Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
AKP’nin temel sorunu

BENCE AKP’nin temel sorunu, başta lideri olmak üzere, bazı üyelerinin ve liberal gelenekten geldiklerini iddia etseler de yalakalığı kendilerine şiar edinmiş yazarlarının büyük çapta tek doğrulu bir dünya algılamasına sahip olmalarıdır.

Bu algılama metodu, bir yere kadar AKP için şanstır. Zira, normal yurdum insanının düşünce metodolojisi de büyük çapta tek doğrulu dünya algılaması ile şekillenir.

Bunun içindir ki, tek doğruya inanan (tapan) insanların ters görüşler karşısında öfke seline kapılması çağdaş bir Başbakan’a yakışmaz ama trafikte de öfke içinde ısrarla korna çalınca yolun açılacağını zannedenlerin onu kendi kahramanları addetmesine vesile olur.

* * *

Tek doğrulu insanlar, olguları işlerine geldiği gibi yorumlarlar.

Örneğin, Ergenekoncuların 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nı basacağı "iddiası", 1 Mayıs’ta Taksim’de miting olursa bunun kendi aleyhine bir gösteriye dönüşeceğinden korkan Başbakan’ın işine geldiği için "bilgi" haline dönüşmüştür.

Başbakan’ın bir iddiayı bilgiye çevirince "tek doğrulu yazarlar" bunu anında tebellüğ etmişler ve onlar da; bırakın ispatı, herhangi bir delili, emaresi, ipucu olmayan bir hurafeyi "tek doğru" olarak insanlara kakalamaya kalkmışlardır.

Bu arada Başbakan’ın tek doğru anlayışını reddeden fayda-maliyet analizine başvurmaması, 1 Mayıs’ın hükümet açısından maliyetini elde edilen sanal faydanın çok üstüne çıkarmıştır ama ne gam!

* * *

Tek doğru anlayışı, insan fıtratında olumsuz bir huy olarak kabul gören inatlaşmayı da ön plana çıkarır.

Başbakan, büyük medya karşısında kendi medyasını kurmayı ısrarla istemektedir, o halde Sabah-atv satışında kamu bankalarının abuk krediler vermeye zorlanması haktır!

Eminim, bu abuk kredi söz konusu olduğunda rahatsız olan birçok AKP’li olmuştur ama Başbakan’ın inadının kendilerine karşı hiddete dönüşme ihtimalini yüksek gören bu insanlar fazla ses çıkarmamışlardır.

Buna karşılık, "Başbakan, bizzat sen aynı işi Mesut Yılmaz yapmaya kalkınca buna yolsuzluk demiştin!" diye yazınca sadece oyunu değil düşünce sistematiğini de Başbakan’la paylaşan okurlar utanmadan, "Ama bu sefer iyi niyet var!" diye mektup yazabilmektedirler.

Tek doğrulu dünya algılaması, aynı yanlışı "kendilerinden birisi" yapınca durumu bütün vahametine rağmen içselleştirebilmektedir. Başbakan da bu toplumsal zaafı istediği gibi kullanabileceğini düşünmektedir.

* * *

AKP liderliği, tek doğrulu dünya algılamasından kurtulamayacağını AB’den meşruiyet izni aldıktan sonra 2005 yılının başlarında bana gösterdi.

Ancak, bazı "liberaller" AKP’nin liderliğinin zihniyet haritasının demokrasiye cevaz vermediğini büyük çapta yakın zamana dek göremediler.

22 Temmuz bir dönüm noktası oldu!

22 Temmuz’da kazanılan yüksek oy oranı, tek doğrulu dünya algılamasına sahip her insana yaptığını Başbakan’a da yaptı.

Ebedi ve ezeli bir soru olan "Eğer tek doğru varsa, dünyevi meselelerde tek doğruyu kim tayin eder?" sorusuna Recep Tayyip Erdoğan 22 Temmuz’da cevabı buldu:

- Ben!

O gün bugündür AKP fren tutturamıyor!

* * *

Başbakan’ın çevresinde rahatsızlık duyan taraftarların sayısı her geçen gün büyüyor ama kalan yalakalar Başbakan’a yine de şimdilik yetiyorlar!

CÜNEYT ÜLSEVER
'Atatürk rozetiyle camiye gelmeyin!'
BAHADIR ÖKTEM -Trabzon DHA

Trabzon'un Beşikdüzü ilçesindeki Merkez Camii İmamı Sezai Yaşar, yakasında Atatürk rozeti ile gelen Ömer Atalar (80)'a, "Bunu takıp camiye gelmeyin, günah işliyorsunuz" dedi. İmam Yaşar, rozetle namaz kılmanın caiz olmadığını öne sürerken, Trabzon Müftüsü Ahmet Bulut, "Rozetle namaz kılmanın dinen sakıncası yok" diye konuştu.

İmam Yaşar, yakasında Atatürk rozetiyle camiye gelen Atalar'a, yakada rozetle namaz kılmanın dini yönden sakıncası olduğunu söyledi. Tüm vakit namazlarını camide kıldığını ve bugüne kadar böyle bir uyarıyla karşılaşmadığını belirten Atalar, "Yakamda Atatürk’ün rozetini gören imam, ‘Bunu takıp da camiye gelmeyin. Resimle camiye gelinmez’ dedi. Bu söz karşısında çok üzüldüm ve cami içinde olduğumuz için tartışmaya girmek istemedim. ‘Rozetin kime ne zararı var?’ dedim. İmam da, ‘Burası Allah'ın evidir. Resimle buraya girmek mahsurludur’ yanıtını verdi. Ama ben yine de rozetle camiye giriyorum ve namazımı kılıyorum" diye konuştu. Yaşar, DHA muhabirinin sorularını telefonla yanıtlarken cemaate sadece bir tavsiyede bulunduğunu söyledi. Rozetle namaz kılmak uygun olmadığını ileri süren Yaşar, "Ben sadece namaz kılarken rozeti çıkarmalarını, kıldıktan sonra takmalarının daha uygun olduğunu belirttim. Masumane bir uyarıydı, tavsiyede bulundum. Dinimiz gereğince rozetle namaz kılınmaması gerektiği belirttim. Zaten dinimizde de böyle şeylerle namaz kılınmaması gerektiği vurgulanıyor" dedi.



Sakıncası yok

Trabzon Müftüsü Bulut ise, Atatürk rozeti veya herhangi bir rozetle namaz kılmanın dini açıdan sakıncası olmadığını söyledi. Bulut, rozetle namaz kılınabileceğini, bunun dini açıdan ‘caiz' olduğunu anlatırken, "Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yayınladığı ilmihallerde bu konu açıkca yazılmış. Rozetle namaz kılmanın hiçbir sakıncası yok. Bu konuda bize bir şikayet ulaşmadı. Bu nedenle şu anda herhangi bir soruşturma söz konusu değil" diye konuştu.
STK



Başbakan -eğer yasaklanırsa- mücadele etmek için, bir sivil toplum kuruluşunun başına geçeceğini söylemiş.

Bence, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başına geçmeli!

*

Çünkü...

Kısaca STK, yani Sivil Toplum Kuruluşu, Batı ülkelerinde 90’lı yıllarda ortaya çıkan bir kavram... Orijinali NGO, yani non-governmental organization.

Türkçesi, "hükümet dışı."

*

E bakıyoruz bizim STK’lara...

Alayı, hükümet içi!

İçli-dışlı hatta.

*

Üstelik...

"Non-profit" olmaları gerekiyor.

Yani, kár amacı gütmeyen.

Menfaat peşinde koşmayan.

*

Gene bakıyoruz bizim STK’lara...

"Eskiden CIA’nın gizlice yaptığını, şimdi biz açıkça yapıyoruz" diyen Soros’tan para alıyorlar mı?

Alıyorlar.

AB’den alıyorlar mı?

Alıyorlar.

Peki, bunlardan para alan arkadaşların, "Menfaat sağlamıyoruz, Allah rızası için yapıyoruz" demeleri mümkün mü?

Utanır insan.

*

Görüldüğü gibi...

STK kavramına layıkıyla uygun, bi tek, Atatürkçü Düşünce Derneği var.

Hem sivil.

Hem hükümet dışı.

Hem de kimseye avuç açmıyor.

*

Yakışır Başbakan’a.


YILMAZ ÖZDİL
Sivil Toplum Kuruluşları bir çok ülkede emperyalizmin uşaklığını yapmaktadır. Bir avuç dolar uğruna vatanını, milletini jurnalleyen, vicdanını paraya tahvil etmiş satılıklar toplumları zehirlemektedir.
Mustafa Yıldırım 'ın ''Sivil Örümceğin Ağında'' adlı kitabı Soros'un yaptıklarını, STK'ların toplumlarını nasıl yönlendirdklerini anlamamızı sağlıyor. Kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyeti'nde referandum öncesinde AB'den para geldiğini, şimdiki "Yes be annem Talat'ın" bile bu paradan aldığını herkes biliyor. AB'nin Türkiye'deki STK'lara verdiği hibeler için Yılmaz Dikbaş'ın "Avrupa Birliği- Tabuta Çakılan Son Çivi" adlı kitabını tavsiye ederim.
Türkiye Türklerindir de, Türkçe kimindir?



Türkçenin kullanımına karşı duyarlılık, Dil Bayramı’nda gündeme gelir bu ülkede: tüm basında, Cumhurbaşkanı’ndan tutun, Başbakan’a kadar herkesin, dilin korunmasının önemine vurgu yaptığına şâhit oluruz her sene.

Ve fakat; bunu uygulamada asla göremeyiz: İngilizce bilmeyen Başbakan Erdoğan, AB’den bahsederken, ‘çeptır’ların açılıp kapanmasından bahseder; arada bir ülkeyi ‘teyk off’a geçirir vs.

Peki, düşündünüz mü, basının Türkçeye duyarlılık konusunda alacağı not ne olur?.. Buyurun, sadece tek bir gazete ile basının hâl-i pür melâlini seyretmeye..

***

1. Ayşe Arman’ın yazısının başlığı: “İnsan ameliyat olurken yalnız mı olmalı, kalabalık mı?” (17.09.2007, Hürriyet)
Arman’ın Türkçe bildiğini düşünerek, böyle bir hatayı –hem de başlıkta- yapmasında bir ‘ironi’ vardır deyip, yazının tamamını okuyorum (Ayşe Arman’ı aslında okumadığımı çok belli ettim galiba). Bakıyorum ki, yazı -normalmiş gibi- seyrine aynen devam ediyor; demek, ‘kalabalık insan’ diye bir kavram var Arman’ın Türkçesinde.

2. Ertuğrul Özkök’ün köşe yazısından iki yeni kelime daha haznelerimize: ‘alarme’ ve ‘serbesiyet’…(18.09.2007)
Her yabancı kelimenin sonuna, ‘e’ ya da ‘a’ ekleyerek; ya da, kelimenin sesli harfle biten yerinden sonrasını kullanmayarak onu Türkçe yapmak (örnek, irritate-irite etmek); doğalmış gibi, bunu cümle içinde kullanmak âdetinin öncülerindendir Özkök.

3. Hürriyet’in dış haberler sayfasında, bir haberin giriş cümlesi: “Rusya siyaset sahnesinin en egzantrik şahsiyeti…” (17.09.2007)
‘Haber dili’ diye bir şey olmalı, değil mi?.. Saygın, saygılı, oturaklı ve düzgün bir Türkçe ile…

4. Hürriyet’in Türkçemize ısrarla katmaya uğraştığı bir kelime: “Homeless”. Haber içinde bu kelimeyi pervâsızca kullanıyorlar. Her şey bir yana, gazete kime hitap ediyor?..

5. Hürriyet’in haberinde bu kez de kadınların ‘derdest edilmesinden’ bahsediliyor (26.09.2007); dilimizde, artık neredeyse hiç kullanılmayan bu kelimeyi kullanmak da nereden akıllarına gelmiş? Ya kimsenin bilmediği yabancı kelimeleri kullanırlar; ya da tam tersi, eski Türkçeye başvururlar. Haberler, halk anlamasın diye yapılıyor sanki.

6. Tekrar Ertuğrul Özkök’e dönüyoruz: “…ne kadar yazık bir ifade”(26.09.2007) ‘Yazık’ isimdir, sıfat değil: Dolayısıyla, ‘yazık bir ifade’ olamaz.

7. “Rıfat Hisarcıklıoğlu çevresine sürekli pozitif enerji yayan bir kimlik.” Yalçın Doğan’ın köşesinden… (Hürriyet, 27.09.2007)

8. AKP İstanbul milletvekili Canan Kalsın’dan inciler: “Karizma liderlik vasıfları içerisinde olmazlardan biridir.” (Doğrusu: Olmazsa olmazlardan biridir) “Büyük şehirlerden büyük oy potansiyelini alan Tayyip Bey’in karizmasıdır.” (Tayyip Bey, potansiyelini almış da, oyu kim almış?..) (Hürriyet, 27.09.2007)

***

Elinize ‘herhangi’ bir gazeteyi aldığınızda, örneklerdeki gibi birçok yanlışı rahatlıkla görebilirsiniz. Buraya taşıdığım yanlışları, bilhassa Hürriyet’ten seçtim; bu, demek değil ki, diğerleri sütten çıkmış kaşık; fakat, madem onlar da ‘amiral gemisiyim’ diye övünüyor, bu eleştirilere kendilerinden başlanması doğal.

Hürriyet’in logosunun yanında ‘Türkiye Türklerindir’ yazar ya yıllardır; peki, Türkçe kimindir?..


Cenk Özkömür
]Arkadaş Listeniz Ne Kadar Uzunsa, O Kadar Yalnızsınız...
YouTube çılgınlığının papucu yaz aylarında facebook ile dama atıldı.
Dünya haritasının çeşitli yerlerinde, genellikle cep telefonuyla çekilmiş ve kurgu problemi taşımayan görüntü parçalarını saatlerce izlemekten zevk alan “uygar” insan, bir adım daha atarak özel hayatını kamusallaştırıyor…
Modern dünyanın en büyük düsturlarından biri, özel hayatın gizliliğidir. Bugün artık modernite bu düsturundan vazgeçmiş ve özel alanı daraltmanın da ötesinde, yer ile yeksan etmiştir. Neticede milyonlarca insan, fotoğraflarını, kişisel bilgilerini, mezun olduğu ve okuduğu okulları, arkadaşlarını, eski sevgililerini, hobilerini, politik duruşunu kataloglayıp insanlığın kullanımına sunmuştur. (Bu işleviyle, istihbarat örgütlerini büyük bir yükten kurtarıyor facebook. Artık e-istihbarat dönemi başladı diyebiliriz.)
İnsanlarda kendilerini afişe etme merakı giderek artmakta. Üzerinde isim yazılı kolyelerin sayısında ciddi artış göze çarpmakta. Bu gidişat, dünyayı yöneten vahşi kapitalist sistemin de epey işine geliyor. Sistem, milyarlarca insanı kolayca paketliyor, kategorize ediyor, farklılıkları aynılaştırıyor…
Yakında her insana bir çip takılmasından endişe ediyoruz… Zaten kimlik numarası uygulamasıyla insanlık gözaltına alınmış durumda. Her çağa bir isim verenler (kimse onlar), içinde bulunduğumuz çağa rahatlıkla “büyük gözaltı çağı” diyebilirler…
Uygar insan, özgürleştiğini sandıkça köleleşiyor... Hapsediliyor, sınırlandırılıyor… Gündelik hayatımızda uymamız gereken kuralların sayısı her geçen gün çoğalıyor… Üstelik bu uyarı işaretlerinin üslubu her geçen gün hayli kırıcı oluyor. Önceleri kibarca “yapmayınız, dökmeyiniz, basmayınız” diyen uyarı levhaları, artık “yapma, dökme, basma” diyerek emir veriyor. Yakın zamanda “dökme ulan, basmasana lavuk, yürü git lan embesil” şeklinde uyarılar alırsak şaşmayalım…
Ha bu noktada facebook meselesine geçmeden evvel bir de şu alışveriş merkezlerine iki çift lafımız var…
Çağımızın ibadethaneleri olan büyük alışveriş merkezleri gururumuzu iyice kırmakta ve egomuzu ayaklar altına almakta. X-Ray cihazından zorla geçirilişimiz yetmiyormuş gibi, bir de çantalarımızın kontrol edilmesi, araçların bagajlarının açılması ve hatta otomobillerin altlarında bomba aranması… Ne de olsa “aksi ispatlanana kadar her insan potansiyel bir canlı bombadır.” Aksini nasıl ispatlayabilirsin? Patlamadan öldüğün zaman!
Şimdi sıra facebook’ta…
Facebook her insana bir profil vererek, herkesin birbirinden ne kadar farklı olduğunu mu gösteriyor, yoksa “ey insanlık, hepiniz aslında o kadar aynısınız, o kadar basit ve sıradansınız ki, bakın hepiniz, her şeyinizle şu birer sayfaya sığıyorsunuz” mu diyor…
Korkarız insanlık, tarihin en büyük köleleştirme operasyonuyla karşı karşıya. Antik Yunan’da olduğundan daha korkunç bir kölelik üstelik bu... Çünkü 21. yüzyılda kölelik “rıza”ya dayanıyor. İnsanlar kendi istekleriyle, kendilerini insan yapan bütün kazanımlarından vazgeçiyorlar…
Ne uğruna?
İlkokul arkadaşlarını bulabilmek uğruna!
İnsanların arkadaşlıklarını, dostluklarını, okullarından mezun olur olmaz kaybetmeleri ve bu “dostlukları” sanal bir platformda yeniden elde etmeyi ummaları da ayrı bir saçmalık.
Sadece arkadaşınızı bulmakla kalmıyor tabi facebook. Ona gül göndermenizi, rakı masasına çağırmanızı, bira ısmarlamanızı da sağlıyor… Hayatında bir arkadaşına tek bir kadeh içki ısmarlamamış insanlar, facebook’ta aslan kesiliyor…
İnsanlar evlerinden çıkarken, diğer komşusunun da o sıra dairesinden çıktığını görünce biraz bekliyorlar. Karşılaşmamak için. Şimdi kim selam verecek öyle ya… Ama facebook’ta tanımadığı birine mesaj atabiliyor uygar insan ve arkadaş listesinin başköşesine kurulabiliyor…
Arkadaş listesinin kabarıklığı ile övünüyor bazıları. Herkes listesini çoğaltmaya çalışıyor.
Acı gerçek şu ki, arkadaş listeniz ne kadar uzunsa, o kadar yalnızsınız…
Not: Michael Bay’ın yönettiği The Island (Ada) filmini izleyiniz. Konuyla bağlantısını kurunuz.


Emre Demir
Öbür çocuklar...

NEDEN iktidardakilerin çocukları başarılı oluyorlar da, öbür çocuklar bir türlü başaramıyorlar hayata adım atmayı. Nedir bunun sırrı?

Cumhurbaşkanı’nın oğlu; 14.5 yaşında işçi, 16.5 yaşında patron...

Başbakan’ın oğlu "gemicik" sahibi...

Damat; kamu bankalarının kasasına yanaşmış holdingin başında...

Maliye Bakanı’nın oğlu; ithalattan ihracata, likit yumurtadan mısır işine kadar her yerde para basıyor...

Hangi bakan ya da milletvekilinin çocuğuna baksanız, uçmuş...

Aptal mı öbür çocuklar?

*

Sosyal Güvenlik Yasası henüz Meclis’e sunulduğunda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün oğlunun, o zamanlar ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın şirketinden "işçi" gösterilmesi ve henüz hiç kimse uyanmadan yasanın emekçilere getirdiği ağır yükten peşinen kurtarılması, az bir şey mi sizce?

Medya, bu iktidarla ilgili rezaletleri tek-tük haberlerle geçiştirip görmezlikten gelse de, bu skandal...

Yapan Cumhurbaşkanı...

Kılıfına uydurulduğu için, yasalara göre açıkça "suç" sayılmasa bile, bu devlet adamlığı etiğine asla sığmayacak bir skandaldır...

Temiz vicdanlara zor sığar.

Hangi inançtır bu?..

Yoksa "dindar bir cumhurbaşkanı" bunun için mi gerekiyordu?

"Kuran’ın emridir" diye devletin tepesi Çankaya’ya tesettürü-türbanı oturtmak tamam da, kutsal kitapta "helal-haram" diye hiç mi hüküm yok?..

*

Ya öbür çocuklar?..

Sokaklarda dolanıyorlar.

Üniversite bitti, diplomalar alındı, yıllarca hayali kurulan o mutlu bir işe başlama gününe geldi sıra.

Ama iş yok...

Çalınan kapılar açılmıyor.

Daha önce de bu köşede paylaşmıştık; anneler-babalar gözlerinin içine bakıyorlar çocukların, bir şey değişmiş değil. Her akşam eve yine müjdesiz ve umutsuz dönmek bir ölüm.

Sofradakilerle göz göze gelmekten çekiniyorlar, lokmalar boğazlarında düğümleniyor, erkenden kapandıkları yataklarında gizli gizli ağlıyor öbür çocuklar.

Bu mudur vicdan?..

Böyle midir adaletiniz?..



BEKİR COŞKUN