Yılmaz ÖZDİL
Obama mı? McCain mi? Batman mi?
Obama’ya sormuşlar...
Kahramanınız kim?
"Batman" demiş.
McCain’e sormuşlar...
Kahramanınız kim?
"Batman" demiş.
*
Biri siyah, biri beyaz.
Biri Cumhuriyetçi, biri Demokrat.
Biri genç, biri yaşlı.
Fikirleri taban tabana zıt.
Uzlaştıkları tek konu var:
"Batman."
*
Hani şu, geceleri ortaya çıkan, maskeli pelerinli, acayip otomobili olan arkadaş...
*
Üşenmedim, Batman’ı aradım!
*
Batman Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve Doğan Haber Ajansı Batman Temsilcisi arkadaşım Arif Arslan’a sordum: "Ne düşünüyorsunuz bu konuda?"
*
Hesapta, Batman’da sinema var mı, Batman filmi Batman’da oynadı mı, elalem neyle uğraşıyor biz neyle uğraşıyoruz filan gibi "sosyal içerikli" yazı ayarlayacağız...
Arif dedi ki:
"Abi, Batman Belediye Başkanı Hüseyin Kalkan, Batman filmini mahkemeye vermeye hazırlanıyor!"
?
?
?
?
8-10 saniye kalakaldım...
"Nası yani?" dedim.
Arif anlattı:
"Batman Belediye Başkanı’na göre, dünyada bi tane Batman var... Açın haritaları, ansiklopedileri bakın, diyor Batman Belediye Başkanı, orijinali biziz, marka da bizim... Bizim adımızı kullanarak para kazandıklarını, bizim avucumuzu yaladığımızı düşünüyor. Bu nedenle, Batman’ın yapımcısını mahkemeye verecek, tazminat talep edecek."
*
Vaziyetimiz budur.
*
Düşüne düşüne, kan ter içinde kalanları vallahi anlamıyorum... Türkiye’de yazı yazmak hakikaten çok kolay.
[COLOR="red"]Ahmet HAKAN
Vakit’te bir delikanlı
DÜN Vakit gazetesinde bir makale okudum ve hayatım değişti...
Aydınlandım... Yüreğim ışıdı... Umutla doldum...
Geçmişte aynı inanç dairesinde bulunduğum insanlara dair hayal kırıklıklarım onarıldı...
Gülümsedim... Heyecanlandım...
"İnsan olmak" ile "Müslüman olmak" arasındaki acayip sıkı ilişkiyi yeniden anımsadım...
Öyle bir makaleydi ki Vakit’te okuduğum:
Cüppeli Ahmet Hoca’nın bin vaazla yapamayacağını yapıyordu...
Hayrettin Hoca’nın 80 bin fetvasına bedeldi...
Öyle bir makaleydi ki Vakit’te okuduğum:
"En radikal İslami görüşlere sahip biri"nin, "en katı laik görüşlere sahip biri" ile aynı insanlık noktasında bulaşabileceğini kanıtlıyordu...
Öyle bir makaleydi ki Vakit’te okuduğum:
Her türden insanın nezdinde "emin" sıfatını kazanmanın ne demek olduğunu fark ettiriyordu...
* * *
Vakit’teki yiğidin adı, Selahaddin Çakırgil’dir...
Ben onu ta 70’li yıllardan beri tanırım...
"Şura" dergisinden, "Akıncılar" hareketinden, "İslami hareket"in sağcılıktan koptuğu dönemlerden, 12 Eylül günlerinde Diyarbakır uçağının Tahran’a kaçırılma girişiminden, mahpuslara düşmesinden, İran’daki sürgün hayatından tanırım...
Ve en sonunda Vakit’teki sessiz sakin yazarlığından tanırım...
Hayatta bir kez olsun yüz yüze gelip konuşmadık ama tanırım kendisini...
Kibardır, yiğittir, delikanlıdır, yüzü kızarır, vicdan sahibidir, mantıklıdır, aşiretçi değildir, nefret ettirmez...
"Tipik bir Vakit yazarı" değildir yani... Vakit’teki aykırıdır kendisi...
Oturup sohbet etsek, yığınla mevzu çıkar anlaşamayacağımız...
Ama oturup sohbet edilecek bir adamdır Selahaddin Çakırgil...
* * *
Gelelim makaleye... Makale şu iki cümleyle başlıyor:
"Bu yazıyı yazarken çok zorlandığımı belirtmeliyim... Ama kalbim fazlasını taşıyamadı..."
Çakırgil’in incelikli kalbinin daha fazla taşımaya dayanamadığı olay, Vakit gazetesinin "Hüseyin Üzmez iğrençliği" karşısındaki tutumudur...
Çakırgil’in yazısından okumaya devam edelim:
"Gazete yönetiminin konuya gereken hassasiyetle tepki vermemesini anlayabilmiş değilim. Şimdi geldiğim nokta, kendi açımdan ürpertici, dehşet vericidir. (...) Vakit’in o kişinin sözlerinin kabul edilmezliğini açıklamakla yetinmesi karşısında hayal kırıklığı yaşadım... Halbuki Vakit’in, İslam konusunda öylesine saçma-sapan laflar eden bir kişiyle hiçbir bağının kalmadığını açıklamasını beklerdim."
Çakırgil sözü, Yeni Şafak gazetesinin "Utan be adam" manşetine getiriyor...
Ve şöyle diyor:
"Yeni Şafak’ın başlığa çektiği o ifadeyi bizzat Vakit yazabilmeliydi... Bu yapılamadığı gibi Yeni Şafak’ın yayını ’düşman sevindiren yayın’ diye suçlanmış, Hürriyet ve Ahmet Hakan’ın Yeni Şafak’ı takdirle anması, Yeni Şafak’ın tavrının yanlışlığına delil olarak gösterilip eleştirilmiştir. Bu anlaşılır gibi değildir... Ki, Ahmet Hakan’ın belki de en düşündürücü yazılarından birisi idi o yazı... Toplumun her kesiminden insanların, en Müslüman’ından en laik’ine kadar nicelerinin midesini bulandıran bir durum karşısında kızmak yerine, o saçmalıkların üzerine gidilmeliydi. ’Doğru’lar Hürriyet’in veya Ahmet Hakan’ın dilinden beyan edilince bile güzeldir. Çok aykırı bir yerde olmak, doğrunun beyanına ve doğruya imrenilmesine engel olamaz."
Hepsi bu değil...
Çakırgil, müthiş hesaplaşmasını şöyle sürdürüyor:
"Bu kişinin (Hüseyin Üzmez’i kastediyor A.H.) söz ve tavırlarına karşı çıkılmasından dolayı mütedeyyin insanlara saldırılmak istendiği gibi bir hisse asla kapılmadım. Ama mütedeyyin insanların onu aralarından fırlatıp atmamalarının şaşkınlığını yaşıyorum."
* * *
Çakırgil, yazısının sonunda Vakit’e meydan okumayı da ihmal etmemiş, yazısının yayınlanmaması durumunda "çekip gideceği"ni belirtmiş...
Vakit de bu meydan okumadan ürkmüş olmalı ki, yazının en altına, "Yazıdaki görüşlerin büyük bir bölümüne katılmak mümkün değildir" notunu koyarak yayınlamış...
Bence Selahaddin Çakırgil, yazının altına konan o "not"u kesip saklasın... Çünkü o "not", kendisi ile Vakit arasındaki "tıynet farkı"nın kanıtıdır ve bu açıdan çok mühimdir...
Dindar kadınlardan Vakit’e ültimatom
SELAHADDİN Çakırgil’in yazısıyla yeterince ferahlamıştım ki...
Kendilerini "dindar kadınlar" olarak nitelendiren bir grup kadının "ortak bildiri"si çıkmasın mı karşıma?
Tam anlamıyla "nur üstüne nur" oldu...
Aralarında tanıyıp bildiklerimin de olduğu bir grup dindar kadının, Vakit’e ültimatomuydu bu...
Bildiride Vakit’in, Hüseyin Üzmez olayı karşısındaki tutumu eleştiriliyor, "Hayal kırıklığına uğradık" deniliyor, Hüseyin Üzmez’in dindar kesimi ve vicdanı olan herkesi rencide ettiği söyleniyor ve Vakit’ten Üzmez’le ilişkisini kesmesi talep ediliyordu...
"Dindar kadınlar", Vakit’ten kendilerine gelebilecek, "başkalarının kuyruğuna takılıp Vakit’i suçluyorsunuz" şeklindeki eleştiriye de şahane bir yanıt veriyorlardı:
"Başkaları farklı niyetlerle de olsa, açık bir haksızlığı işaret ediyorlarsa, onların ’kuyruğuna takılmak’tan asla rahatsız olmuyoruz."
Bildirideki son cümle ise tam anlamıyla muhteşemdi:
"Hüseyin Üzmez tartışmalı bir raporla dört duvar arasından kurtulmuş olabilir ama anaların, kadınların ve insanlığın vicdanındaki mahkumiyetinden ömür boyu kurtulamayacaktır."
Ayla Kerimoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Mualla Kavuncu, Semanur Sönmez Yaman gibi isimlerin imzasını taşıyan bu bildirinin herkesin imzasına açık olduğunu duyuruyorum...
[COLOR="red"]Ahmet HAKAN
Vakit’te bir delikanlı
DÜN Vakit gazetesinde bir makale okudum ve hayatım değişti...
Aydınlandım... Yüreğim ışıdı... Umutla doldum...
Geçmişte aynı inanç dairesinde bulunduğum insanlara dair hayal kırıklıklarım onarıldı...
Gülümsedim... Heyecanlandım...
"İnsan olmak" ile "Müslüman olmak" arasındaki acayip sıkı ilişkiyi yeniden anımsadım...
Öyle bir makaleydi ki Vakit’te okuduğum:
Cüppeli Ahmet Hoca’nın bin vaazla yapamayacağını yapıyordu...
Hayrettin Hoca’nın 80 bin fetvasına bedeldi...
Öyle bir makaleydi ki Vakit’te okuduğum:
"En radikal İslami görüşlere sahip biri"nin, "en katı laik görüşlere sahip biri" ile aynı insanlık noktasında bulaşabileceğini kanıtlıyordu...
Öyle bir makaleydi ki Vakit’te okuduğum:
Her türden insanın nezdinde "emin" sıfatını kazanmanın ne demek olduğunu fark ettiriyordu...
* * *
Vakit’teki yiğidin adı, Selahaddin Çakırgil’dir...
Ben onu ta 70’li yıllardan beri tanırım...
"Şura" dergisinden, "Akıncılar" hareketinden, "İslami hareket"in sağcılıktan koptuğu dönemlerden, 12 Eylül günlerinde Diyarbakır uçağının Tahran’a kaçırılma girişiminden, mahpuslara düşmesinden, İran’daki sürgün hayatından tanırım...
Ve en sonunda Vakit’teki sessiz sakin yazarlığından tanırım...
Hayatta bir kez olsun yüz yüze gelip konuşmadık ama tanırım kendisini...
Kibardır, yiğittir, delikanlıdır, yüzü kızarır, vicdan sahibidir, mantıklıdır, aşiretçi değildir, nefret ettirmez...
"Tipik bir Vakit yazarı" değildir yani... Vakit’teki aykırıdır kendisi...
Oturup sohbet etsek, yığınla mevzu çıkar anlaşamayacağımız...
Ama oturup sohbet edilecek bir adamdır Selahaddin Çakırgil...
* * *
Gelelim makaleye... Makale şu iki cümleyle başlıyor:
"Bu yazıyı yazarken çok zorlandığımı belirtmeliyim... Ama kalbim fazlasını taşıyamadı..."
Çakırgil’in incelikli kalbinin daha fazla taşımaya dayanamadığı olay, Vakit gazetesinin "Hüseyin Üzmez iğrençliği" karşısındaki tutumudur...
Çakırgil’in yazısından okumaya devam edelim:
"Gazete yönetiminin konuya gereken hassasiyetle tepki vermemesini anlayabilmiş değilim. Şimdi geldiğim nokta, kendi açımdan ürpertici, dehşet vericidir. (...) Vakit’in o kişinin sözlerinin kabul edilmezliğini açıklamakla yetinmesi karşısında hayal kırıklığı yaşadım... Halbuki Vakit’in, İslam konusunda öylesine saçma-sapan laflar eden bir kişiyle hiçbir bağının kalmadığını açıklamasını beklerdim."
Çakırgil sözü, Yeni Şafak gazetesinin "Utan be adam" manşetine getiriyor...
Ve şöyle diyor:
"Yeni Şafak’ın başlığa çektiği o ifadeyi bizzat Vakit yazabilmeliydi... Bu yapılamadığı gibi Yeni Şafak’ın yayını ’düşman sevindiren yayın’ diye suçlanmış, Hürriyet ve Ahmet Hakan’ın Yeni Şafak’ı takdirle anması, Yeni Şafak’ın tavrının yanlışlığına delil olarak gösterilip eleştirilmiştir. Bu anlaşılır gibi değildir... Ki, Ahmet Hakan’ın belki de en düşündürücü yazılarından birisi idi o yazı... Toplumun her kesiminden insanların, en Müslüman’ından en laik’ine kadar nicelerinin midesini bulandıran bir durum karşısında kızmak yerine, o saçmalıkların üzerine gidilmeliydi. ’Doğru’lar Hürriyet’in veya Ahmet Hakan’ın dilinden beyan edilince bile güzeldir. Çok aykırı bir yerde olmak, doğrunun beyanına ve doğruya imrenilmesine engel olamaz."
Hepsi bu değil...
Çakırgil, müthiş hesaplaşmasını şöyle sürdürüyor:
"Bu kişinin (Hüseyin Üzmez’i kastediyor A.H.) söz ve tavırlarına karşı çıkılmasından dolayı mütedeyyin insanlara saldırılmak istendiği gibi bir hisse asla kapılmadım. Ama mütedeyyin insanların onu aralarından fırlatıp atmamalarının şaşkınlığını yaşıyorum."
* * *
Çakırgil, yazısının sonunda Vakit’e meydan okumayı da ihmal etmemiş, yazısının yayınlanmaması durumunda "çekip gideceği"ni belirtmiş...
Vakit de bu meydan okumadan ürkmüş olmalı ki, yazının en altına, "Yazıdaki görüşlerin büyük bir bölümüne katılmak mümkün değildir" notunu koyarak yayınlamış...
Bence Selahaddin Çakırgil, yazının altına konan o "not"u kesip saklasın... Çünkü o "not", kendisi ile Vakit arasındaki "tıynet farkı"nın kanıtıdır ve bu açıdan çok mühimdir...
Dindar kadınlardan Vakit’e ültimatom
SELAHADDİN Çakırgil’in yazısıyla yeterince ferahlamıştım ki...
Kendilerini "dindar kadınlar" olarak nitelendiren bir grup kadının "ortak bildiri"si çıkmasın mı karşıma?
Tam anlamıyla "nur üstüne nur" oldu...
Aralarında tanıyıp bildiklerimin de olduğu bir grup dindar kadının, Vakit’e ültimatomuydu bu...
Bildiride Vakit’in, Hüseyin Üzmez olayı karşısındaki tutumu eleştiriliyor, "Hayal kırıklığına uğradık" deniliyor, Hüseyin Üzmez’in dindar kesimi ve vicdanı olan herkesi rencide ettiği söyleniyor ve Vakit’ten Üzmez’le ilişkisini kesmesi talep ediliyordu...
"Dindar kadınlar", Vakit’ten kendilerine gelebilecek, "başkalarının kuyruğuna takılıp Vakit’i suçluyorsunuz" şeklindeki eleştiriye de şahane bir yanıt veriyorlardı:
"Başkaları farklı niyetlerle de olsa, açık bir haksızlığı işaret ediyorlarsa, onların ’kuyruğuna takılmak’tan asla rahatsız olmuyoruz."
Bildirideki son cümle ise tam anlamıyla muhteşemdi:
"Hüseyin Üzmez tartışmalı bir raporla dört duvar arasından kurtulmuş olabilir ama anaların, kadınların ve insanlığın vicdanındaki mahkumiyetinden ömür boyu kurtulamayacaktır."
Ayla Kerimoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Mualla Kavuncu, Semanur Sönmez Yaman gibi isimlerin imzasını taşıyan bu bildirinin herkesin imzasına açık olduğunu duyuruyorum...
Hadi ULUENGİN
ABD’nin yeri (II)
DÜN dediğim gibi, "ultra süper güç" tahtına kurulmuş ve dolayısıyla da dünya sathında "tek tabanca" hükümranlık sağlamış bir ABD, insanlık için tabii ki hayırlı değildir!
Ancak, bunun tersi de hayırlı değildir!
Yani, o dünyadan elini eteğini çekmiş ve kendisini iki okyanus arasına sınırlamış bir Birleşik Amerika, o insanlık için en az yukarıdaki kadar tehlikelidir.
Peki, böyle bir tehlike gerçekten de var mıdır?
***
MÜNECCİMBAŞI değiliz ve illá "vardır" türünden mutlak bir yanıt veremeyiz.
Fakat, "yoktur" diye de kestirip atamayız.
Uluslararası politika tahlillerinde, rizikoları görmezden gelmek lüksüne sahip değiliz.
Kaldı ki, "izolasyonizm" denilen ve ABD’nin yerküreden mümkün mertebe tecrit yaşamasını isteyen akım, hiç de hayali ve afaki bir tehlike değildir!
Aksine, táa ilk kuruluştan itibaren, Birleşik Devletler’in hamuru bununla yoğurmuştur.
***
ÖYLE, zira İspanya’yı dizginlemek amacıyla hazırlanan "Monroe doktrini"nin Latin Amerika’yı sonradan "arka bahçe"ye dönüştürmesini hariç tutalım ve önce şunu saptayalım:
Yukarıdaki "izolasyonist" eğilim hem ricál, hem de bilhassa kamuoyu nezdinde kesin hakimiyet kurmuştur. Bu, Yeni Dünya’nın mayasında mevcuttur. Genetik formülüne yazılıdır.
Nitekim, 1. Harp ertesinde dünyaya çeki düzen vermeyi hedefleyen ve o zamanki başkanın adını taşıyan "Wilson prensipleri"ne rağmen, senatonun "tecritçi" muhalefetinden dolayıdır ki, bizzat öncüsü olduğu halde, Washington Cemiyet-i Akvam’a dahi katılmamıştır.
Pasifist dalgayla boğuşan diğer başkan Franklin D. Roosevelt ise ülkesinin 2. Savaş başlangıcında müttefiklere yardım etmesini sağlayabilmek için akla karayı seçmiştir.
Zaten de, ABD’nin fiili hasım olması Pearl Harbour’daki Japon baskınına uzanır.
***
ÖTE yandan, daha sonra kendisiyle özdeşleşecek bile olsa, "Amerikan ideolojisi"nin lûgatinde, "İhtiyar Dünya"yla bütünleştirdiği bir "emperyalizm" sözcüğü yoktur.
Nitekim, gerek yukarıdaki Roosevelt, gerekse halefi Truman, aynı 2. Savaş boyunca gerçekleşen bütün diplomatik temaslarda hem kolonilerin bağımsızlığını savunmuşlardır, hem de Churcill’in "İngiliz emperyalizmini hortlatmak" siyasetiyle mücadele etmişlerdir.
Artı, söz konusu Savaş nihayetinde "boy"ların yarısı terhis edilmişken ve ABD halkı geri kalanlarının da derhal eve dönmesini isterken, o Truman’ın kendi adıyla anılan doktrini hazırlayarak ABD’nin Yaşlı Kıta’ya yerleşmesine zemin yaratması, Türk boğazları üzerindeki talebi dahil, obur Stalin’in Doğu ve Merkezi Avrupa’yı "yutmasından" kaynaklanmıştır.
Buna tamamen paralel bir gelişme de, SSCB ve Kızıl Çin destekli Kuzey Kore’nin Güney’e saldırmasıyla birlikte Asya’da yaşanmıştır. Vietnam onun doğal uzantısıdır.
Başka bir deyişle, tarihi perspektiften baktığımızda, kuruluştan beri hep içe kapanmak içgüdüsü ağır basan "izolasyonist" bir ABD’nin "dünyaya açılması" ve bugünkü "ultra süper güç"e dönüşmesi, büyük ölçüde ****zori ve kendi iradesine rağmen gerçekleşmiştir.
***
İŞTE, "derin Amerika"nın derin bilinçaltını belirleyen ve asla gündemden düşmemiş olan bu "tecritçi" eğilim ve arzunun "hortlaması" rizikosu bugün hala mevcuttur.
Hele hele, Irak macerasıyla birlikte dünyaya damga vuran "istenmeyen Amerikalı" imajının kamuoyunda yarattığı travmalar göz önüne alındığı takdirde, haydi haydi mevcuttur.
Vietnam ertesindeki Carter, háttá Clinton dönemlerinde bile aynı olgu öne çıkmıştır.
Obama’lı ABD’nin yukarıdaki rizikoyu nasıl yönlendirebileceği ve her halükarda da, dünyanın ne dozajda müdahil bir Amerika’ya ihtiyaç duyduğu konusunu yarın işleyeceğim.
[COLOR="red"]Yalçın BAYER
Doğalgaz zammı arkasında büyük bir oyun mu var
"DÜNYANIN hiçbir yerinde seçimlere birkaç ay kala doğalgaz gibi toplumun geneli tarafından tüketilen zorunlu bir tüketim malına bir anda 4’te 1 oranında zam yapılmaz. Bu hem siyasetin hem de ekonominin doğasına aykırıdır.
Ben ithalat-ihracat işleriyle uğraşan bir işadamıyım. Enerji ve enerji kaynakları konusuna duyduğum özel ilgi nedeniyle, özellikle doğalgaz konusunda son yıllarda yaşanan gelişmeleri de elimden geldiğince takip ettim. Son bir yılın verilerini incelediğimde karşıma çıkan tabloyu sizin aracılığınızla tüm yurttaşlarımızla paylaşmak ve herkesi uyarmak istiyorum. GÜNÜN SÖZÜ
"Tanrı, iradesini hákim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hákim kılmak için Allah’ı kullanırlar."
(Giordano Bruno)
Sorularım şunlardır:
1- Son bir yılda %80’lere varan doğalgaz zammının, enerji dağıtım ihalesini kazanan şirketlere verildiği iddia edilen ’kazanç garantisi’ ile bir ilgisi var mıdır?
2- Enerji piyasasında tekel olan BOTAŞ’ın, yaklaşık bir yıl sonra piyasadan çekileceği ve enerji dağıtımının EPDK’dan izin alan birkaç şirket tarafından yapılacağı ve enerjide serbest piyasa koşullarının egemen olacağı doğru mudur?
3- Enerji ithali ve dağıtım yetkisi alan firmalar arasında yer alan Bosphorus, Çalık ve Shell gruplarının ortaklık yapıları nasıldır? Bosphorus’un ortaklarından birinin işadamı Ali Şen, büyük hissenin de Rus Şirketi Gazporm olduğu doğru mudur?
4- Dağıtım işini alan gruplardan birinin bir kıyı kentinde milyonlarca metrekarelik bir doğalgaz depolama tesisi inşa edeceği ve tesisin Türkiye’de ilk olacağı bilgisine itirazı olan herhangi bir yetkili var mıdır? Bu gruba bu izinleri kimler hangi gerekçelerle vermiştir.
Sayın Bayer... Maalesef olan şudur:
BOTAŞ şimdiye kadar doğalgaz fiyatlarını makul seviyelerde tutmuş ve vatandaşı olabildiğince korumaya çalışmıştır. Ancak enerji sektöründeki son politikalar ve doğalgaz ithal ve dağıtım izni alan şirketlere yönelik ’iyileştirme’ler bu akıl almaz zammı zorunlu kılmıştır. Bir yıl sonra bu alandaki tekel olma özelliği sona erecek olan BOTAŞ, şimdiye kadar sağladığı tüm sübvansiyonların intikamını alırcasına doğalgaza bir yıl içinde %82 zam yapmış ve ’piyasanın yeni aktörlerine’ dikensiz gül bahçesi hazırlanmıştır.
Yani bu zamların anlamı şudur: Halktan al, SHELL, BOSPHORUS ve ÇALIK’a ver."
Can Dündar, bir bağış yapabilirdi
POSTA Gazetesi yazarı Gazanfer Gür haftalık yazısında doğru bir tespit yaparak, "Can Dündar entelektüel kamuoyunun saygı duyduğu, yazdıkları ve belgeselleri ilgiyle izlenen bir gazeteciydi" diyor. Ancak ’Mustafa’ filminden sonra çoğu okur ve izleyicinin kafasında soru işareti oluştuğunu belirterek, Dündar’a bir öneride bulunuyor: "Filmin en önemli yanlışı Mustafa Kemal Atatürk’ün ticari film konusu yapılması. Atatürk’ün sırtından para kazanma fikri yanlış. Amaç o olmasa bile sonuca bakın.
Atatürk’ün manevi evlatlarının ve onların ailelerinin mütevazı yaşamlarına ve Ata’nın özel yaşamına olan saygılarına bakıp ders almak gerekiyor. Film vizyona girmeden "Bu filmin geliri Mehmetçik Vakfı’na, Türk Tarih Kurumu’na veya Atatürk’ün emaneti bir yardım kuruluşuna bağışlanacaktır" açıklaması yakışırdı Can Dündar’a... İkinci yanlış tabii ki bu tip belgesellerin yıllardır Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi Atatürk’ün emaneti kuruluşlar tarafından yapılmamış olması.
Atatürk’ün mirasına sahip çıkmak, onun hatırasını ve eserlerini doğru bir şekilde genç kuşaklara yansıtarak çağdaş, cumhuriyetçi, laik kuşaklar yaratmak olmalı."
Biliyor musunuz
BÜLENT Ecevit ölümünün 2. yıldönümünde bugün Devlet Mezarlığı’ndaki kabri başında 14.00’te, Milli Eğitim ŞÃ»ra Salonu’nda Zeki Sezer’in açış konuşmasıyla başlayacak 15.00’teki etkinliklerde ’Veda Belgeseli’ ve ’Ecevit’i Uğurlarken’ film gösteriminden sonra yapılacak panelde Rauf Denktaş, Altan Öymen, Doğan Hızlan’ın konuşacaklarını, bu arada ’Bülent Ecevit Şiir Yarışması’ ödüllerinin dağıtılacağını... CHP İstanbul il örgütü kadın kollarının Hüseyin Üzmez’i protesto için bugün 11.00’de Vakit gazetesine siyah bir çelenk bırakacaklarını; doğalgaz zammını protesto etmek için de cumartesi günü 12.00’da Ümraniye’de ’zam nedeniyle kaynamayan tencere ve tavalarla’ bir yürüyüş yapacaklarını... HİKMET Altınkaynak’ın 13 yılda tamamladığı ’Türk Edebiyatında Şairler ve Yazarlar Sözlüğü’nün (Doğan Kitap) genişletilen 2. baskısında yeni yazarların eklenmesiyle sayfa sayısının 788’den 812’ye çıkarıldığını...
Spor kaynıyor
SPORDAN Sorumlu Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu’nun, BTGM Mehmet Atalay ile Spor Toto Genel Müdürü Bekir Yunus Uçar’ın, bazı işlemlerinden ötürü imza yetkilerini aldığını, buna tepki gösteren Atalay’ın, personeline ’bakanlık müfettişleri gelirse içeri almayın’ diye talimat verdiğinin, bunun üzerine Bakan’ın Başbakan’a bir dosya sunduğunun spor kulislerinde gündem oluşturduğunu...
Maaşallah
90 yaşındaki (1918) 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in önceki gün ziyaret ettiği Manisa Valiliği binasının üst katına merdivenleri kullanarak çıkarken "Gördüğünüz gibi gayet dincim ve bunu düzenli olarak yaptığım yürüyüşe borçluyum" derken, 93 yaşındaki (1915) Bilkent Üniversitesi Kurucu ve Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. İhsan Doğramacı’nın Hacettepe Üniversitesi’nde anjiyo geçirdiğini...
DİKKAT!.. Nüfus cüzdanını kaybeden veya çaldıran kişilerin Emniyet’ten aldığı tutanak ve bir de dilekçe eşliğinde bir vergi dairesine başvurması gerekiyor. Ayrıntılı bilgi Gelir İdaresi Başkanlığı resmi sitesinde iç genelgeler bölümünde: ’Vergi kimlik numarası iç genelgesi seri No: 2007/1’de.
Hasan Cemal
Obama'yla daha iyi bir gelecek umudu...
Ben bu satırları yazarken Amerika'da oy verme işlemi henüz devam ediyordu. Ama son dakikaya kadar da tüm işaretler, Demokrat aday Barack Hussein Obama'nın ilk siyah başkan olarak Beyaz Saray'ın yeni sahibi olacağını gösteriyordu.
Ya olmadık bir sürpriz yaşanırsa...
McCain son anda seçilirse...
O zaman ben de çok büyük bir hayal kırıklığına uğramış olur, Amerikan halkının McCain-Palin tercihinin hiç de akıllıca olmadığını düşünürüm.
Demokrasi tarihinde böylesi seçim sürprizlerine rastlanır. Ama ben bu kez ihtimal vermiyorum.
Onun için de, Amerika'da değişim ve 'devrim' heyecanı kapıyı çalmış durumda; "Washington'u değiştireceğiz!" diye yola çıkan Obama'nın tarihi Beyaz Saray yürüyüşü noktalanmak üzere, diyerek devam ediyorum yazıma...
Gerçekten tarihi bir yürüyüş bu.
Nasıl olmasın ki?..
Kölelik kurumunu iliklerine kadar yaşamış, bundan dolayı bölünüp İç Savaş'a sahne olmuş, bu büyük acı da yetmemiş, yıllar ve yıllar boyu ırkçılık ve ırk ayrımcılığı trajedisine tanıklık etmiş ve daha hâlâ beyaz ve Anglo-Sakson olmayanların ikinci sınıf muamele görebildikleri bir ülkeye derisi siyah bir Başkan seçiliyor.
Bu kendi başına bir 'devrim'dir.
Obama'nın ilk Afrikalı-Amerikalı olarak Beyaz Saray'a oturması, yalnız Amerikan siyasetinde değil, yalnız Amerika'da değil, dünya çapında da kültürel değişimleri tetikleyebilecek, özellikle insanların ten rengiyle ilgili önyargı ve zihniyet kalıplarını kırabilecek heyecan verici bir olaydır.
Gerçekten heyecan verici.
Ben böyle buluyorum.
Obama dalgası neden patladı?
'Yeni'yi temsil ettiği için...
'Zamanın ruhu'nu yakaladığı için...
'Değişim' umudu verdiği için...
'Gençliği yakaladığı' için...
Lider olarak güven verdiği için...
Sekiz yıllık Başkan Bush yönetiminin Cumhuriyetçileri siyaseten çökerttiği çok açık.
Bunun nedenleri de karmaşık değil.
Başkan Bush dönemi, Amerika'da sekiz yıl boyunca adaletsizlik ve eşitsizliği körükledi.
Irak Savaşı ve terörle mücadele anlayışıyla sokaktaki Amerikalının güven değil, güvensizlik duygusunu geliştirdi.
Ve son ekonomik kriz ile birlikte çanak çömleği patlattı ve her şeye tüy dikti.
Amerikan halkının şu üç konuda kırmızı kart gösterdiği söylenebilir:
(1) Cumhuriyetçiler'in ekonomiye ilişkin piyasa köktenciliğine ret...
(2) Irak Savaşı'na ret...
(3) Terörle mücadeleyle ilgili yöntemlere ret...
Uzun lafın kısası:
Sekiz yıllık Bush döneminin sokaktaki Amerikalıda yarattığı tepki ve hayal kırıklıkları, değişim sloganına hayat verdi ve Barack Obama'yı büyük bir iktidar dalgasının üstüne oturtarak Washington'a, Beyaz Saray'a doğru yola çıkarttı.
1970'lerde böyle bir dalga, yine bir Demokrat'ı, Jimmy Carter'ı Başkanlık koltuğuna oturtmuştu 1976'da. Bir yandan Vietnam Savaşı ve yenilgisinin yol açtığı travma, öte yandan Nixon-Watergate'nin neden olduğu meşruiyet krizi, Cumhuriyetçiler'in seçim sandığında hezimetini hazırlamıştı.
Şimdi sıra Obama'da!
Tarih yazacak mı Obama?..
Bu soru yalnız Amerikalıları değil hepimizi, yalnız Amerika'yı değil tüm dünyayı ilgilendiriyor.
O yüzden Amerikan Başkanlık seçimlerini hepimizin seçimi gibi, bütün dünyanın seçimi gibi izliyoruz.
Dileriz, Barack Obama Beyaz Saray'da tarih yazar, yani değişim ve 'devrim' heyecanını boşa çıkarmaz.
Ve özellikle Bush döneminin başına buyruk, ben bilirimci kibir dozu çok yüksek siyaset anlayışına son vererek, savaş ve çatışma değil, diplomasi ve diyalog kanallarında yürüyerek, dost ve müttefikleriyle işbirliği ve dayanışma içinde, hem Amerika'yı hem dünyayı daha yaşanır hale getirecek adımları bir an önce atmaya başlar.
Ben daha iyi bir gelecek umudu beslemek istiyorum, Barack Obama'nın Başkanlığıyla birlikte...
Ece Temelkuran
Top ve devlet
Hangi ırktan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun; bütün kalabalıkların içinde uyuyan bir faşizm vardır. Kalabalığı yeterince korkuttuğunuzda uyku dağılır ve küçük faşistler ortaya çıkmaya başlar. Mırıltı halinde yollara dökülen bu küçük faşistleri üstünlük yalanlarıyla beslerseniz onlar artık semiz faşistlere dönüşür.
Eğer bu semiz faşistler, iktidar koltuğunda oturan babadan onay da alırlarsa işte o zaman büyük çıldırma başlar. Alçaklık yüceleşir, katiller kahraman olur. Çocuklar bile katledilir, anneler bile buna onay verir. Ve korkarım Türkiye artık bu sürecin son eşiğinden geçmek üzeredir.
Beni sevmeyen ölsün!
Başbakan nihayet telaffuz etti:
“Tek devlet, tek milleti beğenmeyen gitsin!”
Bilmem hatırlayacak mısınız o geceyi? AKP, ikinci kez iktidara gelmiş ve Başbakan Erdoğan zafer konuşması yapmak için çıkmıştı. Seçim çalışmaları sırasında ‘Tek bayrak, tek millet’ sloganı ve ardında bayrakla billboard’lara poz veren Başbakan o gece şöyle demişti:
“Bize oy vermeyenleri de zenginliğimiz sayıyoruz!”
Birçok kesimden alkış gelmişti bu konuşmaya. “Vay ne kadar demokrat” bulunmuştu, “Vay ne kadar yüce gönüllü!” Oysa konuşma şunu demeye geliyordu:
AKP’ye oy vermeyenler bundan böyle ‘ülkenin garnitürü’ muamelesi görecekti. O sebepten o gün “Biz artık bu ülkenin garnitürüyüz” diye yazmıştım.
O gece AKP’nin başlattığı sürecin bugün son evresine giriyoruz. Başbakan artık sadece “Tek bayrak, tek millet” demiyor, ekliyor:
“Artık devlet de benim!”
Bu sözlerle Kürtleri, AKP’den başka partilere oy verenleri yani o seçim gecesi memleketin garnitürü yerine konmuş olanları artık ‘düşman’ ilan etmiş oluyor.
Başbakan bu sözleriyle Türkiye’ye yönelik fetihçi hislerle yürüttüğü operasyonun tamamlandığını da söylemiş, artık devletin kendilerine ait olduğunu da belirtmiş oluyor.
Ve devleti ele geçirenlerin hep yaptığı üzere (dün Hasan Cemal yazmıştı, bakınız) Kürtlerin üzerine yürüyor.
Kürtsen susacaksın!
Elbette bu memleketin içindeki Kürt düşmanı faşizmi ilk uyandıran AKP değil. İktidarın Kürt halkına karşı boş kale maç yapması bir gelenektir. Salla! Nasılsa kale boş. Nasılsa sen egemen halkın temsilcisisin. Salla!
Nasılsa onların sözleri baştan gayrimeşru. Patlat! Nasılsa onların cevap hakkını hiçbir ana akım televizyon kanalı kullandırtmayacak. Yürü, kim tutar seni! Nasılsa onları birileri televizyona, gazeteye çıkarsa bile isimlerinin başına hakaret yazmadan onlardan bahsedilemeyecek. Vur patlasın!
Nasılsa Güneydoğu’dan gelen görüntüler toz duman içinde ve ne olup bittiği orada yaşayan insanlara sorulmuyor. Çak bir tane daha!
Nasılsa cüzamlı ilan edilmiş Kürt siyasetçiler sana ne söyleseler duyulmayacak. Adlarını bile ağzına almak istemiyorsun kendine benzemeyenlerin, ‘malum’ diyorsun ve sonra aynı ağızla ‘öteki’ni anlamaktan, demokrasiden bahsediyorsun. Ama yürü kim tutar seni!
Nasılsa bu ülke eğitimlidir bu konuda. Çabuk unutur işkence görmüş Kürt çocuklarını. Kürt çocukları dağlarda hem bu tarafta hem o tarafta (!) ölür, geriye bir tek senin, yalnızca senin yalandan demokrasi mücadelen kalır!
“Kimi kimin vatanından kovuyorsun?” diye soruyorlar sana. Cevabın belli:
Artık vatan da senin, devlet de sende. Nasılsa artık bütün kaleciler gitti, golleri bir tek sen atıyorsun! Sonra dönüp bize golleri attın diye seni alkışlamamızı bekliyorsun. Ama göreceksin: Top yuvarlak ve maç 90 dak’ka!