Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
[COLOR="red"]Güngör Mengi

Son padişah!




Taraftarları İstanbul’da dün Başbakan’a “Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayyip Erdoğan” yazılı afiş açtılar!

Başbakan’da sürpriz yaratmadı bu jest.

Çünkü padişah yetkilerini zaten uzun zamandan beri kullanıyor.

Muhalif seslere tahammülsüzlüğü, içinde yatan padişahı yıllar önce açığa çıkarmıştı ama farkedenimiz pek az olmuştu. O açık gözler de fren rolü oynayamamış dalkavuklukları ile bozulmayı hızlandırmışlardır.

Bunun iyiye gidiş olmadığını gören ilk muhalif, cins bir attı.

Cihan adındaki bu at 2003 Temmuzu’nda Bayrampaşa’ya giden Başbakan’ı sırtına almış fakat iki adım sonra atmıştı.

“Ata binmeyi bilmeyen adamdan padişah olmaz” gerçeğini Cihan istediği halde bize anlatamamıştı.

Ama bu Erdoğan’ı ve yandaşlarını yola getirdi mi? Hayır.

O gün bugündür bütün kararları o verdi hepimizin hayatını o tanzim etti.

Kim cumhurbaşkanı, kim bakan, kim rektör, kim belediye başkanı, kim vali olacak, kimler zengin olacak, kimlerin ümüğü sıkılacak, hayatı karartılacak; hepsine o karar verdi.

Demokrasinin yorucu görev ve sorumluluklarını taşımaktan kendilerini kurtardığı için rahatına düşkün vatandaşlarımız onu “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye yüceltiyorlar.

“Padişahım çok yaşa” diye bağırmalarına az kalmıştır!

Yaptığı çağrıya uyarak kendisine öneri götüren ana muhalefet liderini bile “git işine” diye terslediğine göre acaba Cuma çıkışlarında “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var” diye tempo tutacak yüreğe sahip bir koro oluşturmanın sırası gelmedi mi?

Yoksulluğa mahkûm edilmiş, etnik ve dinsel düşmanlıklarla kutuplaştırılmış yığınları kandırıp oylarını bir, hatta iki kez alabilirsiniz ama fazlasını yapamazsınız.

Wall Street’teki gelişmeleri canlı yayınlayan TV kanalı Bloomberg, Erdoğan’ı padişah yerine koyan anlayışı, ibret verici bir formülle deşifre etti dün.

AKP’nin Tunceli’de dağıttığı seçim rüşvetlerini dünyaya duyuran yorumuna şu başlığı koydu: “Erdoğan tarzı demokraside bir adam = bir buzdolabı anlamına geliyor!”

Hayatın öğrettiği şu ki en utandırıcı yenilgilere iki konuda yanılanlar uğruyor:

1. “Fakirin gururu olmaz” diyenler;

2. Cumhuriyet vatandaşı olmanın onuru ile tanışan insanlara krallık, padişahlık taslayanlar.

Zaten yağcıları bile “Son Padişah” diye yazmışlar!

Yolun sonu geldi

Meclisteki AKP çoğunluğu, AİHM katında kötü bir şöhretin sahibi oldu.

Uluslararası mahkeme, iktidar çoğunluğunun “adil yargılanma ve hak arama özgürlüğü”nün önünde engel oluşturduğunu tesbit etmiştir.

Bu karar CHP Milletvekili Atilla Kart’ın açtığı dava nedeniyle verilmiştir.

Atilla Kart, milletvekili seçilmeden önce hakkında açılan iki davanın sonuçlandırılmasını istemiş ama AKP çoğunluğu buna fırsat tanımamıştır.

İktidara mensup siyasetçiler, bir milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılırsa bunun emsal olacağından korkmuşlardır.

Çünkü öyle bir örnek ortada dururken onlarca iktidar milletvekilinin mahkemelerden niçin kaçtıklarını anlatamayacaklarını görmüşlerdir.

Ama bu ayıplı oyun bugün bitiyor. AİHM Büyük Dairesi son kararını verecek.

“Yargılanarak aklanmak isteyen bir milletvekilinin önünü kesemezsiniz” hükmü çıkmasın diye iktidar devletin en etkili bürokratlarını AİHM’ye göndermiştir.

Ama nafile... Temiz siyaset ve adalet kazanacaktır!
[COLOR="red"]Yiğit Bulut

Türkiye’de Telekomünikasyon pazarını ele geçirin!



Başlığa sığmadığı için Avrupa Birliği “oyuncularına” hitaben yazdığım bu cümleyi yeniden yazacağım; Türkiye’de “telekomünikasyon pazarını” ele geçirin de rahatlayın!

İhaleye girmeye gelmeyen, Türkiye’de “hiçbir şirket 2 milyar dolardan fazla” etmez diyen sizler, bakıyorum da Türkiye pazarı için “çok ama çok” isteklisiniz!

Sevgili dostlar, daha önceki yazılarımda paylaştığım “Avrupa için büyük çöküş” tezimi de hatırlatarak, AB’nin “büyük telekom oyuncularının” baskısıyla Türkiye’ye yönelik “inanılmaz” tutumunu sizlere aktarmak istiyorum. ..

Bu “tutumu” şimdiden, Abdullah Gül “işadamları ile birlikte Brüksel’e gitmeden” paylaşmamın ayrı bir önemi var! Avrupa, Türkiye’ye “hiçbir konuda hiçbir şey vermedi, bizim onların şirketlerine herhangi bir baskı ile avantaj sağlamamız” gerekmiyor!

Peki “Avrupa’nın tutumunu nereden takip ediyorum, nasıl böyle çıkarımlara varıyorum”. Resmi ağızlardan çıkan seslere bakıyorum ve detaylardan “korkuyorum”!

Bakın neler diyor AB Komisyonu Bilgi Toplumu Genel Müdürlüğü Türkiye Masası Şefi Olivier Pascal, son bir yıl içinde katıldığı toplantılarda?

“... Telekom sektörüne özel düzenlemelerde AB Telekom düzenleyicisi çerçevesiyle uyumsuz bir kanununuz var.

- Evrensel Hizmet Yükümlülükleri’ne açıklık getirmediniz, 2002/22 AB direktifleri doğrultusunda bunu yapmanız gerekli (Bizim ülkenin her yerine hizmet götüremediğimizi iddia ediyor ve “AB kaynaklı operatörlere pazarı peşkeş çekmeniz gerekli” demek istiyor. Türkiye’de insan hakları yok bırakın biz yapalım’ ile aynı mantık)

- Türkiye’de sabit hatlar sınırlı, mobil iletişim desteklenmeli (Burası da çok ilginç nedense GSM şebekelerine özel bir destek var)

- AB’de büyük bir iç pazar oluşturulmalı. Hatta uluslar ötesi bir pazar olgusu desteklenmeli (haklısınız ‘Biz ulusal olan her şeyden vazgeçelim zaten mevzuatınızı da AB’nin istediği gibi yapın’ diyorsunuz, pazarı AB firmalarına rızamızla açalım. Peki aynı şeyleri neden France Telekom’dan, Fransa pazarından istemiyorsunuz?

Sevgili dostlar, “resmi dillenen” istekler bu kadarla da bitmiyor.

AB’nin telekom sektöründen sorumlu komisyon üyesi Viviane Reding daha da ileri gidiyor ve AB içinde acilen merkezi bir regülatör kurulmasını istiyor. Bunun anlamı da çok açık; Türkiye’deki Telekomünikasyon Kurumu gibi aktörler devreden çıkarılacak ve bizim pazarımız hakkında tam üyesi olmadığımız AB karar verecek. Aynen Gümrük Birliği’nde Türkiye’nin düşürüldüğü tuzağın farklı bir denemesi! Lütfen dikkat burası çok önemli; bizim pazarımız hakkında “Avrupalılar” karar vermek istiyor! Gümrük Birliği’nde “şirketlerimize” verdikleri zarar yetmedi, daha fazla istiyorlar!

Sonuç 1: Rekabete, kalitenin artmasına, hizmetlerin çeşitlenmesine, fiyatın düşmesine sonuna kadar varım. Türkiye’de yerel otoriteler her türlü sorgulamayı yapıp pazarı iyiye doğru itmek konusunda her türlü düzenlemeyi yapabilir! Bizler her türlü kararı alabiliriz ama bunu çöken AB, sizi alıyorum algılaması içinde asla yapamaz!

Sonuç 2: Avrupa pazarı “bitik”! Yaşlı Avrupa’nın “geri ödeme potansiyeli” bu nüfus yapısı ile çok düşük! Böyle bir yapı içinde Avrupa için tek çıkış; Türkiye gibi ülkelerde “pazar ele geçirmek”!

Son söz: AB’nin, önümüzdeki günlerde Türkiye’ye aynen Gümrük Birliği’nde, aynen Kıbrıs sürecinde olduğu gibi, kendine avantajlar yaratmak doğrultusunda adımlar atacağını düşünüyor ve bu konuda herkesi uyanık olmaya davet ediyorum!
[COLOR="red"]Mine G. Kırıkkanat

Sus ve Savaş mı?



Kim önce sustu, telefonda konuşmaktan çekinen halk mı, yoksa yorumdan kaçınan gazeteciler mi ?

Tarih karışık, başlangıç muğlak.

Belki oldum olası ‘cambaza bak cambaza’ diye avallaştırılan halkı bilinçlendirmek yerine, ‘mankene bak mankene’* diye oyalamaya devam eden medya, sanki çok konuşurmuş gibi yaparak susmuştur, yıllar önce...

Belki de halk cambaza, mankene bakmayı okumaya, düşünmeye yeğlediği için -ne de olsa arz talep dengesi- önce basın susmuştur, şimdi de korkudan, halkın kendisi...

Yandaş basın, zaten doğası gereği oldum olası günlük güneşlik havadan, kirli bile olsa temiz sudan söz eder, incir çekirdeğinden tartışma, kayısı kurusundan haber yapardı. Muhalif basın da vergi kılıcı sallandığından beri tepesinde, haberin yorumun kılını kırk yarıyor, olmadık bir yerine batmasın, diye.

Sonuç olarak, Türkiye’de medya ile telefon iletişimi eşitlendi. Şahsım dahil haber verenler, haber alanların telefonda konuşabildikleri kadar ve konuşabildikleri konuları işleyebiliyor.

Türkiye sustu, Türkiye’yi konuşmuyor.

Dolayısıyla Türklerin derin Türkiye’den haberi yok. Her zamanki sığlıkta geyik muhabbetiyle oyalanıyor.

Dünyada olup bitenleri izliyoruz, bu sakıncalı değil. Hangi ülkelerin ekonomik krizle kavrulduğunu konuşuyoruz, ama Türkiye’yi nasıl vurdu, toplum nasıl bir bunalıma girdi, kaç gencin hayatı karardı, kaç kişi intihar etti, kaçı intihar arefesinde çaresiz, bilmiyoruz...

Böğrüne iki tabanca dayayan biri, intihar eden bir diğeri, borç cinneti geçirip ailesini doğrayan belirli sayıda örneklerin dışında toplu, global bir fikrimiz yok. Olamıyor.

Hırsızlık amaçlı cinayetlerin artışından, kendi halinde insanların bile acınası gülünçlükte soygunculuğa kalkmasından bir şeylerin, hatta epeyce büyük şeylerin yolunda gitmediğini anlıyoruz tabii.

PKK savaşına döndü ekonomik krizin bilançosu.

Ölenleri gizleyemiyorlar, çünkü cenazeleri kalkıyor. Ama kaç gazimiz var, kaçının gözü çıktı, kaçının bacağı kesildi, eli koptu, kulağı patladı, kaçı psikolojik sorunlar yaşıyor, meçhul...

Ekonomik kriz yokmuş gibi ‘yapılan’ Türkiye, susuyor.

Genelmiş gibi yapılan yerel seçim nutuklarını dinliyor halk, hatta coşkuyla alkışlıyor... Fakat telefonda konuşmadığını kulaktan kulağa fısıldıyor: ‘Krizin anası Mart’tan sonra...’

Cambaza mankene ne kadar meraklıysa da krizin asıl yerel seçimlerden sonra, yani ‘seçim ekonomisi’nin bitiminde vuracağını hesaplıyor.

Ve bu hesap hem yerel, hem de küresel bir doğruluk payı taşıyor. Çünkü dünya da soluğunu tuttu, marttan sonra olacakların korkusuyla ürperiyor.

G20 diye anılan en büyük yirmi ülkenin bir numaraları, nisan başında Londra’da küresel krize karşı ortak önlemler almak için toplanıyorlar. Ancak bu zirveye yönelik ‘kurtarıcı’ beklentisi o kadar arttı ve yetkililer de öylesine uçuk vaatlerde bulundular ki sermayeyi kurtarmak için aslında soymaya hazırlandıkları ‘seçmen’ halklarına, ekonomistler karamsar.

Bazıları, G20 Zirvesi’nin Londra’da toplanmasında bile uğursuzluk işareti görüyor ve nisan başındaki Dünya Ekonomik Zirvesi’ni 1933 yılında yine küresel krize çözüm bulmak için yine Londra’da toplanan Dünya Ekonomi Zirvesi’ne benzetiyor.

Zamanın en büyük 6 ülke temsilcilerini 1929’da ABD’de patlak veren ve dünya krizine dönüşen ‘Büyük Buhran’a karşı ortak önlemler almak, ekonomiyi yeniden yapılandırmak için bir araya getiren 1933 Londra zirvesi, tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı.

Uluslararası para sistemi, bu zirvede gömüldü ve birkaç yıl sonra,

İkinci Dünya Savaşı patladı.

Yüzyıla girdiğimiz gün, yani sekiz yıl önce yazdığım bir makalede, ‘20. yüzyıl, iki dünya savaşına sahne oldu. 21. yüzyılın barış içinde geçmesi için hiçbir neden yok...’ demiştim.

Dünya, kapitalizmin en büyük ikinci krizi 2008’de başlayan ekonomik çöküşün bir dünya savaşına yol açmasından korkuyor.

Türkiye ise konuşmaktan.

Susalım, bakalım. Susarsak sıra bize gelmez, mi dersiniz?

* Cambazdan mankene döndürülen bakış açısı, aziz dostum Melih Aşık’ın bir saptamasıdır.
[COLOR="red"]Selahattin Duman

Demokrasi bu kadar asabiyeti kaldıramaz





Siz şimdi yukarıdaki başlığa bakıp “Seyrek bıyıklı asabi şahsiyete” laf çakıştırdığımı düşüneceksiniz ancak işin aslı öyle değil.. Ben ahalinin DNA’sındaki “muhalefet genine” takıntılıyım.. Ekonomik krizin teğet geçmediğini iddia edenlere ayar oluyorum.. Bir de canım tatlı istiyor.. Sinirden kan şekerim düştü..

Global ekonomik krizin bizim memleketi teğet geçmesi iyi bir şey oldu..

Tabii hükümet adamlarının hakkını yememek lazım.. Tedbiri zamanında aldılar.. Takdiri Allah’a bıraktılar..

“Kriz nereden geçecek?”

“Aha şuradan..”

“One münit.. Orası memleketin göbek deliği değil mi?”

“Sizi deliğin şekli yanıltıyor.. Göbek diyemeyiz..”

“Escuzmi.. Şöyle itelesek coğrafyayı da yandan geçirsek..”

“Mümkündür.. Yeterki siz asabiyet göstermeyin..”



***

Mütebbir adam her şeyin çaresini bulur.. Elimizde hazır içtihat da var..

Erzincan Belediyesi denemiş, başarılı olmuş.. Yeni imara açılan arazilerin altından fay hattının geçtiğini görmüşler..

Onca emek verip, kafa patlatılarak yapılan yeni imar plânını değiştireceklerine fay hattının yerini değiştirmişler..

Allah Belediye Meclisi’nin ileri görüşlü üyelerinden razı olsun.. Her şey bir toplantıda halledilmiş..

“Fay hattı bundan böyle imara açılan arazinin beş kilometre uzağından geçecektir..” hükmü karar defterine kaydedilmiş..

Sen sağ ben selamet.. Demek ki istenince oluyormuş..

TRİP YAPTIRIYOR

Ahalinin durduk yerde niza çıkarması “Vay efendim geçinemiyorum, vay efendim krizde işimi kaybetim..” diye çırpınmasının krizle alâkası yok..

Nasıl ki büyük düşünce insanımız Recep İvedik’te çalışma geni yok.. Bunların DNA’sında da “memnun olma geni” yok..

Onun yerine “kronik muhalefet” geni gelişmiş.. Bunlara Ay Dede üzerinde bedava arsa dağıtsan “Deniz manzarası yok” deyip şikâyet ederler..

Metro hattına üç yeni istasyon eklersin.. “Efendim, bizim kapıya yakın geçseydi daha iyi olyurdu..” diye dedikodunu yaparlar..

Hükümet büyüklerim bunu iyi bilsin, bizi de iyi bellesin ki biz onlardan değiliz..

Temsil, iki senedir kapalı olan İstanbul Atatürk Kütüphanesi ne zaman açılacak, mealinde bir risale yazdık..

Yazının mürekkebi kurumadan kütüphaneyi hizmete açtılar.. Bize de teşekkür etmesi kaldı..

Kütüphane müdürü de bizzat elektrikli mektup yazmış.. “Talimatınızı yerine getirdik, haberiniz olsun..” demiş..

Hoşuma gitti gitmesine de şahsen İstanbul Şehremini’nden başka türlü bir jest beklerdim.. Ne bileyim..

Saray Muhallebicisi’nden bir kilo tavuk göğsü yollasa, paketin üzerine de “Kütüphane açıldı..” müjdesini veren mektubu koysa daha şık olurdu..

Daha bir etik olurdu..


***

Şahsen ben her şeye aykırı giden Vatan Gazetesi’nin tersine Kadir Bey’i destekliyorum.. Hem mimar hem muhallebici zinciri var..

Belediyecilik politikası Vatan Gazetesi’nin yönetim kurulu başkanı olarak bana çok tatlı geliyor..

Öbür muhasebeci kılığına girmiş androidi gözüm hiç tutmuyor.. Arkasında bir dükkan, bir tesis yok.. Kuru maaşa talim eden biri..

Bana ne faydası olacak? Tuttuk birlikte opera dinlemeye gittik.. Bir kulah kabak çekirdeği alalım da dinlerken çitleriz, desem cebinden para çıkmaz..

Çakmışım ben böyle sosyal demokrasiye.. Hatta demokrasiye..

BATTAL BEDEN

Bir siyaset dedikodusu yapacağım ama aslında haberin dana gözü.. Bütün medya Reha Muhtar’ın programına kaptırdığından haberi atladı, ben yakaladım..

Bizim dürüstlük belgesinin fotokopisi sosyal demokrat aday gitmiş, sözüm ona çarşı pazar denetliyor..

Dikilmiş balık tezgâhına.. Tekir balığını gösterip fiyat soruyor..

Tekir dediğin balık bu sene elli ile altmış lira arasında gidip geldi.. Bir kere fiyat sorman ayıp.. Bunu bileceksin..

“Tekir kaça?” diye soruyor.. Balıkçı “Altmış iki lira..” deyince de “Ben yiyemem bunu, Kadir Bey yer..” cevabını veriyor..

Bak bak bak!

Fikrince laf sokuyor.. Memur adam.. Hamsi’den başka balık yememiş ki Tekir’in durumuna akıl sır erdirsin..

Tabii bu arada balıkçıya da “Sen kuyumcu musun?” iması yapıp adamı rencide ediyor.. Ama balıkçı lafı güzel oturtmuş:

“Bu işler sana büyük gelir..” demiş.. Anlayana sivrisinek opera!


***

Vatandaşın hırçınlığı ekonomik krizden değil, genlerimize işleyen bozuk tabiatımızdan..

Aha buyurun.. Akdeniz Üniversitesi’ndeki nizaya bakın..

Koskoca profesör.. Unvanının yanında “doktor”u da var ama reçete yazdırmıyorlar..

Tutuyor.. Üniversite koridorlarında ıslık çalarak dolaşıyor.. Çaldığı türkü de Mozart’ın Kırkıncı Senfonisi değil..

Halimem türküsü..

“Tombalacık Halimem, yar başına geel.. Ben gidiyorum Bolu’ya düş peşime geeel..”

ASABİ DİLENCİ

Haydi adını da vereyim.. Islıkla eylem yapan Profesör Dr. Orhan Kuruüzüm adlı şahıs..

Kendi üzümü kuru, neş’esi yerinde, kuyruğu ile oynuyor..

Hiç düşünmüyor..

Üniversite kadrosunda “Halime” isimli bir ıslıkla eylem yapan.. Ben “Tombalacık Halimem..” diye makam tutturursam fakültede laf çıkar mı diye..

Dekanlık hakkında soruşturma açmış.. İyi de etmiş.. “Halimem türküsünü akademik ortamda ıslıkla icra etmekten” sabıkalansın da aklı başına gelsin..

Şimdi yolunu kesip sorsan o da “ekonomik kriz var, geçinemiyoruz..” diye ağlaşır..

Demek ki bunlar “ekonomik kriz hakkında” sorulan bükün soruların cevabını otomatiğe bağlamış birer çete üyesi..


***

Memleketin dilencisi bile sinir küpü..

Geçenlerde dilencinin biri bizim İstanbul Üniversitesi eski rektörü Mesut Parlak hocanın yolunu kesmiş.. Avuç açmış..

Mesut Hoca da “Git başımdan ben sokakta dilenenlere para vermem..” demiş..

Dilenciden cevap:

“Sen üç kuruş sadaka vereceksin diye yazıhane mi açacağız?”

İşte sözünü ettiğim aykırı gen bu.. Bunu kaşıya kaşıya azdıran da Altı Kazık Partisi’nin sinirden vücudu et tutmayan adayı..
[COLOR="red"]Okay Gönensin

Medeniyet cezaları




İki “ağır” ceza daha aldık. Cezalar “maddi” olarak ağır olmayabilir, ama manevi olarak çok ağırlar. Çünkü bu cezalar “medeniyet” notumuzu iyice düşürüyor.

Cezaların biri “seçmeli Kürtçe ders isteyen” öğrencilerle ilgili. 2002 yılında 18 öğrenci Kocatepe Üniversitesinde “seçmeli Kürtçe ders” istemişler ve uzun süreli uzaklaştırma cezaları alarak karşılığını görmüşler.

Bu öğrencilerin dilekçelerine uygun şekilde cevap verilseydi, herhalde “bölünürdük” ki üniversite yetkilileri çocuklara ağızlarının payını vermişler. Çocuklar ne yapmışlar? Dilekçe vermişler. Öğretim düzenini aksatan herhangi bir icraat yapmışlar mı? Yapmamışlar. Ama hadlerini aşmışlar. O zaman atarsın okuldan.

Bugünkü dünyada, artık kol kırılıp yen içinde kalmıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi medeniyet notunu kırıveriyor.

Aldığımız ikinci medeniyet cezası, “Türkiye’de Müslümanlar dinlerini özgürce yaşayamıyor” diye düşünenlerin de pek hoşuna gitmeyecek.

Bu kez konu Bozcaada Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’nın arazilerine devlet tarafından el konulmasıdır. Mahkemenin kararına göre bu arazilerin tapusu 3 yıl içinde vakfa devredilecek ve toplam 105 bin euro ceza ödenecektir. Bu da bir medeniyet cezasıdır. Vakıf yasal bir vakıftır, arazinin sahibi olduğu da bellidir, ama sen bir yasa çıkarıp bu insanların mallarına el koyabileceğini sanıyorsun. Bunu yapıyorsun ve medeniyet cezasını yiyorsun.

Bunlar ilk medeniyet cezalarımız değil, sonuncu da olmayacaklar. Hem devletin “aşırı güç kullanımı” ile hem de Rum ve Ermeni vakıflarına yapılan haksızlıklarla ilgili daha çok medeniyet cezası yiyeceğiz.

İkinci ceza “laik devlet” konusundaki başka bir ikiyüzlülüğün de tescili niteliğindedir. “Laik devlet” bütün din ve inançlara eşit mesafede olan, bunlardan birinin diğerlerine haksızlık etmesini önleyen, bütün inançlardan insanların güvencelerini sağlayan devlettir. Bir inanca sahip insanların vakfının elinden mallarını alan devletin laikliği tartışmalıdır.

Medeniyet cezaları hangi alanlarda ne kadar geri olduğumuzu yüzümüze vuran cezalardır. Bu cezalardan fazla ders çıkardığımızı da söylemek zor, çünkü demokrasiyi içimize sindirmekte hala güçlük çekiyoruz. Altmış küsur yıldır demokratik düzende yaşadığımızı övünerek söylüyoruz, ama en tepeden en aşağıya kadar hala ağır sindirme sorunlarına sahibiz.
[COLOR="red"]Dilek Önder

Ayağı büyük olanın...




“Ayakkabı numarası 35 olan kadınlardan korkacaksınız! Çünkü onların mutlaka bir kompleksleri vardır”

Ozan Güven’in bu sözleri kaç gündür gazetelerde, biliyorsunuz...

Ben de okuyorum, okuyorum biraz da bilerek es geçiyorum.

En fazla, “Ayağı küçük olan kadının boyu da kısadır; e bir laf vardır ya, kıçı yere yakın olandan korkacaksın diye, oradan yola çıkarak söylüyor” diyor, bırakıyorum...

“Asıl erkeğin ayağı küçükse...” diyeceğim, demiyorum.

Kaç gündür tutuyorum kendimi.

Tutuyordum yani...

Hayır, “Biraz da erkek ayaklarından bahsedelim” diyeceğim, olmayacak!

Sonra düşündüm, “Niye olmasın?”

Öyle bir laf vardır ya, “Neden olmasın?” diye...

Why not?

Düblaj türkçesi yani...

Ama günlük hayatta kullanınca insanı ‘önemli” kılar.

Yani mesela adama atıyorum, “Sinemaya gidelim mi?” dedin. O da, “Neden olmasın?” dedi.

Dedi ve kaybetti!

Ne biçim laf o be!

Film mi çeviriyoruz, filme mi gidiyoruz anlamadım...

Neden olmasın?mış!

Yahu normal adam şu lafı söyler mi hiç? Söylerken bir de çok zeki laf etmiş gibi bakarlar...

Ne diyeceksin ki şimdi buna?

Ya “İyi uzatma bak seanslarına da gidelim” diyeceksin ya da

“Neden sanat?” diye üste çıkacaksın...

Tamam konumuza dönüyorum.

Erkelerin ayakkabı numaralarına...

Bahsedelim mi beyler?

Erkekler küçük ayaklı olmaktan nefret ederler.

Niye?

Çok basit:

Ayaklarıyla özdeşleştirirler....

Şeyi...

Kişiliklerini...

Yok artık! O kadar da değil ama etkilenirler.

Ergenlik kalıntıları yani.

Kalıntı ama kurtulamazlar da!

Hani vardır ya, “Elleri, burunları ne kadar büyükse...” diye...

Bu da,

“Ayağı büyük olanın...” versiyonu...

Türkiye ortalamasının 42 numara olduğunu varsayarsak, etrafımızda “ayaklarından” nefret eden bir sürü adam dolaşıyor demektir.

Ne tuhaf değil mi?

Tuhaf bir bakış açısı...

İşte bu yüzden, dikkat edin satın alacakları zaman ayakkabının güzelliği ve rahatlığından çok büyük gösterip göstermediğine bakarlar...

Aynada şöyle bir bakar, yeterince büyük gösteriyorsa kendine güveni gelir.

Sever ayakkabıyı....

Sanki o ayakkabıyla bütün kadınlar gerçeğin ta kendisini göreceklerdir!

“Böyle de bir insandır!” yani...

Öyle garip bir histir bu.

Hani şu sivri burun ayakkabılar modayken çok mutluydu bunlar.

Mesela hovarda bir erkeğe asla burnu yuvarlak bir ayakkabı giydiremezsiniz...

Deneyin.

Eşinize veya sevgilinize öyle bir ayakkabı hediye alın bakın, giyiyor mu?

Heh heh hee...

Hayatta giymez.

“Sıkıyor mıkıyor, değiştirelim” demezse neyim.

Öyle yani...

O halde biz de aynı sözleri erkekler için söyleyebilir miyiz?

“Ayağı küçük erkekten korkacaksın. Mutlaka bir kompleksi vardır...”
[COLOR="red"]Hikmet Bilâ

Doktor ‘sevkıyat’ı





“Hekimler tıp fakültelerini bitirdiğinde mecburi hizmet yapıyor. Uzmanlık eğitimi yapan bir hekim yeniden mecburi hizmet görevini yerine getiriyor. Bu hekim yan dal ihtisası yaparsa bir kere daha mecburi hizmete gidiyor. Şimdi aynı hekim, ‘Ben yardımcı doçent, doçent ya da profesör olacağım’ derse o zaman da mecburi hizmete gönderilecek.”

Bu sözler İstanbul Tabip Odası Başkanı Özdemir Aktan’a ait. Aktan, doktorların isyanını dile getiriyor, çünkü tıp fakültelerindeki doktor öğretim üyelerine yol görünmüş. YÖK, ihtiyaç içindeki 13 üniversiteye 26 üniversiteden “hoca sektiyatı” yapma kararı almış. Hatta listeler belirlenmiş. Aktan’ın verdiği bilgiye göre, örneğin Marmara Üniversitesi için sekiz ayrı mecburi hizmet yeri belirlenmiş. Hocalar bavulları toplamaya başlamışlar bile.

Üç mecburi hizmete itiraz edip iç hukuk yollarını tükettiklerini hatırlatan Aktan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceklerini söylüyor.

İlk bakışta, “Ne var canım bunda, ihtiyaç fazlası olan yerden ihtiyaç olan yere doktor gönderiliyor” denebilir. “Hoca yardımı” alan üniversiteler bu uygulamadan memnun olabilir. Ama sorular da peş peşe gelir:

Birinci soru: İhtiyaç fazlası neye göre belirlendi? Örneğin, Marmara Üniversitesi’ndeki tek çocuk endokrinoloğu, hangi kritere göre Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’ne gönderiliyor?

İkinci soru: Anadolu’da mantar gibi üniversiteler açılırken kadro ihtiyacı neden düşünülmedi? Bu üniversitelere neden kadro verilmiyor?

Üçüncü soru: Sağlıkta hemen her şey özelleştirilirken liberalizm var da, hekimlerin çalışma yerleri sözkonusu olunca neden yok?

Dördüncü soru: Profesörlerine, doçentlerine “Görev yerlerinize, marş marş!” komutu verilen üniversitelere evrensel anlamıyla üniversite denebilir mi?

Soru çok. Cevap var mı?





***




Kimin 28 Şubat’ı

Bu yıl 28 Şubat için farklı bir yorum öne çıkıyor. Deniliyor ki, 12 yıl önceki “postmodern darbe” AKP’yi iktidara getirmek için yapıldı. O gün Silahlı Kuvvetler komuta kademesiyle Başbakan ve ilgili bakanlardan oluşan Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlar, irticaya karşı uygulanacak önlemleri sıralıyor ve ilköğretimin 5 yıldan 8 yıla çıkarılmasını istiyordu.

Dediğim gibi, 12’nci yıldönümünde moda olan 28 Şubat yorumu, radikal İslamcılığı uzaklaştırıp ılımlı İslamcılığı egemen kılmak için bu müdahalenin tezgahlandığı. Burada da insanın aklına bir soru takılıyor: Madem bu amaca ulaşılmış, AKP tek başına üstelik iki kez iktidara getirilmiş, neden AKP’yi iktidara getirmek ve iktidarda tutmak için çırpınan “liberal” kalem erbabı hala 28 Şubat’a veryansın ediyor, hala burunlarından soluyor?

28 Şubat’ı öpüp başlarına koymaları gerekmez mi?



***



Islık

Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Orhan Kuruüzüm hakkında soruşturma açılmış. Sebep? Kuruüzüm, elinde çay bardağı olduğu halde koridorda yürürken, meşhur Bolu türküsü “Halimem”in “Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi, sen bu işin sonunu düşünmedin mi?” melodisini ıslıkla seslendirmiş.

Olay, yıllar önce yolumun düştüğü, şeriatla yönetilen bir ülkedeki anımı hatırlattı. Sokakta, “Halimem”i değil ama, “Rodrigo”yu ıslıkla çalarken, etrafımın çevrildiğini son anda farketmiştim. Hiç de dostça olmayan bakışlar altında ıslığı kesmiştim... Kıssadan hisse: Türkiye’de de ıslık çalarken işin sonunu düşünmek gerekiyor artık.