Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
İlhan Selçuk, bugünkü köşesinde müthiş bir yazı kaleme aldı: Anadolu’da çoğu kahvede, lokantada, aşçı dükkânında, evde, Hazreti Ali’nin görkemli resmi vardır... [Resim: 2.gif]Sorular Düşünmek İçindir...

Anadolu’da çoğu kahvede, lokantada, aşçı dükkânında, evde, Hazreti Ali’nin görkemli resmi vardır...

Hiç düşündünüz mü, Hazreti Ebubekir’in, Osman’ın, Ömer’in neden hiç resmi yoktur?..

Türkiye’de bu gibi konular için serkisofu çalıştırmak yasak gibidir...

Eskiden resim-heykel yasaktı, günahtı Osmanlı’nın son dönemlerinde bu alandaki dinci sıkıyönetim kalktı...

*

NATO’da Rasmussen olayını bizim Başbakan RTE yarattı...

Neden?..

Danimarka’da Hazreti Muhammet konusunda münasebetsiz karikatürler çizilmiş ve yayımlanmıştı...

Yine aynı Danimarka’da PKK’nin organı sayılan Roj TV yayın yapıyordu...

Ne istiyordu RTE:

- Danimarka Başbakanı Rasmussen Roj TV’yi kapatsın, münasebetsiz karikatürcüleri de cezalandırsın...

Peki, onlar ne diyorlardı:

- Medya özgürlüklerine müdahale edemeyiz, Batı demokrasisinin temeli budur...

*

İtiş kakış, tartışma sürtüşme...

RTE diretiyordu:

- Ya öyle mi, ben de Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasını engellerim...

İslam dünyasından ve bizden RTE’ye destek ve alkış gırlaydı:

- Yaşa sen Davos kahramanı...

- Kişilikli Başbakan...

- Dik dur...

Sonunda Obama araya girip sorunu çözdü...

Çözdü mü?..

*

Avrupa deyince bizim ülkede akan sular durur...

Peki, bu Avrupa fikir özgürlüğünde ak kaşık mı?..

Ak kaşıksa, İsviçre’de “Ermeni soykırımı tevatürdür” demek neden yasak?..

Doğu Perinçek bu nedenle niçin İsviçre’de yargılandı ve yargılanıyor?

Bu yetmemiş gibi İşçi Partisi Genel Başkanı ve yazar Perinçek’i bir de biz Ergenekon tertibinde içeri attık...

*

Doğruya doğru..

Eğriye eğri..

Danimarka’da kimi karikatürist Hazreti Muhammet’e ilişkin münasebetsiz karikatürler çizdi diye öfkelenip tepki göstermek elbette yerden göğe hakkımız...

Ama, Danimarka Başbakanı’nın bunda suçu ne?..

Adamın elinden ne gelir?..

Karikatüristleri tutuklatsa mıydı?..

Başbakan’ın böyle bir yetkisi var mıydı?..

*

Biz bir de kendimize bakalım...

Kırk yıldır mizah-karikatür dünyamızda yaşıyorum...

Hazreti İsa, Meryem, istavroz üzerine bizde çizilen o biçim karikatürlerin haddi hesabı yoktur...

Kimse farkında mı?..

*

Yazımın başındaki soruyu yineleyerek yazımı noktalayayım...

Anadolu’da Hazreti Ali’nin resminden geçilmez...

Hazreti Ebubekir’in, Ömer’in, Osman’ın neden hiç resmi yoktur?..

Sorular düşünmek içindir...

Düşünelim...
Haber: Cumhuriyet
Kaderimdeki ta.aklar...

[Resim: 70.jpg]

"Milliyet.com.tr" sorgulamanın ses bandını dinleyince daha çok dehşete kapıldım; işkence sesleri, uğultular, hırlamalar, ağlamalar...

Sorgulamayı yapan polislerden birisi, sorgulanan istediği isimleri vermeyince "Ta.aklarını koparın" diyor...

Anladığım kadarıyla sorgulanan haham (!) Tuncay Güney bizim adımızı da Ergenekon’un içine sokarsa "ta.akları" kurtuluyor.

Bandı dinlerken düşündüm; istikbalimin Tuncay Güney’in "ta.akları" ile bağlantılı olabileceği hiç aklıma gelmemişti.

Kim bilir yıllar önce, o işkence yapıldığı saatlerde, uzaklarda ben her şeyden habersiz nerdeydim, ne yapıyordum...

Çok çok uzakta bir mahzende ise hiç tanımadığım bir adamın "ta.akları" beni ilgilendiriyordu, belki de yazgım değişecekti.

"Ta.aklar"a karşılık ben...

*

"Benim kaderim hahamın ta.aklarına bağlıydı" savımdan daha enteresan bir şey size:

O sorgulamada Tuncay Güney’in ifadesini işkence altında alanlardan Adil Serdar Saçan da, Ergenekon üyesi olduğu iddiasıyla, davanın tutukluları arasında ve hapiste.

Ergenekon davası o ifade üzerine kurulu.

Şimdi sorsak:

Sorgucu Adil Serdar Saçan, kendi üyesi olduğu örgütü Tuncay Güney’e işkence yaparak ortaya mı çıkardı?..

Yani polis işkence ile hahamı konuşturuyor, örgüt ortaya çıkıyor...

Polis bir de bakıyor ki kendisi de içinde...

Böylece kendi kendini yakalamış oluyor.

Öyle mi?..

*

Ne bileyim ben...

Benim aklım böyle çetrefilli işlere ermez...

Bildiğim tek şey; bir pis ortamın zavallı insanlarıyız... Sahipsiz, güvensiz, bir kirli bataklığın içinde rasgele yaşayıp giden zavallılarız...

Devletimiz yok...

Hukuk yok, kanun yok...

Bir sürü entrikanın, tezgáhın, oyunun, kirin-pasın ortasındayız, yarın başımıza neler gelecek, hiçbirimiz bilmiyoruz...

(......)

Bandı dinliyorum...

İstikbalimin bağlı olduğu yeri düşünüyorum:

Hahamın ta.akları...

Bekir coşkun / Hürriyet
Cumhuriyet. 17 Nisan 2009


KAVŞAK

ÖZGEN ACAR

Yeni Bir …İzm: ‘Ergenekonizm’ !


AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu, siyasal tarih ve hukuk yalamış bir gazetecinin, gerek Türkiye ve gerek uluslararası alandaki haber, makale ve kitaplarda her halde en çok okuduğu sözcükler “…izm” ile bitenler olmalı!

Örneğin: “Faşizm… Nazizm… Komünizm… Militarizm… Totalitarizm…”

İnsanı, insanlık dışı bir biçimde, “demir-el” ile yönetimi öngören bu düzenlerin karşısında, “halk yönetimi” anlamında “demo-krasi”, aydınlanma çağı sonrasında, bazı kusurlarına karşın yine de en geçerli yönetim olarak kabul edilir.

Bir ulusu esaretten kurtarıp özgürlük veren, Batı’ya kıyasla geciken aydınlanma çağını ülkeye getiren ve demokrasi yolunda önemli adımlar atan Atatürk’ün “…izm”i olan “Kemalizm”in temel öğesi ise bir başka “…izm” olan “laisizm”dir (Laikçilik). Türkiye Cumhuriyeti’nde anayasa maddeleri ne kadar değişirse değişsin, değişmeyen temel ilke “laisizm”dir.

Önce, “laisizm”i yıkmaya çalışanlara 28 Şubat’ta tepki gösteren generaller toplandı. Ardından temel felsefesi “Kemalizm” olan Cumhuriyet yazarları ve aydınlar alındı. Kamuoyunun, her nedense kısa sürede sindirdiği her dalgayı yeni bir dalga izledi. Son dalgada, Türk ulusuna aydın olmayı öğreten, kafaların örümceklenmesini türban örterek gizleyenlere karşı çıkan bilim insanları, yardımsever kurumların yöneticileri var.

Bu köşede sıkça yazdım. 1980’lerin ortalarında, Erzurum’daki İran Başkonsolosluğu, Atatürk Üniversitesi’ndeki yoksul kız öğrencilere karşılıksız burs dağıtmaya başladı. Tek koşul, İran’daki gibi başı örtmek, yani türban takmak yeterliydi. Devlet bursunun iki katı olan bu karşılıksız yardımdan yararlanan her yoksul kız öğrenci, birkaç ay sonra yurttaki öteki yoksul arkadaşını da aynı koşulla burs almaya götürür oldu. Türban Erzurum’dan; İstanbul, Ankara ve öteki üniversitelere sıçradı.

Bu yöntem “Fethullahizm” için güzel bir örnek oluşturdu. Türkiye içinde ve dışında yayıldıkça yayıldı, “Kemalizm”in temeli olan“laisizm” hedef alındı. “Laisizm”e son verilebilmesi için Kemalistler devreden çıkarılmalıydı. Bunun için de en önemli alan eğitimdi. Erzurum’da “Humeynizm”in suya attığı taş Türkiye’de “Fethullahizm” olarak önce eğitim alanında dalga dalga yayıldı. “Fethullahizm”e göre “sabır” önemliydi. Sabırla koruk helva, dut yaprağı atlas.. Türkiye’de ise şeriat devleti olurdu!

“Ergenekon”, dendi. “Darbe” dendi… İki yıldır toplanan, suçlanan, tutuklanan, gözaltına alınan aydınlar, bu gidişle “Silivristan” topraklarında, dışarıdakilerden daha fazla olacağa benzer.

Son dalgada kimler toplandı? “Fethullahizm”e karşı çıkan bilim insanları ve yardımseverler. İşte bu noktada “Fethullahizm”in çıkarına çomak sokulmuştu! Türkan Saylan’a, Tijen Mergen’e “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD)” ile “Çağdaş Eğitim Vakfı’na (ÇEV)” ne oluyordu? Türbanla yaratılacak örümcek kafaları örtmenin karşısına nasıl olur da aydınlanmacı, laik gençlere burs verilerek çıkılabilirdi? Bu kadarı da fazlaydı. Bardak taşmıştı. Bir ipte iki cambaz oynamazdı! George V. Bush’un “Ilımlı İslam Cumhuriyeti” tezgâhı ile sinesinde barındırdığı “Fethullahizm”in kurucusu imam efendi ve liboşlarla sözde demokrasi havariliği içinde Ergenekon olayı yaratıldı. Belirsiz aralıklarla dalgalar bir düğmeye basılarak harekete geçirildi. Günümüzdeki 12. dalga, hâlâ uyanamayan sözde aydınlara bir uyarı olmadıysa, bundan sonra kendi başlarına gelecekleri hiç anlayamayacaklar ve dertlerini de asla kimselere anlatamayacaklardır.

Bakalım “Kemalist” gövde gösterisi ile Türkiye’de “laisizm”e karşı çıkan “Fethullahizm”e Barack Hussein Obama “dur” diyerek samimi olduğunu gösterecek mi, yoksa yeni bir tür “korku düzeni” olan “Ergenekonizm” de dalga boyları yükselip kapsama alanları artarak genişleyecek mi?
Cumhuriyet
18 Nisan 2009


GÜNCEL

CÜNEYT ARCAYÜREK

AKPgulli!

“Bizde olduğu gibi ABD’de, Almanya’da, İngiltere’de de işsizlik bir sorun” diyor, giderek kabaran işsiz sayısını abartmamak gerektiğini söylüyordu RTE.

Ekonomide 3.6 daralma...

Seçim kazanmak için bol keseden yapılan harcamalar sonucu bütçede büyüyen açık...

Teğet geçen ekonomik kriz nedeniyle Allah’a şükürler olsun ki; ülkemizde işsiz sayısı resmi açıklamalara göre 3 milyon 650 bin, resmi olmayan saptamalara göre ise 6 milyon...

Kuşku yok... Elbette... bütün bunlar muhalefetle, muhalefete yandaş medyanın uydurması... ve:

Beyefendimiz gönül rahatlığıyla Antalya’nın Belek yöresindeki otelin Sultan villasında tatil yapıyor.

Azerbaycan ayağa kalkmış, işsizlik toplumsal kalkışmaya adaymış... Ergenekon soruşturmasında yeni ve bu kez üniversiteleri tedirgin eden yeni tutuklamalar başlamış... Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği 60 bine yakın öğrenciye ödeme yapamıyormuş... umurunda değil.

Orhan Veli’nin gönlü geniş böylesi insanlar için, ister başbakan olsun, ister sokaktaki birey... dediği gibi, geziyor tozuyor, camiye namaza gidip bana bugünleri de gösterdin diye dua ediyor; kısacası; “Bir elinde ayna/Umurunda mı dünya?”

Kimi zaman olaylar karşısındaki düşüncelerini, duygularını mısralara döken Prof. Abidin Kumbasar’ın, üç eski rektörle bir rektörün tutuklandığı gün, gönderdiği dört dizenin başlığı, “Utanıyorum”:

“Ülkemin en yurtsever en seçkin insanları / Bir bir tutuklanıyor, çoğunu tanıyorum / Cumhuriyet, devrimler öyle suçlanıyor ki / Dışarıda olmaktan artık utanıyorum.”

***

Ar damarı çatlamış olan kimi siyaset adamları, yazar çizer, aydın ise utanmayı rafa kaldırmış; yeni tutuklamaları, gözaltına almaları gördükçe adeta şehevi bir zevk alıyorlar.

Yetkililer öyle açıklamalar yapıyor ki, bu hükümetin durmadan yinelediği yargı ile yürütme erkinin beraber, iç içe olduğunu öne süren görüşleri yalanlıyorlar.

Bir sabah evlerinden alınıp götürülenler hangi suçla gözaltına alındıklarını bilmiyorlar.

Ama bir bakan gözaltına alınanların suçlarını veya hangi olaydan, belgeden şüpheli duruma düştüklerini biliyor!

]Ya da Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) gibi bir kurumun başında olan Ö. Faruk Eminağaoğlu gibi, ömrünü yargı bağımsızlığına adamış; ne ki bu hükümetin yargıyı siyasallaştırma çabalarına, eylemlerine karşı çıkan bir hukuk adamını tasfiye etmeye yöneliyorlar. [/color]

***

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, örneğin Tijen Mergen’in “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının önderi olduğu için, Mehmet Haberal’ın da iyi cerrahtır diye gözaltına alınmadıklarını öne sürüyor ve yaptığı açıklamada:

“Eğitimciler arasında ‘darbe çağrısı’ yapan ve bu işin başında olanların, Ergenekon’un ‘Bir Numara’sını arayarak emrinizdeyim dediğini” söylüyor.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in yargının yürütme dışında bağımsız olduğunu yineleyen demeçleri ise havada kalıyor!

***

Hükümet başkanı, bakanları -örneğin Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu- “Türkiye’nin Yukarı Karabağ konusundaki politikasını değişikliğe yönelik spekülatif haberlerin hiçbir aslı astarı olmadığını” söyleye dursunlar... Erivan’daki Ermeni; Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Dışişleri Bakanı Edvard Nalbandyan sınır kapılarının açılmasının çok yakın olduğunu beyan buyuruyorlar.

]Çankaya’daki ile Başbakan ele ele vermiş dış politikayı yürütüyorlar; var mı yok mu kestirmek giderek zorlaşan Bakan Ali Babacan; Azerbaycan’dan gelen, giysileriyle, davranışları ve konuşmalarıyla kadın gibi kadın olan heyete “Azerbaycan’ı küstürmeyeceklerini” söylüyor.[/color]

Hükümet içeride ve Azerbaycan’da kopan tepkiler karşısında geri adım atmaya yöneldi.

]Sınır kapılarını açmaya söz vermiş bu hükümet.[/color]İsviçre’deki gizli kapaklı görüşmelerde Erivan’a verdiği ödünleri şimdi Türk ve Azeri toplumlarının sindirmesine uğraşıyor.

Oysa asıl amacı ABD’nin yeni başkanı Barack Obama’yı memnun etmek!

]İzlenen olaylar, gerçekleri tersine çevirme çabaları... AKPgulli![/color]
Mehmet Barlas


Bugün 23 Nisan ve cevapsız sorularla bunalıyor insan...


Bugün hem biz büyüklerin, hem de çocuklarımızın bayramı. Türkiye 'de büyüklerin kafaları karışık.
Hepimizin zihninde cevapsız o kadar çok soru var ki...
Ben de bu nedenle çocuklara dönmeyi denedim.
Acaba çocuklarımız hangi sorulara cevap arıyor.
En büyük torunum Faruk 5 yaşında.
Akşam onu karşıma oturttum.
- Bana sormak istediğin soru var mı, dedim...
Kitaplığımın raflarına baktı ve sonra sordu:
- Bu kitapları yazanlar her şeyi nasıl biliyorlar?
Faruk'a DeBono'dan bir alıntıyla cevap vermeyi denedim:
- Evet, haklısın... Bütün bilgiler kitaplardadır. Ama yeni bilgilere ulaşmak için bütün bu kitapları bazen reddetmek, bazen de onlar üzerinde spekülasyon yapmak gerekir... Üniversiteler bunun için vardır.
Torunumu bu cevap tatmin etmemişti.
Sorusunu üsteledi:
- Bu kitapların içindeki bilgiler nereden geliyor? O bilgiler kitapların satıldığı kitapçılarda mı, yoksa kitapların basıldığı matbaalarda mı duruyor?
Yine anlatmaya çalıştım:
- O kitapları yapanlar araştırıyorlar, her şeyi sorguluyorlar.
Faruk güldü:
- Ben de bütün gün araştırıyorum ama pek bir şey bulamıyorum...
Zorlanmaya başladığımı hissediyordum.
- Başka sorun yok mu, dedim.
O da yine sordu:
- Neden her gün akşam olduktan sonra ertesi gün yeniden yeniden güneş doğuyor ve sonra yine akşam oluyor?
Anladım ki bu 23 Nisan'da da büyüklerin cevapsız soruları ile uğraşmamız daha kolay olacak.
Bir büyüğün küçüklerin dünyasına en mükemmel biçimde girdiği Saint-Exupery'nin "Küçük Prens" kitabına kim bilir kaçıncı defa yeniden sarıldım.
"Turkuvaz Yayınları" bu kitabı Joann Sfar'ın çizgileriyle yeniden yayınladı.

Küçük Prens ve kral
Kitabın, Küçük Prens'in uzaydaki minik uydusundan çıkıp, diğer uyduları ziyaret ettiği bölümüne daldım.
Küçük Prens'in ayak bastığı ilk uyduda bir kral tek başına oturmaktadır.
Yorgun Küçük Prens esneyince kral ona "Esnemeni yasaklıyorum" der. Küçük Prens "Çok yorgunum, esnememi tutamıyorum" diye cevap verir. Bu defa kral "O zaman esnemeni emrediyorum" der. Küçük Prens bunun üzerine "Utandım şimdi, esneyemez oldum" diye söylenir.
Küçük Prens krala "Madem her şeye emrediyorsunuz, güneşe emredin de batsın" der.
Kralın bu isteğe cevabı şöyledir:
- Günbatımını göreceksin. Güneşe batmasını emredeceğim ama bunun için günün sonunu beklememiz gerekiyor.
Bu diyalogun sonunda Küçük Prens "Sizin uydunuzda kimse yok, bir Adalet Bakanı da, mahkemeler de yok" diye kralı iğneleyince, şu cevabı alır:
- Kendi kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan daha zordur. Kendini iyi yargılamayı becerirsen, gerçekten bilge kişisin demektir...
İleride torunum Faruk bütün bu kitapları okuyunca, bilinmeyenlerin bilinenlerden çok daha fazla olduğunu anlayacak.
Dilerim bunu erken anlar.
23 Nisan bayramımız kutlu olsun.
Yılmaz Özdil



23 Nisan


Bu İzmir adam olmaz kardeşim...

23 Nisan’a ev sahipliği yapıyor.

Şenlik menlik filan.

E yabancı çocuklar geldi tabii...

İzmir’in okulları da ağırlıyor.

*

Birinin adı ne?

Ergenekon İlköğretim Okulu!

*

Şeytan diyor, git, kaz bahçesini...

Ki, maytap gömmüş olabilirler.

*

Şaka bir yana...

Allah hiçbirinin acısını göstermesin ama, bizim çocuklarımız, 23 Nisan için bize misafirliğe gelen Filistinli çocuklardan daha kısa yaşayacak... Ömür ortalamaları az... Çünkü, bizim çocuklarımızın yaşadığı ülkenin okur-yazar oranı, Filistin’den az...

Bi daha yazayım, Filistin’den az.

*

Bizim kız çocuklarımızın ülkesinde, kadınların işgücüne katılım oranı, bize misafirliğe gelen ve "zavallı" diye bakılan Afgan çocuklarının bile gerisinde... Basın özgürlüğünde, Arnavut çocuklarının gerisinde... Kolombiyalı, Makedonyalı, Taylandlı, Meksikalı, Slovenyalı, Çinli, Kazak, Bulgar çocuklar, Birleşmiş Milletler Raporu’na göre, bizimkilerden daha hızlı "insani gelişme" gösteriyor.

*

Çünkü bizim çocuklarımızın ana-babaları, gene Birleşmiş Milletler Raporu’na göre, bu çocukların ana-babalarından daha az kitap okuyor.

*

Alman çocukları, en az iki spor yapıyor. Fransız çocukların daha çok kedisi var. Amerikalı çocukların daha çok oyuncağı... Moğol çocuklarındaki bilgisayar sayısı, bizimkilerden fazla... İnternet kullanımında Polonyalı, Çek, Macar çocukların gerisindeyiz... Denizleri yok ama, yüzme bilmeyen Avusturyalı çocuk yok. Uçağa binmeyen Japon çocuğu olmadığı gibi... Bizim çocukların memleketini ampul yönetiyor ama, elektronik eşya kullanan Koreli, Hollandalı, Sırp ve Rus çocuğu oranı daha fazla... Fas çocuklarının okul tuvaletleri bizimkilerden iyi... Hırvat çocuklar, bizimkilerden daha çok tiyatroya gidiyor. Finlandiyalı çocuklar daha çok sinemaya gidiyor. Hadi bale yapmayan demeyeyim ama, bale seyretmeyen Rus çocuğu yok. Batı Trakya’dan gelen azınlık soydaşlarımız ise zaten AB vatandaşı.

*

Bizim çocuklar, Yunanlı çocuklardan daha az balık yiyebiliyor. İspanyol, Portekizli, İngiliz ve İtalyan çocukları daha çok süt içiyor. Belçikalı, Koreli, Arjantinli, Rus, Meksikalı ve Paraguaylı çocuklar daha çok çikolata yiyor. Hesapta soğuk ülke ama, İsveçli, Norveçli, Danimarkalı çocuklar, 10 misli dondurma yiyor.

*

Bizim çocuklar, bunların hepsinden fazla dayak yiyor... Anneleri de.

*

Uzatmayayım...

Bugün 23 Nisan.

Kazık kadar adam olduk, ondan mıdır nedir, pek neşe dolmuyor insan.
mehmet Barlas



Türkan Saylan ve Fethullah Gülen, ak ile kara gibiler mi?

Her şeye ya "Ak" ya da "Kara" demenin bir çocukluk hastalığı olduğunu zannetmiştim üniversite yıllarında. O zamanlar ya "Solcu" yahut "Sağcı" olurdunuz.
Eğer karşınızdaki kişi sizinle aynı dünya görüşünü paylaşmıyorsa, onun söylediklerini tümden reddederdiniz.
Neticede solculuk da sağcılık da 1961 Anayasası ile korkmadan açıklanabilir hale gelmişlerdi.
Toplum 2'nci Meşrutiyet'in alışılmış kamplaşmalarına ve tartışmalarına yarım yüzyıllık aradan sonra yeniden kendini kaptırmıştı. Aradaki kayıp yıllarda işin özü unutturulduğu için, 1960'ların kadroları her şeye sıfırdan başlamak durumundaydılar.
Biraz zaman geçince her konunun ve hatta her ideolojinin ak ve kara dışındaki renklerle de ele alınabileceği anlaşıldı.
Bu yolun başında sağcıların "O solcudur" diye reddettikleri isimlerin söylemlerindeki ayrıntılara inilince, ideolojik semaları kararsızlık bulutları kapladı.
Acaba Kemal Tahir veya İdris Küçükömer solcu muydu, sağcı mıydı?
Kendilerini hem sağcı ve hem de "Muhafazakâr Milliyetçi" olarak niteleyen partilere, neden en fazla emekçi kitleler ve yoksullar oy vermekteydi?
Sadece İnönü'nün ve sonra da Ecevit'in söylediklerinin tümü tartışılmaz doğruları mı içeriyordu?

Hangi sol?
Türkiye 'de solu CHP temsil ediyorsa, Mehmet Ali Aybar'ın TİP'inin yeri neresiydi?
"Prag Baharı" Sovyetler'in Kızılordu'su tarafından bastırıldığında buna TİP karşı çıktığına göre, solun tümü demek Moskova yanlısı olmak durumunda değildi.
Demek TKP ile TİP aynı konumdaki örgütler değildi.
Ayrıca Süleyman Demirel'in söyledikleri de yaptıkları da tümden yanlış olmamalıydı.
Gelişmiş ve özgür dünyanın çok uzun yıllar önce farkına vardığı evrensel gerçekleri, biz 1960'tan sonra öğrenmeye başladık kısacası.
Çünkü zihinlerimizdeki "Demir Perde" olan "Soğuk Savaş", evrensel gerçekleri kavrama yeteneğimizi körleştirmişti.
Aradan geçen yıllarda "Merkez"in oynak hale geldiğini de öğrendik.
İnsanları doktriner ideolojik kalıplar içinde kategorize etmenin yanlış olduğunu da anladık.
Sol ve sağ yerine laikçi-şeriatçı kamplaşmasına yönlenmeyi denedik.
Ama bu da fazla tutmadı.
Çünkü toplumun tabanında bu tür kamplaşmalara ve karşılıklı nefretlere duyulan bir özlem yoktu.
Tepedekilerin iktidara sahip olmak için birbirleriyle tepişmeleri, toplum katında sadece izleniyordu.

Yeni kamplaşma
Şimdi yine bir kamplaşma denemesi yaşamaktayız.
"Ergenekon" adı verilen davaya karşı ve taraftar olanlar, bu kamplaşmanın mimarları konumundalar.
İşin özünün "Darbe"ye taraftar ya da karşı olmak çizgisinde oluşması gerekiyor.
Oysa gerek iç dinamikler gerekse dış konjonktür, askerleri bile darbeye karşı konuma getirdi. Şimdi darbe yanlıları olarak sadece siviller ve bazı emekli askerler odakta görülüyor.
Halk kitleleri artık deneyimli.
Halk kitleleri kampların kavgalarını değil bu davanın sonucunu bekliyor.
Artık herkes biliyor ki, Türkan Saylan'ın da, Fethullah Gülen'in de tüm söylemleri yanlış olamaz.
Tarafların birbirlerine "Sen Hıristiyan misyonerisin" veya "Sen İslam misyonerisin" diye suçlama yöneltmeleri değil, eğitime verebildikleri katkı önemli ve değerlidir.