Yazarımız Oray Eğin’in, Galatasaray Kulübü’nün, ABD’ye tedavi amaçlı giden ve bir cemaatin lideri olduğu belirtilen Fethullah Gülen cemaatine satıldığı yolunda yazısı yayınlandı. Arkasından, Fatih Terim’in de Amerika’da Hoca Efendi’nin elini öptüğü ve ondan icazet aldıktan sonra Milli Takım’ın başına geçtiğini yazdı. Bu yazıya Terim Hoca itiraz edip, “Ben hayatımda hiç kimseden icazet almadım. Geldiğim her yere bilgim ve bileğimin hakkıyla geldim. Bundan böyle de böyle olacak” mealinde bir açıklama gönderdi.
Arkasından Genel Yayın Yönetmenimiz Serdar Turgut, bir GS taraftarı olarak kulüpte oyunlar oynandığını, takım içerisinde bu yönde belirtiler gördüğünü, bunlardan rahatsız olduğunu ve üzüldüğünü dile getirerek,”Bu şartlarda GS’da kalmanın bir anlamı yoktur” diyerek kulübü terk ettiğini ve artık FB’yi tutacağını açıkladı.Tüm bunların doğru olup olmadığına dair, başta Adnan Polat Başkan ve GS camiasından bir açıklama beklerken, camiayı altüst eden, insanların kafalarını karıştıran, Ulusal Egemenlik Haftası’nda, Kutlu Doğum Haftası’nı konu eden açıklama Hakan Şükür Efendi’den geldi.
“GS-FB arasında oynanacak derbi maçı Kutlu Doğum Haftası’na uygun biçimde olmalıdır.”
Buyurun bakalım, yılın derbisi ve dünyada önemli derbiler arasına giren ve Türkiye Turkcell Süper Ligi’nin şampiyonunu belirleyecek derbi öncesi, Cumhuriyetçiliği ve laikliği ile övünen GS kaptanının yaptığı açıklama. “Hadi buyur burdan yak.”
Kutlu Doğum Haftası, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın doğum gününün kutlandığı bir hafta olup, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından son yıllarda büyük camilerde kutlanan bir haftadır. Bu hafta peygamberimizin doğup büyüdüğü ve halen naaşının orada olduğu bize göre kutsal topraklar sayılan Arap ülkelerinin hiçbirinde kutlanmamaktadır.
Bu haftada hatimler indirilir, mevlitler okunur, peygamberin kişiliği anlatılır ve en önemlisi Allah rızası için onların ve geçmişlerimizin ruhu için Kur’an ve Fatiha okunarak onlara hibe edilir. İslam’a sonradan sokulan kuralların bazılarında olduğu gibi zorunluluğu da yoktur.
Şimdi Hakan Şükür Efendi’nin önerisine uygun bir maç olması için bana göre şunlar yapılmalı:
# Bu derbi maçı öncelikle bugüne yani mübarek Cuma gününe alınmalıydı.
# Cuma namazı eda edildikten sonra, hafızların kıraatı ile Ali Sami Yen Stadı’nda seyircilerle birlikte hatim indirilmeli.
# Böylece bu stattan ebediyete intikal etmişler yad edilmiş, ruhlarına dualar ve Allah’ın kelamları iletilmiş olur.
# Maç başlamadan önce, futbolcular ve seyircilerle birlikte, Allah rızası için iki rekat şükür namazı kılınmalı. *Bu namazda uzaktaki efendisi münasip görürse Hakan Hoca Efendi imamlık, Sabri ise müezzinlik yapmalıdır.
# Maç bildiğimiz tezahüratlarla değil, tekbir sesleri ile başlamalı.
# Gol atılınca bildiğimiz tezahüratlar değil, “Şükürler olsun. Bismillah, Allahu Ekber, Goool” diye bağırılmalı.
# Eğer maç esnasında tartışmalı bir pozisyon olursa, kenarda hazır bekletilen ulemaya danışılıp karar verilmeli.
Böyle bir maç olduğunu benim gibi siz de bir hayal edin bakalım. Merak ediyorum neler hissedeceksiniz?..
Mustafa Dolu
TÜRK yazdı:Kutlu Doğum Haftası, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın doğum gününün kutlandığı bir hafta olup, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından son yıllarda büyük camilerde kutlanan bir haftadır. Bu hafta peygamberimizin doğup büyüdüğü ve halen naaşının orada olduğu bize göre kutsal topraklar sayılan Arap ülkelerinin hiçbirinde kutlanmamaktadır.
Fettullah hocaefendinin lütfuyla, inşallah birgün arapların tamamını müslümanlaştıracağız.
TÜRK yazdı:Şimdi Hakan Şükür Efendi’nin önerisine uygun bir maç olması için bana göre şunlar yapılmalı:
# Bu derbi maçı öncelikle bugüne yani mübarek Cuma gününe alınmalıydı.
# Cuma namazı eda edildikten sonra, hafızların kıraatı ile Ali Sami Yen Stadı’nda seyircilerle birlikte hatim indirilmeli.
# Böylece bu stattan ebediyete intikal etmişler yad edilmiş, ruhlarına dualar ve Allah’ın kelamları iletilmiş olur.
# Maç başlamadan önce, futbolcular ve seyircilerle birlikte, Allah rızası için iki rekat şükür namazı kılınmalı. *Bu namazda uzaktaki efendisi münasip görürse Hakan Hoca Efendi imamlık, Sabri ise müezzinlik yapmalıdır.
# Maç bildiğimiz tezahüratlarla değil, tekbir sesleri ile başlamalı.
# Gol atılınca bildiğimiz tezahüratlar değil, “Şükürler olsun. Bismillah, Allahu Ekber, Goool” diye bağırılmalı.
# Eğer maç esnasında tartışmalı bir pozisyon olursa, kenarda hazır bekletilen ulemaya danışılıp karar verilmeli.
Böyle bir maç olduğunu benim gibi siz de bir hayal edin bakalım. Merak ediyorum neler hissedeceksiniz?..
Mustafa Dolu
Aynen böyle olmalı.

ŞULEBAŞ TÜRBAN
Şulebaş türban' tasarımından kara çarşafa uzanan sıradışı bir hayat
Hayrünnisa Gül'den Emine Erdoğan'a kadar birçok kadının başlarını bağlama şekline 'Şulebaş' deniyor.
Bu başörtüsüne adını veren Şule Yüksel Şenler kimdi? Nasıl ve neden örtündü? Bu türban modelini nasıl buldu? Terzilik öğrendiği Ermeni ustasının etkisi oldu mu? Türbandan sonra neden kara çarşafa büründü? Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Hanım birlikteliğinin arabulucusu Şule Yüksel Şenler, neden iki kez evlenip boşandı? Türban konusunda Türkiye'de 'çığır açan' bir gazeteci-yazarı n işte yaşam hikáyesi.
KIBRISLIYDILAR. Babası Hasan Tahsin ile annesi Mihriban Ümran Hanım, teyze çocuklarıydı. Altı kardeştiler: Özer, Örsel, Şule Yüksel, Gonca Gülsel, Tuncer ve Çiğdem.
Tarih 29 Mayıs 1938. Kayseri. Şule Yüksel dünyaya geldi. Babası, Sümer Fabrikası'nda görevliydi. 6 yıl sonra görevinden ayrıldı. İstanbul'a yerleştiler. Bütün aile; anneanneler, babaanneler tüm akraba kadınları modern kıyafetler içinde, zarif ve şık giyiniyorlardı .
Şule Yüksel, Koca Ragıp Paşa İlkokulu'na giderken ailenin ekonomik düzeni bozuldu. Şenler çiftinin çocuklarına okul aile birlikleri yardım etti. Şule Yüksel, ortaokula kadar okuyabildi. Annesi kalp krizi geçirip yatağa bağlanınca okuldan alındı.
Artık evden çıkmıyor; temizlik yapıyor, yemek pişiriyordu. Arta kalan zamanlarında hep kitap okudu; ne bulursa onu okudu. Öyküler yazmaya başladı. Bunları Safa Önal'ın çıkardığı 'Yelpaze' Dergisi'ne gönderdi. İlk yazarlığa burada adım attı.
Sonra Gökhan Evliyaoğlu, Peyami Safa gibi devrin ünlü isimlerinin bulunduğu 'Yeni İstanbul' Gazetesi'nin gençlik köşesinde yazmaya başladı.
Bu arada gazetenin ilanlarını hazırlayan Yüksel Bey'den resim dersi aldı. Resim derslerini müzik dersleri takip etti. Ney ve kanun çalmayı öğrendi.
AĞABEY BASKISI
Ağabeyi Özer Şenler, Said-i Nursi'nin yakın çevresi içine girmişti. Ailesinin modern yaşamına; annesi ve kız kardeşlerinin örtünmemesine ve hele hele evde bile olsa kız kardeşlerinin erkek musiki hocalarından ders almasına çok kızıyordu. Bir gün evi terk etti.
Artık ağabeyi Özer'in yeni bir hayatı vardı. Dizinin dibinden ayrılmadığı Said-i Nursi, 'Özer' adını da değiştirip 'Üzeyir' koymuştu! Ağabey Özer Şenler'i, Said-i Nursi ile tanıştıran kişi ise, 'Milliyetçiler Derneği'nden arkadaşı [BNevzat Yalçıntaş'[/B]tı.
Şule Yüksel o günlerde áşık oldu. Lise öğrencisi mahalleli bir gence tutuldu. Aşk karşılıklıydı. Dört yıl flört ettiler.
18 yaşına bastığı gün iki aile yan yana geldi. Ancak bu söz kesme merasimi tatsızlıkla sonuçlandı. Müstakbel kaynanasının, oğlu ve geliniyle aynı evde yaşamak istemesi bu birlikteliğin sonunu getirdi.
Baba Hasan Tahsin Şenler bu teklifi kabul etmedi. Bu acı sonucu mutfakta öğrenen Şule Yüksel bayılıp kaldı.
Ve yıllar geçse de bu acı dünür olayını hiç unutamadı. Hatta çocuk sahibi olamamasını da bu olaya bağladı...
ERMENİ TERZİ
Annesi, aşkını unutması için Şule Yüksel'i Bakırköy'de bir Ermeni terzinin yanına çırak verdi. Gencecik yaşında her türlü elbiseyi dikebilecek düzeye geldi. Zamanla kalfalığa kadar yükseldi.
Ermeni ustasının Avrupa'dan getirdiği moda dergilerini elinden düşürmedi. Bu dergilerde gördüklerinden etkilenip ileride 'Şulebaş Türban' tasarımı ortaya çıkaracağını kuşkusuz tahmin bile edemezdi...
Moda magazin dergilerini elinden hiç düşürmedi ama siyasi olaylara da ilgisiz kalmadı. 1950'li yıllarda başlayan Kıbrıs mitinglerine katıldı. Ata yurdunu unutmamıştı. Mitinglerde kürsüye çıkıp ağlayarak şiirler okudu.
27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra kurulan Adalet Partisi'ne katıldı. AP Bakırköy Gençlik Kolları, Edebiyat ve Kültür Kolu Başkanı oldu.
Faruk Nafiz Çamlıbel'in çıkardığı 'Kadın Gazetesi'nde köşe yazmaya başladı. Asıl adı 'Yüksel' idi. Ama kadın olduğunun anlaşılması için adının önüne 'Şule' ekledi. O artık 'Şule Yüksel Şenler' idi. O dönem siyasal görüş olarak aşırı milliyetçi Nihat Atsız'a yakınlaştı. Ama ağabeyi Özer'in (Üzeyir) hastalığı yaşamını değiştirdi.
OJELİ TIRNAKLAR
Ağabeyi sarılıktı. Annesi, kız kardeşleri hastanede başında beklediler günlerce. Ağabeyi kendine gelince onlardan son bir istekte bulundu: 'Örtünün!'
Şule Yüksel sinirlendi: 'Ağabey, neden bizden yapamayacağımız şeyler istiyorsun?'
Ağabeyi, 'O halde Risale-i Nur toplantılarına katılın' dedi. Ağabeyin ölüm döşeğinde morale ihtiyacı vardı. Kabul ettiler. Risale-i Nur toplantılarına aileden ilk olarak Şule Yüksel Şenler gitti.
Bir evde beyaz örtüler içindeki on kadın, karşılarında başı açık, modern kıyafetli ve üstelik kendilerine göre hayli dekolte bir elbise içinde onu görünce çok şaşırdı.
Şule Yüksel eteğini çekiştirip, manikürlü ojeli parmaklarını saklayarak bir köşeye çekilip oturdu. Risaleleri dinlemeye başladı. Hiçbir şey anlamadı. Sıkıldı. Birkaç toplantıdan sonra kadınlardan biri, ojeli tırnaklarını 'orangutan maymunlarına' benzetince çok utandı. Kendini 'düzeltmeye' önce tırnaklarından başladı, artık oje yoktu.
Sonra kadınlar başını örtmesini istedi. O da, 'ayıp olmasın' diye başını yarım örtmeye başladı.
'Ağabeyin çok iyi okuyor, bakalım sen nasıl okuyacaksın' diye eline risaleleri verdiler. Çok güzel okudu; kadınlar hayran kaldı.
Takdir edilmek, kabul görmek çok hoşuna gitti.
O günden sonra namaza başladı.
'KÜRT KARISI DİYECEKLER'
Yıl 1965...
Bir gün aynanın karşısına geçti:
Besmeleyi çekip örtündü. İçinden, 'Ne kadar çirkin oldum' dedi. Bu kez saçının ön tarafı görünecek şekilde başörtüsünü bağladı. 'Ne kadar iradesizim' diye kızdı.
Aynanın karşısında başörtüsünü tekrar tekrar çeşitli şekillerde bağladı:
'Besleme kızlara benzedim!'
'Hizmetçi kız oldum!'
'Herkes bana gerici, yobaz gözüyle bakacak!'
Ve sonunda...
Bugün moda olan 'Şulebaş tipi türban' o gün, o aynanın karşısında ortaya çıktı. 'Öyle şık bir tarzda örtünmeliyim ki herkes çok beğensin!'
Beklediği olmadı. En büyük tepki, anneannesi İkbal Hanım'dan geldi. İlk sözü, 'Kürt karılarına benzemişsin' oldu!
Ağabeyi dışında tüm ailesi örtünmesine karşı çıktı. Ne olduğunu soranlara 'Başı ağrıyor' dediler.
Yolundan dönmedi. Kadınlara başörtüsünü sevdirmek için çok uğraş verdi; farklı şık eşarplar dikti; biyeli, atkılı, tokalı özel başörtüler taktı. Çevresi tepki gösterdikçe o örtüsüne sarındı. Örtüsü bayrağı oldu.
PAPA'NIN GELİŞİNE KARŞI
Örtünmesiyle birlikte çalıştığı yayın organı da değişti. Yeni yayın organıyla birlikte artık davalar süreci de başlayacaktı. 26 Ocak 1967 tarihinde Mehmet Şevket Eygi'nin çıkardığı 'Yeni İstiklal' Gazetesi, Pakistan'da üniversiteye, ellerinde kitapları kara çarşaf içinde giden üç genç kızın fotoğrafını basıp, yanına da Şule Yüksel Şenler'in, 'Müslüman kadınların örtünmesi şarttır' diyen yazısını koyunca, Türk Kadınlar Birliği dava açtı.
Şule Yüksel Şenler ilk kez mahkemeyle tanıştı. Ama bu son olmayacak; iki kez de cezaevine girecekti. Anadolu'nun her yanında seminerler vermeye başladı. Şule Yüksel gibi İstanbul'da yaşayan modern bir kadının örtünmesi, 'itilmişlik duygusu' içindeki çevrelerde memnuniyet yarattı.
Her gün bir yerde panele katıldı. 'Başı açık kadınlara laf atılıyor; oysa kapalı kadınlara ana-bacı gözüyle bakılıyor' diyordu.
Laf atan Müslüman erkeği değil de, laf yiyen Müslüman kadını düzeltmeye çalışıyordu!
Said-i Nursi hayranıydı. 'Bugün' Gazetesi'nde [BNecip Fazıl Kısakürek, Said-i Nursi'[/B]nin evlenmeyişini ve sakal bırakmayışını eleştirince en sert tepkiyi o gösterdi.
Giderek radikalleşti. 1967 yılında Papa'nın Türkiye'ye gelmesine karşı çıkıp, 'Ağlayın ey Müslüman kardeşlerim ağlayın' diye makale yazdı.
Ankara'da İmam Hatiplere ve İlahiyata Kız Yetiştirme Kursu açılmasını sağlayıp, müdür oldu.
Öğrencileri onun gibi 'Şulebaş' türban takmaya başladı. Bu kurstan yetişen öğrencilerden biri de ünlü gazeteci Abdurrahman Dilipak'ın eşi Asiye Hanım'dı.
Tayyİp ErdoĞan İle Emİne HanIm'In evlİlİklerİnde arabulucu OLDU
Yaşadığı ilk aşk ve ilk hayal kırıklığının da etkisiyle yıllar sonra 'Huzur Sokağı' adlı romanını yazdı. Bestseller oldu. Ünlendi.
Roman, 'Birleşen Yollar' adıyla 1970'te sinemaya uyarlandı; yönetmen Yücel Çakmaklı'nın İslami içerikli ilk filmi oldu. Başrolde Türkan Şoray ile İzzet Günay vardı.
Başörtüsü sinemaya girmişti...
32 yaşındaki Yüksel Şule Şenler o yıl evlendi. Eşi, ilahiyat mezunu tiyatrocu Abdullah Kars idi. Şehir şehir dolayıp İslami tiyatro yapıyordu. Yani aynı zamanda dava arkadaşıydılar. Evlenmelerine Risale-i Nur talebelerinden Sait Özdemir vesile olmuştu.
Gelinliğin modelini Şule Yüksel Şenler çizdi. Kadın-erkek ayrı ayrı yapılan düğün, müziksiz ve danssız oldu. Davetiyelere ilk kez ayet ve hadis konmuştu. Konukların tesettüre uygun giyinmesi istenmişti.
Fakat:
Bu İslami düğün mutluluk getirmedi. Eşi, Şule Yüksel'i hep dövdü. Toplantılarda, 'Eziyet gören kadının sabrettiği takdirde Allah katında büyük derecelere ulaşacağını' söyleyen Şule Yüksel'in dayanacak gücü kalmadı. Beş yıllık evlilik hüsranla bitti; boşandılar.
KOCA BASKISI
Hayat devam ediyordu. Koca baskısından kurtulmuştu. Tekrar panellere gitmeye; gazetelere, dergilere yazmaya başladı.
'İdealist Hanımlar Derneği'ni kurdu. Manevi başkanı oldu.
Derneğe gelen genç kızlar arasında, Emine Gülbaran (Erdoğan) da vardı. Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Hanım'ın evliliklerinde arabulucu olan isim de Şule Yüksel Şenler'di.
Bu arada ikinci evliliğini yaptı. Eşi Kanada'da yaşamış bir maden mühendisiydi. Daha önce evlenmiş ama eşini kaybetmişti. Bir kızı vardı. (Şule Yüksel Şenler, üvey kızının yaşamına saygısından dolayı, eşinin adının yazılmasını istemedi.)
Şule Yüksel Şenler için damat adayının en önemli özelliği, namazında niyazında olmasıydı.
Evlendiler. Bakırköy'de dubleks bir apartman katına yerleştiler. Eşi dolayısıyla yeni çevre edindi. Yeni çevre, Nakşibendi İsmailağa Cemaati'ydi.
Burada tanıştığı kadınlardan; simsiyah çarşaf giyen Dr. Sevim Asımgil, yaşamında ikinci radikal değişime neden oldu.
'İslamiyet'ten soğutuyor', 'Mümkün değil çarşaf giymem' diyen Şule Yüksel Şenler bir gün kara çarşafa giriverdi.
Modern başörtüsüyle başlayan süreç, kara çarşafa gelip dayanıvermişti. Tercih kendinindi kuşkusuz. Ama ortada bir reel durum da yok muydu?
Ağabeyinin isteğiyle Nurcu olup türban takan Şule Yüksel Şenler, bu kez eşinin isteğiyle Nakşibendi olup kara çarşafa girivermişti!
KARA ÇARŞAF GİYİYOR
Türban takarak modern hayat sürdüren çevresini şaşırtan Şule Yüksel Şenler, bu kez kara çarşafa girerek türbanlı arkadaşlarını hayretler içinde bıraktı. Türbanlı arkadaşlarından koptu. Eşiyle ve üvey kızıyla Fatih Çarşamba'ya yerleşti. Milli Gazete'deki yazılarına son verdi.
Bir gün Başbakan Erdoğan'ın dünürü, gazetenin başyazarı Sadık Albayrak İsmailağa Cemaati şeyhi Mahmut Hoca'ya gelerek, Şenler'in tekrar Milli Gazete'de yazması için izin istedi.
Şeyh Mahmut Hoca, istiharede olan Şenler'in durumuna göre, belli konularda yazmamak üzere izin verebileceğini söyledi.
İki erkek Şule Yüksel Şenler hakkında karar verirken; o dönemde Şule Yüksel Şenler'in derdi başkaydı.
İkinci kocası da fiziki şiddet uyguluyordu. Her seferinde şeyhine koşuyor ama Mahmut Hoca, 'Hele sabret' diyordu. 11 yıl sabretti. Boşandı. Boşanmasıyla birlikte, İsmailağa Cemaati kendisiyle tüm ilişkisini kesti! Yapayalnız kaldı.
AKIL HASTANESİNDE
Annesi Ümran Hanım vefat etmişti. Babasının yanına taşındı. Zaman Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı. Sorunlar yakasını bırakmadı. Babası Hasan Tahsin ağır psikolojik hastaydı; hafızasını kaybetmişti. Bir gün evden çıktı ve geri dönmedi.
Akıl hastası Hasan Tahsin'i vatandaşlar, Bakırköy Akıl Hastanesi'ne götürdü. Hastanede diğer hastalardan dayak yiyen Hasan Tahsin vefat etti.
Aynı hastalık Şule Yüksel Şenler'e de bela oldu. Hafızasını kaybetti. Kimseyi bilemedi ve tanıyamadı. Kıblenin nerede olduğunu, namazda hangi duaları hangi sırayla okuyacağını soruyordu hep.
Aynı zamanda uyuyamıyor; sabaha kadar ağlıyordu. Doktorlar sürekli uyuttular. Bu ağır yorucu hayat beynini, vücudunu yıpratmıştı. Kimbilir belki de akraba evliliği sonucuydu çektiği bu ıstıraplar? Tedavisi bugün hálá sürüyor...
Allah şifa ve uzun ömür versin...
SONUÇ
Şule Yüksel Şenler'in yaşamı, aslında toplumsal hayatımızın dönüşümüyle paralellik gösteriyor; yani Türkiye bugünlerde 'ağabey' baskısı altında örtünüp örtünmemeyi tartışıyor.
Bundan sonra nelerin yaşanacağını Şule Yüksel Şenler'in yaşam hikáyesi anlatıyor zaten.
Helal skandal...
BİR anda Katar’a koştular.
Biz anlamadık.
Beş ay içinde Cumhurbaşkanı, Başbakan, 8 bakan, Katar’a koşturunca, bunun ekonomiye bir katkı işi olduğunu düşündü bizim arkadaşlar.
Sadece Katar’ın Türkiye’ye katkısının ne olabileceğini bilemedik ve mutlulukla bekledik:
"Katar...
Bize ne katar..."
Meğer damat beye alınan gazete-televizyonun parasını bulmak için düşmüşlerdi yollara.
Katar katar...
*
Böylece rakipsiz bir ihale ile Çalık Şirketi’ne satılan ve parası iki kamu bankasından (Vakıfbank ile Halkbank) çıkan Sabah-ATV medya grubunun eksik kalan parası Katar şeyhinden sağlanmış oldu.
Bu aşamada Katar’a koşanlara bakın:
Cumhurbaşkanı...
Başbakan...
Dışişleri Bakanı...
Maliye Bakanı, Milli Savunma Bakanı, Devlet Bakanı, Enerji Bakanı, İmar ve İskán Bakanı... Ve ilave iki bakan ile çok sayıda bürokrat, katara katara...
Peki siz birey olarak bu devlet teminatlı para alımı ile biraz daha borçlandığınızı biliyor musunuz?..
Yani damada gazete-televizyon alımına farkında olmadan kefil olduğunuzu?..
Nerden bileceksiniz?..
Muhtemelen siz de umutla beklediniz:
"Katar...
Bakalım bize ne katar..."
*
Bence bu bir helal skandal...
Her türlü yolsuzluğu, suiistimali, avantayı, beleşi görmüş birisi olarak, böylesini hiç görmemiştim. Rakipsiz ihale ile satılan, 750 milyon dolar parası devlet bankalarından çıkan, kalanı işte böyle Katar’dan sağlanan...
Üstelik "geçmiş dönemin hortum paralarını tahsil etme adına" yapılan enteresan bir iş...
Söyler misiniz:
Bu mudur ak-pak yönetim?..
Böyle midir din-iman...
Böyle mi olur Müslümanlık, söyler misiniz?..
BEKİR COŞKUN
Spor olsun diye laik!
Hakan Şükür mevzusu büyüyor.
Galatasaray camiası, laikliğe sahip çıktı, "Bu kulüp Fethullah’ın tarikatı değil" mesajları gönderiyor. Fenerbahçe camiası da, laiklik konusunda çok hassas, "Hakan haşema giysin" mesajları yağıyor.
*
Sene 1995.
Hakan Şükür evlendi.
Nikáh şahidi kimdi?
Fethullah Gülen.
*
Hakan Şükür Fethullahçı’ysa, belgeli-fotoğraflı, 13 yıldır Fethullahçı...
Galatasaray camiasında "laik jeton" anca mı düşüyor?
*
Ha, denebilir ki:
"Haberimiz yoktu!"
*
Hakan Şükür, Fethullah Gülen’in nikáh şahitliğinde evlenirken, nerede evlendi?
Polat Renaissance Otel’de.
Kimin o otel?
Adnan Polat’ın.
O kim?
Galatasaray Başkanı.
Bundan da mı haberiniz yok?
*
Fenerbahçe’ye dönersek...
Hakan Şükür, Fethullah Gülen’in nikáh şahitliğinde evlenirken, nikáhı kim kıydı?
Tayyip Erdoğan!
*
Laikliğe sahip çıkan ve "Hakan haşema giysin" diyen Fenerbahçe camiasından, bugüne kadar bir kez olsun, Fenerbahçeli Tayyip Erdoğan için "haşema giysin" diyeni duydunuz mu?
*
Özetle.
Türkiye’nin başına ne geliyorsa...
Bu ikiyüzlülükten geliyor.
*
Tarikatlar ülkeyi sarmış, din bezirgánları cirit atıyor, dindarım ayaklarıyla milleti dolandıran dolandırana, ihale kapmak isteyen umreye gidiyor, ilkokullarda "namaz kılmayanın Azrail canını alıyor" filmleri oynatılıyor, harem-selamlık normalleşmiş, dini siyasete alet eden hesapta dini bütün arkadaşların her gün yeni bir seks skandalı patlıyor.
Çıt yok.
Hakan iki cümle kurdu.
Herkes laik!
İnsan utanır be kardeşim.
Yılmaz Özdil
[B]“Ayak takımı” doğruyu bulur! [/B]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]En son Tayyip Erdoğan da “ayak takımı” sözüyle halkı küçümseyen yöneticiler safındaki yerini aldı.
“Ayak takımı” cevabını 1 Mayıs günü verecek.
Ama sorun sadece bununla bitmiyor.
CHP de adındaki “halk” sözcüğüne rağmen halka hiç inanmayan, hiç güvenmeyen bir parti.
Parti içinde bu kadar
çok hizip çıkmasının
sebebi budur.
Bir kişinin halk tarafından sevilmesi, CHP açısından bağışlanmayacak bir suçtur.
Parti ve ülke yönetimi “ayak takımı”na bırakılamaz.
Meydanlar sadece seçim döneminde halka gaz vermek için önemlidir.
Saray darbeleri; milyonlarca kişinin kararından, isteğinden
daha önemlidir.
Bu yüzden “halkın sevdiği insan” değil,
kendi dar kadrolarına uygun düşen aday peşindedirler.
***
Halkı oluşturan her yurttaş, mutlaka doğru mu düşünür, her şeye
doğru mu karar verir?
Elbette ki hayır!
Toplumu oluşturan kişiler içinde cahili de vardır, sapkını da, kötü niyetlisi de!
Ama burada önemli olan, ortalamayı almaktır.
Demokrasi doğru fikirlerle yanlış fikirlerin, doğru seçimlerle yanlış seçimlerin birbirini dengelemesidir.
Dilerseniz bunu size
ispat edeyim.
***
Benim demokrasi konusunda en çok gözümü açan şey, bir okur mesajı oldu.
Okurum diyordu ki;
“siz konserlerde şarkılarınızın bir bölümünü halka bırakıyorsunuz. Ama
biz sahneden gelen
ses yerine, kulağımızın dibinde avaz avaz bağıran birçok çatlak sesi dinlemek
zorunda kalıyoruz.”
Bu mektup beni şaşırttı.
Çünkü bana göre kitlenin şarkı söyleyişi her zaman mükemmeldi, yüz binlerce hançereden çıkan ses her zaman doğruydu.
Bunun sağlamasını yapmak için konser kayıtlarımızı stüdyoya götürdüm; seslerin doğruluğunu ölçen ve bunu grafikle gösteren gelişmiş bir aygıta yükledim.
Sonuç inanılmazdı!
Çıkan ses tam olarak doğruydu: Ne bir milim tiz ne bir milim pes, tam çizginin üstünde.
Bunun nasıl olabildiğini düşündüm uzun uzun.
Elbette ki o topluluk içinde herkes doğru şarkı söylemiyordu.
Kimi daha tiz kimi daha
pes ses çıkarıyordu.
Küçük bir grubun
sesini kaydetsek, bu yanlışları duyacaktık.
Ama yüz binleri kaydettiğiniz zaman, artı eksi birbirini götürüyor, doğru bir ses çıkıyordu ortaya.
Hem kulakla, hem makineyle saptadığımız kesin bir doğruluk söz konusuydu.
***
İşte bence demokrasi budur.
Bunun için vazgeçilmezdir.
Ama...
***
İşin aması var.
Halkın doğru sesle ve doğru ritimle söylemesi için sahne kitleyi yönlendirecek, kural koyacak, çok güçlü ses sistemleriyle şarkının melodisini, tonunu ve ritmini onlara duyuracak.
Halk bu kesin kurallara uymak zorunda kalacak.
Eğer kural olmaz da herkes kendi başına
takılır, “Ben istediğimi havadan çalarım!” derse, sonuçta ortaya koskoca bir kakofoni çıkar.
***
Ben halka güvenirim.
“Halk neylerse
güzel eyler!” derim.
Halkın iyiyi, doğruyu ve güzeli anlayacağına inanırım.
Ama yasaların, kuralların ve bunlara uyma ahlakının yerleştiği bir ortamda...
Benim için “demokrasi” budur:
Sıkı kural, özgür seçim!
Son umut!
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Devlet içinde çeteleşme varsa sonuna kadar gitmek ve kökünü kazımak gerekir.
Fakat bu amaca dönükmüş gibi duran eylem ve söylemlerin samimiyetlerini sorgulamak şartı ile...
Aksi halde derin devletle mücadele numarası yapan odakların, bu karambolda ordu gibi, yargı gibi yedeği olmayan kurumlara zarar vermelerini kolaylaştırmış oluruz.
Üstüne üstlük bu hokkabazların demokrat diye fiyaka yapmalarına da katlanırız.
İtalyan gladyosunu çözen savcılardan Felice Casson, Bilgi Üniversitesi’nin düzenlediği sempozyumda Ergenekon benzeri yapıları dağıtmak için üç şartın bir araya gelmesi gerektiğini söylemiş:
Duyarlı kamuoyu, bağımsız basın ve dürüst siyaset.
Bu üç unsur aslında bütün kötülüklerden korunmanın şartıdır. Ama o altın üçlüyü nasıl bir araya getireceğiz?
Medyanın bir bölümü, milliyetçi motif gördüğü hemen tüm suç örgütlerini Silâhlı Kuvvetler’le ilişkilendirmek için akıl dışı dışı zorlamalar yapıyor.
İktidar, siyasal İslâmcı hedeflerine giden yolları üstündeki en güçlü engel Silâhlı Kuvvetler’i yıprattığı için bu çabaları ve sahiplerini övüyor, özendiriyor, ödüllendiriyor, gizliden sahipleniyor.
Önceki gün Sabah vahim bir hata yaptı. Anavatan Partisi Genel Başkanı Mumcu’nun ağzından Silâhlı Kuvvetler’e iftira yerine geçecek bir iddia gazetenin manşetine çıktı:
Sözde Erkan Mumcu “27 Nisan’da Cumhurbaşkanı seçimine katılsaydık asker bizi zorunlu ikamete gönderecekti” diyordu.
Mumcu hemen yalanladı haberi.
“Bana sordular, kesinlikle böyle bir diyalog olmadığını söyledim. Ama buna rağmen yazıldı” dedi.
Bu tecrübe şunu ispatlıyor:
Gazete, iktidara yaranmak için o yalan haberi feda edememiştir. Çünkü karar vericiler, Katar Emiri de dahil bütün patronların kendilerinden bunu beklediklerini düşünmüşlerdir!
Gazete iktidar kontroluna girmese böyle bir meslek suçu asla işlenmezdi.
Siyaset dürüstlük değil kirlenme yönünde ilerliyor, bağımsız medya kayıplar vermeye devam ediyor.
Son umut kamuoyudur.
Ama niteliksiz kamuoyu değil, duyarlı kamuoyu!
*****
Akıl oyununda çıkan itiraf
Yukardaki “Son umut” başlığına bakarak karamsar olmayın.
Duyarlı kamuoyuna ulaşmak bakımından şansımızı küçümseyemeyiz.
Aziz Nesin’in “İnsanımızın yüzde 60’ı aptaldır” sözüne inanmayın.
O sözleri üstat arsızlık sınırını aşmış olanları tedbirsizliğe sevketmek, halk yararına onlara tuzak kurmak için söylemiş olabilir.
Nitekim Ankara’da Makine Mühendisi Ali Ömer Güleken bu imkânı değerlendirmiştir.
Mühendis Güleken ne mi yaptı?
Sabah ve atv’yi satın alan Çalık Grubu’na benzersiz şartlarla 750 milyon dolar kredi veren iki kamu bankasından birine başvurup, üstelik evini teminat göstererek aynı faiz ve ödeme şartları ile 100 bin dolar kredi istedi.
Ve bankadan “Bu koşullarla size kredi vermemiz mümkün değil” cevabını aldı.
Amacı gerçekten 100 bin dolar borç almak mıydı? Hayır.
Bütün istediği iktidara yakını şirkete yapılan ayrıcalığı tespit ve teşhir etmekti.
İşkence ile dahi söyletilemeyecek gerçeği akılla itiraf ettirdi. Bravo...
Güngör Mengi- gazetevatan.com