytana uydum, maalesef hata yaptım" diye pişmanlık duyup nadim olsa kamuoyunun tepkisi belki bu derece sert olmazdı.

Adam o kadar küstah ki televizyona çıkıp milyonlarca kişinin önünde, "İnancıma göre, regl olan bir kız reşit sayılır, dolaysıyla evlenilebilir" diyebiliyor.

Yani, kız ádet görmeye başlamışsa yaşı 14 de olsa, 12 de olsa fark etmez! Ádet gördü mü yaşa bakılmaz! Adamın kafa yapısı, ahlak anlayışı bu!

Toplumu çok üzen Hüseyin Üzmez, sorularla biraz sıkıştırılınca çirkin yüzünü bir defa daha gösteriyor ve kabadayı bir tavırla, "Bana bakın, ben gazeteci vurmuş adamım! Ona göre ha!" diyor.

(Üzmez, 1952 yılında Vatan Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman’ı tabancayla vurarak yaralamış, 10 yıl 3 gün hapis yatmıştı. Marifet yapmış gibi bunu hatırlatıyor.)

* * *

Hüseyin Üzmez olayı, Türkiye’de yaşanan çok sayıda taciz olayından sadece biridir.

Ülkemizde binlerce çocuk, genç kız ve kadın tacize uğruyor, bazılarına tecavüz ediliyor, bunların çok az kısmı adliyeye intikal ediyor. Polis raporlarına göre, "bu yılın ilk 8 ayında 613 genç kız ve kadın tecavüze uğradı". Taciz ve istismarların bundan kat kat fazla olduğu belirtiliyor.

Cinsel istismara maruz kalan çocukların yüzde 30’u 2 ile 5 yaş, yüzde 40’ı 6 ile 10 yaş, yüzde 30’u da 11 ile 17 yaş grubunda bulunuyor.

Kız çocukları, erkek çocuklarına göre 3 kat daha fazla cinsel istismara uğruyor.

Tacize ve tecavüze uğrayan çocukların 10’da 8’inin faili aynı çevreden, çocuğun tanıdığı biri!

Bu çirkin olayların çok büyük bir bölümü çeşitli nedenlerle gizli kalsa bile tacize uğrayan çocukların ruhlarında derin yaralar açıyor.

Hüseyin Üzmez olayının ortaya çıkması topluma ayna tuttu, unutulan ya da gizli kalan "cinsel istismar"ı gündeme getirdi. Toplum olarak ahlak yapımızın nasıl yozlaştığını, yalnız ekonomik yönden değil, ahlaki yönden de yıkıma, çöküntüye uğradığımızı gösterdi.

Kadınları örtüp eve kapatarak onları cinsel **** olarak kullanan, din-iman deyip sinsi, pis ilişkileri mubah sayan bir yaşam tarzını benimseyenler, dine de, topluma da zarar veriyor!
[COLOR="red"]Rauf TAMER


Pazar Kahvesi


Gazeteler tecavüz haberleriyle dolu. Tecavüz olmayan gün yok.




Uçkur düşkünlüğünden öte düpedüz vahşet bu.

Biz hep böyle miydik? Yoksa yeni mi böyle olduk?

***

Gazeteler yolsuzluk, hırsızlık, dolandırıcılık haberleriyle dolu. Vukuatsız gün yok.

Ahlak düşkünlüğünden öte düpedüz huy bu.

Biz hep böyle miydik yoksa damarlarımızdaki asil kan sonradan mı bozuldu?

Acaba ırsi mi yoksa bulaşıcı mı?

***

Cinayetsiz gün yok.

Kavgasız, dövüşsüz, karakolsuz, mahkemesiz gün yok.

Belgeler, dosyalar havada uçuşuyor. İddiasız, isnatsız, ihbarsız tek gün yok.

Sabahtan akşama kadar, Edirne’den Kars’a kadar suç duyurusu.

Dünya’nın bütün adliyeleri bize çalışsa yine yetmez ve yetişmez.

***

Peki... Aile yapısı’na ne oldu?

Aldananlar, aldatanlar, boşananlar...?tekrar birbirine katlanmak üzere birleşenler...

- Aman Allahım.

Karıyı satanlar, kocayı peşkeş çekenler, aile içi seks yapanlar, neler neler.

Mezhebimiz ve meşrebimiz hep mi genişti yoksa sonradan mı genişledi?

Peki, çocuklara ne oldu?

Kapkaç yapanlar, araba yakanlar, vitrin kıranlar, polis taşlayanlar, jiletçiler, tinerciler... Nereden çıktı bu nesiller?

.........

Halbuki nasıl bilirdiniz:

- Asil Türk Milleti.

- Necip İnsanlar Topluluğu.

Nereye gitti bunlar?

Bir de diyorlar ki:

- Muhafazakârlık yükseliyor.

Buyurun. Yükselmiş hali bu.

Bu böyleyse, kimbilir irtica nasıl?