Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Direkten döndü

AKP kapatılmaktan kurtuldu ama suçu onaylandı...
Anayasa Mahkemesi 10’a karşı 1 oyla, AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna karar verdi...
Mahkeme aynı zamanda Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesini de onaylamış oldu... İddianamenin hukuku katleden, gazete kupürlerinden ibaret, güdümlü bir metin olduğunu iddia edenlere de bir yanıt niteliği taşıyor bu karar.

Tüm ağır iç ve dış baskılara rağmen, 10 üyenin, AKP’nin cezalandırılmasına karar vermesi, suçun netliğini gösteriyor. Bu sonuç AKP’nin kendini gözden geçirmesini, Cumhuriyet ve laiklik karşıtı eylemlerden sakınmasını sağlar mı?

AKP, kapatma sürecinde böyle bir eğilim göstermedi... Bundan sonra da gösterecek gibi görünmüyor. Umarız yanılırız...

Her şeye rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı herhalde irticai gelişmeleri demokrasi veya özgürlük diye yutturmaya çalışanların sesini biraz olsun kısacak, saf vatandaşların gözünü biraz olsun açacaktır. Karar hayırlı olsun.


Fransız Le Monde yazmış: “Anayasa Mahkemesi, AB liderlerine soğuk ter döktürüyor.”
AKP iktidarından sağladıkları çıkar o kadar büyük demek...

Haldun Ertem

Bizde de var mı?

Demokrasilerde parti kapatılmaz, korosunu ilgiyle dinliyoruz... Peki, Türkiye’de demokrasi var mı? Liberal Parti Başkanı Cem Toker, Ekonomist dergisinin “Demokrasi Endeksi”ni göndermiş...
Economist dergisi seçim sistemi, çoğulculuk, siyasete katılım, temel hak ve özgürlükler gibi kriterleri temel alarak bir sıralama yapıyor.

Bu sıralamada Türkiye, 167 ülke arasında utanç verici bir yerde; 88’inci... Filistin, Namibya, Madagaskar, Lübnan, Papua Yeni Gine, Moğolistan gibi ülkeler bile bizden iyi durumda... Düşünün gerisini...

Ayinesi iş midir?

Profesör Seha Meray öğrencilerine: - Biz yaptığımız işi hiç ciddiye almayız, kendimizi ise çok ciddiye alırız, dermiş.

Bunu Gündüz Vassaf’ın “Türkiye Sen Kimsin?” adlı kitabından öğreniyoruz... Vassaf diyor ki
“Sohbetlerimizde toplantılarımızda konu ne olursa olsun, hep gelir bir kişinin yaptıklarından çok onun kişiliğine dayanır...” Elhak öyledir... Bazısı kötü iş yapar ama çevresince “İyi adam”dır. Bazısı ağzıyla kuş tutsa “Suratsızın teki” sıfatından kurtulamaz.
Filozoflar, insanın yaptıklarını ateşböceğinin ışığına benzetir... Ateşböceğinin parlaklığını ışığı sağlar.. Doğu toplumlarında insanın ışığı önemli sayılmaz... Oturaklı adam görüntüsü yeterlidir!

TRT’nin misyonu

Yandaş medyanın son misyonu Ergenekon iddianamesi gerçekmiş gibi bir hava yaymak, yargısız mahkûmiyetler yaratmak... TRT de çekinmeden bu kampanyaya katılıyor.

TRT 1’de izlediğimiz bir sağ parti yazarı önceki akşam Ergenekon iddianamesinden istediği bölümleri çekip, “gerçek ortaya çıktı” diye yayın yapıyordu. İddianamenin adı üstünde ‘iddia’ olması göz ardı edilerek... Adeta mahkeme kesin kararını vermişçesine, kesin ifadelerle, insanlar mahkûm ediliyordu... TRT’nin kanunu vardı, ilkeleri vardı... Hepsi çöpe atıldı...

Kayıp telefon

Nalan Hanım işyerinde çalışırken annesi telefonla arıyor:

- Kızım seni karakoldan aradılar, ifade vermen gerekiyormuş...

Tabii endişelenmiş Nalan Hanım... Koşa koşa işten çıkmış...

Neyse ki, karakola varıp durumu öğrendiğinde endişesi zail olmuş...

Meğer 4 - 5 ay önce cep telefonu kaybolmuşmuş.
Hani telefonlar IMEI numarasıyla şıp diye bulunacaktı artık ya...

Nalan Hanım da savcılığa dilekçe vermiş o zaman.
Peki ne olmuş, telefon mu bulunmuş?
Yok canım...

Savcılık Türkcell’e yazı yazmış, “Bu İMEİ numaralı telefonu kullanan kişiyi tespit edin” demiş...
Türkcell şirketi, telefonu son olarak (kaybolmadan önce tabii) Nalan Hanım’ın kullandığını savcılığa bildirmiş..

Savcılık da karakola gönderdiği yazıyla çalıntı telefonu kullanmaktan şüpheli olarak Nalan Hanım’ın ifadesine başvurulmasını istemiş.
Oradaki polis memuru da gülmüş duruma.. Çünkü Nalan Hanım aynı anda hem müşteki hem şüpheli olarak oturuyormuş karşısında... Kısacası Aziz Nesin hep yaşıyor...

Bazı AKP’liler, Gül’le Erdoğan’ın gizli buluşması için, “Belki mantı yemeye gitmişlerdir” demiş.
En mantıklısı da bu... Çünkü Gül’ünherhangi bir yemek davetini reddetmesi şaşırtıcı olur...

Kulışığı’ndan

Malatya Battalgazi Kulışığı köylüleri Vodafone şirketine bir mektup yazmış... Bir köylü, Vodafone şirketine kule (baz istasyonu) dikme izni vermiş.
Diğer köylüler bu izinden haberleri olmadığını, kulenin dikilmesine izin vermeyeceklerini söylüyor. Üç yıl önce Turkcell’in de istasyon kurmak istediğini ama izin vermediklerini belirtiyorlar. Sebebini de kısaca anlatıyorlar:

“Radyasyon kayısılarımızı kurutuyor...”

“Başka yere dikin direğinizi”, diyorlar. Vodafone şirketi herhalde mesajı almıştır...

Melih Aşık
Yola devam...


BELKİ bundan sonraki buluşma yerleri "halanın evi"dir...

Halanın evindeki buluşmaya ilk gelen Cumhurbaşkanı, işaretparmağı ile perdenin tülünü hafif aralayıp açık tek gözü ile sokağa bakarken:

"Hala bir ses duydun mu?.."

Hala:

"Kedidir Abidullah..."

Cumhurbaşkanı:

"Kedi değilse o’dur hala... Bak, yine geldi tıkırtı... Sanki tık tık gibi..."

Hala:

"Pencerenin önünden de kara bir şey geçti mi?.."

"Geçti..."

"Kaç ayağı vardı?.."

"Neyin?..."

"Geçen şeyin... Dört ayağı varsa kedi... İki ayağı varsa demek ki Başbakan..."

*

Başımıza gelene bakın; Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın gece karanlığında, sivil plakalarla "eniştenin evinde" devletten gizli buluşmalarıdır konumuz...

Aynı gün Independent Gazetesi’nin başyazısında şöyle diyordu yorumcu:

"Dünyanın en önemli siyasi projesi tehlikede..."

Siyasi projenin ne olduğunu da açıklıyor yazı:

"Müslüman, ama demokratik bir ülke yaratma projesi..."

Hangi proje bu, bilirsiniz; ABD’nin BOP kapsamında, Türkiye’de bir "ılımlı İslam" yaratma projesi...

Oysa bizim tek projemiz vardı; Mustafa Kemal’in, onurlu özgürlük savaşını vererek, Müslümanların yaşadığı Anadolu’da kurduğu "laik, demokratik, çağdaş, hukuk devleti" projesi...

Bizler için "yeryüzünün en önemli siyasi projesi" bu değil miydi?

Ama AKP ile birlikte her şey değişti.

Yeni bir projeleri var arkadaşların; laik cumhuriyeti silip, yerine ılımlı İslam devleti kurma projesi...

*

İşte dün Anayasa Mahkemesi tüm bunlara "Devam" dedi.

Artık en yüce yargı tarafından "aklanmış" AKP’yi kimse tutamaz.

Güya tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı ile ülkenin Başbakan’ı, devletten, hatta kendi odalarının duvarlarından dahi gizledikleri "projelerine" devam edebilirler.

Eniştenin mekánı olur...

Halanın evi olur...


BEKİR COŞKUN
Kararı unutup geleceği kurtarmak


BU yazıyı yurtdışında bir kafede yazıyorum. Önümde Le Monde gazetesi duruyor.

"Eğer AKP kapatılırsa, Avrupa Birliği, atom bombası anlamına gelecek bir silahı kullanmayacak. Yani Türkiye ile müzakereleri durdurmayacak."

Anayasa Mahkemesi’nin tarihi kararını açıklayacağı gün, Avrupa Birliği’nin en "Establishement" yani son günlerdeki moda deyişi ile, "müesses nizamın" en etkili gazetesinden böyle net bir mesaj geliyor.

Merak ediyorum.

Acaba Anayasa Mahkemesi üyeleri karar toplantısına girerken, AB’den gelen bu mesaj önlerine konmuş muydu?

İnsallah konmuştur diye düşünüyorum.

Çünkü başından beri, Batı’dan gelen "kapatılırsa fena olur" mesajlarının, Mahkeme üzerinde negatif bir etki yapacağına inanıyordum.

Neyse son zamanlarda o, Türkiye’de partinin kapatılmasını istemeyen insanlar üzerinde bile olumsuz etki yapan bu nobran tavır terk edildi.

* *Ê *

Önce açık kalmış bir hesabı kapatalım.

Aylardan beri Türk yargısına ağza alınmadık hakaretler eden, o insanları aşağılayan, tehdit eden çevrelerin, bir insaf muhasebesi yapmalarını bekliyoruz.

Davayı oybirliğiyle kabul eden Mahkeme, sonunda 6’ya 5 karar verdi.

Demek ki kimse masaya önyargılarla oturmamış.

Demek ki, kimsenin kafasında "yargı darbesi yapmak" falan yokmuş.

Yani onlar, bu kararla, aylardır kendilerine hakaret eden sözde demokratlardan çok daha önyargısız ve demokrat olduklarını ispat ettiler.

* *Ê *

Gelelim Mahkemenin aldığı kararın anlamına.

"6’ya 5 kapatma" kararı alıp ta, partinin kapatılması ne anlama geliyor?

1 Mart tezkeresinde, çoğunluk tezkerenin geçmesinden yana oy kullandığı halde, bunun kabul edilmemesinin anlamı neyse, bununki de odur.

Yani Mahkemenin iradesi, kapatılma yönünde çoğunluk sağlamıştır ama, kanun en az 7’ye 4 çoğunluk istediği için, partinin kapatılması kabul edilmemiştir.

Bu sonucun AKP’nin hoşuna gideceğini sanmıyorum.

Ama partinin kapatılmasını bekleyen çevrelerin de hoşuna gitmediğine eminim.

Öyleyse soru şudur:

Kimseyi tatmin etmeyen bir karar, Türkiye’yi kurtarır mı?

Bugün itibariyle hepimizin cevabını araması gereken soru budur.

Bu kararı, herkesin, yani Türkiye’nin menfaatine çevirecek bir enstrüman haline getirebilir miyiz?

* *Ê *

Başından beri şu umudu taşıyordum.

Kapatma iddianamesinin açıklandığı günden itibaren, bu süreci, kalıcı bir uzlaşmaya çeverilebilir miyiz?

Başbakan Erdoğan’dan hep bunun sinyallerini bekledim.

Ama artık onun karekterini aşağı yukarı biliyorum.

Baskı altında, karar almaktan hoşlanmıyor.

Sanki başkalarının söylediğine teslim oluyormuş gibi bir haleti ruhiyeye giriyor.

Oysa demokrasilerde böyle bir psikolojinin yerinin olmaması gerekir.

Başbakan, "başkaları istiyor" diye değil, "demokrasinin gereği böyle olduğu için" bir uzlaşmanın yolunu aramalıdır.

Sadece o mu?

Değil elbette..

Ana Muhalefet Partisi de aynı şeyi yapmalıdır.

* *Ê *

Ama çok iyi bildiğim bir şey var.

Türkiye bir "dolduruşa getirme" ülkesidir.

Bu ülke aydınlarının etkili bir bölümünü, "uzlaşma" değil, "rövanş" duyguları yönetir.

Ve ne yazık ki, Türk siyasi eliti üzerinde de etkili olurlar.

Başbakan, her konuşmasında, "seçkincilerin" ülkeyi yönetme tutkusundan söz eder.

Fikrini beğenmediği "seçkincilere" gösterdiği tepkinin yarısını, kendisini rövanşizme zorlayan "yandaş seçkincilere" karşı da gösterebilse, hem kendisini hem ülkemizi kalıcı uzlaşmaya götürebilecek yolu açar.

Mahkemenin kararına takılıp kalmanın anlamı yok.

Neticede AKP kapatılmamıştır ve yoluna devam etme lisansını almıştır.

Bence bundan çıkarılacak en umutlu mesaj şu olmalıdır:

Türkiye’de demokrasi işliyor, bağımsız yargı çalışıyor.

Bunların üzerine, keyfiyetçilikten, kayırmacılıktan arınmış, çoğulculuğu kişiliğinin parçası haline getirmiş bir zihniyeti eklersek, Türkiye’nin önü açık demektir.


ERTUĞRUL ÖZKÖK
Azınlık falan...


"Demokrasi der ki, ’Her zaman parmak esasına göre üstün olanın düşünceleri geçerlidir’ der, bu bi vakıa."

"Tutturdular bir uzlaşma... Azınlığın çoğunluğa tahakkümü dünyanın hiçbir yerinde yoktur."

"Yüzde 47 oy aldık, hálá çıkıp, ’Çoğunluğun dediği mi olacak’ diyorlar!"

"Sayısal üstünlüğe sahip olan partinin herhalde düşüncelerinin kabul görmesi gerekir."

"Düşünün ki, 352 oyunuz olacak, ama öbür tarafta 15 oyu olan parti diyecek ki, ’eğer istemezsem olmaz’ diyecek... Bu durum, azınlığın çoğunluğa tahakkümü olmaz mı?"

"Adaletten yanayız, farkımız bu... 352 mi büyük, 20 mi büyük? Bu rakamı sormak zorundayız. Herhalde 352 daha büyük."

"Bu seçimler neden yapılıyor? Çünkü demokrasi çoğunluk esasına göre karar vermektedir."

"Biz, azınlığın çoğunluğa tahakkümünü tanımlayan bir demokrasi öğrenmedik, siyasette böyle bir ders vermediler bize..."

"Dünyada bir yerde, azınlığın çoğunluğa tahakküm ettiği, az oyun çok oyu alt ettiği hiç olur mu?"

*

Kime ait bu laflar?

Başbakan’a.

*

6 oy: Kapatılsın.

4 oy: Para cezası verilsin.

1 oy: Kapatılmasın.

*

Kimin dediği oldu?

Azınlığın.

*

Çoğunluğun değil...

Azınlığın dediği oldu.

Kötü mü oldu?

*

"Az oyun çok oyu alt ettiği hiç olur mu?" diye soran Başbakan, cevabını aldı... Şimdi umudumuz, "Siyasette böyle bir ders vermediler bize" diyen Başbakan’ın, "hukuk ve demokrasi dersi"ni de almış olması...


YILMAZ ÖZDİL
Bu karar bize yarar...


DOĞRUSUNU isterseniz, Anayasa Mahkemesi önceki gün tam bize uygun bir karar aldı:

"AKP laiklik karşıtı eylemlerin odağıdır... Ama Türkiye’yi o yönetsin..."

Tebrik ederiz...

Bu memlekete bundan daha uygun bir karar bulunamazdı.

Benzetmek gibi olmasın ama, seçimlerde halkımızın dilinde dolanan slogan ile ancak bu kadar paralel olabilir bir karar:

"Çalsın, ama iş yapsın..."

*

"Laikliğe karşı eylemlerin odağı" olmak, rejime ve devletin temel ilkelerine karşı ağır bir suç mudur?..

Suçtur...

Bu suçu işlediği mahkeme kararıyla sabit görülen (ki Anayasa Mahkemesi sabit gördü) kamu hizmetlerinden mahrum edilmekten hapis cezasına kadar, cezalandırılmaz mı yasalarımızda?..

Cezalandırılır...

Ama siz aynı suçu işlemiş olanlara "Türkiye’yi sen yönet" dediniz...

Öyle mi?..

*

Ve seviniyorsunuz...

İki gündür bayram var...

Mutlusunuz, "laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiş" olanlar, sizi yönetmeye devam edecekler diye...

Laiklik; devletin en temel ilkesidir.

Laiklik; Anayasa’mızın daha girişinde, değiştirilmesi "teklif dahi edilemez" hükümler arasındadır.

Siz; bu asla vazgeçilmez ve değiştirilemez ilkeyi yıkmak isteyenlerin "odağına" Türkiye’yi teslim ettiniz...

Doğru mu?..

*

Sevinçlisiniz...

"Laiklik karşıtı eylemlerin odağı" devletin başında oturacak ve sizi yönetecek diye keyfiniz yerine geldi...

Mutlusunuz...

Üzerinizden bir yük kalktı...

Etekleriniz zil çalıyor...

Ülkenin felakete sürükleneceğini düşünüyordunuz, eğer "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" çekip gitseydi...

Demek ki bu Anayasa Mahkemesi kararı tamı tamına bize göredir...

Yakıştı mı?..

Yakıştı...

Bu karar, bize yarar...


BEKİR COŞKUN
Davasını bilmeyene şahit olma durumu..

“Yüklü eşek anırmaz..” derler.. Demokrasi benim için bu yüzden birinci derece lüzumlu bir şey değildir.. Ayrıca demokrasinin nimetlerini görmüş atalarımdan “Çayırda attan, zemheride kurttan, demokrasi vakti geldiğinde bizim milletten sakın..” diye tembihliyim.. Benimkisi laf ebeliği işte..

[Resim: 40.jpg] [FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif] Köşe yazısını okumadığım için üzerimde telefon marifeti ile baskı kuran..

Hatta “Okusana ulan it oğlu it..” mesajı çekecek kadar kişisel hak ve tercihlere saygılı biri olan Hasan Cemal’in hallerini iki gündür takip ediyorum..

Takip ediyorum dedimse “Ergenekon tarzında” değil.. Gazete okuru olarak..

Evet.. İtiraf ediyorum.. Eve düzenli olarak Milliyet gazetesini de almaya başladım.. Sebebi mi? Ben de bilmiyorum..

Belki de ailece taşıdığımız “bilinçsiz tüketici geni..” yüzündendir..

Alıyorum işte..

***

Milliyet de enteresan gazete.. Resmi Gazete’nin hafta sonu eki olsa Milliyet olurdu..

Gazetenin bir tarafı Bonopartist..

Diğer tarafı tek parti Türkiyesi’nin Hakimiyet-i Milliye’si..

Bonopartistliği “evraka olan” bağımlılığından.. Her şeyi kâğıt üzerine zaptetme merakından..

Bugün “bürokrasi” diye yakındığımız illetin yüzde sekseni bize Fransa’dan ithaldir..

Durup durup cumhuriyetin yenisini kuran Fransa’nın kâğıda bağımlılığı Napolyon döneminde başlamış..

Napolyon’un iki yüz sene önce bizzat kendi el yazısı ile kaleme aldığı ceza yasasını bile sekiz on yıl önce kısmen değiştirdiler..

Biz de gitmişiz.. Bonapartçıların kâğıt bağımlılığına takılmışız.. İşte bu bağımlılığın medyadaki tek kalesi Milliyet’tir..

RAPOR DA YOKMUŞ..

Hani önceki gün Konya’da korkunç bir olay yaşandı.. Kız Kuran Yurdu’nda patlama oldu.. On sekiz çocuk hayatını kaybetti..

Faciayı bütün gazeteler gereken hassasiyetle verdiler.. Hissiyatlarını başlıklara çıkardılar..

Aynı faciayı bir de Milliyet’in sunuş şekline bakın..

“İhmal ve ölüm..” manşetinin altında şöyle bir alt başlık vardı..

“Bir vakfın kaçak Kuran kursu olarak kullandığı yurt gaz patlamasıyla çöktü. Kız öğrencilerden 17’si öldü.”

Başlığın tanımlayıcı kısmı son cümlede..

“Binanın deprem ve itfaiye raporu da yoktu..”

Ne demek istediğimi anladınız mı?

Binanın kaçak olduğunu zaten beyan etmişsin.. Ne diye “deprem ve itfaiye raporu da yoktu” cümlesi ile asıl dehşet verici olan budur, der gibi yapıyorsun?

Altını çizmek istediğim mantık bu..

Bürokratik evraktaki eksiklik Milliyet için insanların topluca ölmesinden daha vahimdir..

Hasan Cemal ağabeyimin içine daldığı “demokrasi tartışmasında” da bu böyledir..

Parti kapatılması mı? Şekil hayatın önünde gider.. Zarf, mazruftan önemlidir..

Ampul Partisi’nin kapatılmaması da keyfini iyice yerine getirmiştir..

***

Önce Dışişleri adamı ile birlikte çektirdiği fotoğraflara baktım..

Yaşlanmayacak, bizler kırk yıl sonra hayatta olmayacağız.. O yine “lütfen biraz demokrasi..” diye yazacak.. Yüzü de aynı kalacak..

Aşağı yukarı böyle tarif ettiğim Hasan Cemal’in değişmeyecek dediğim yüzündeki bütün kaslar zevkten gevşemişti..

Çankaya adamı ile çektirdiği fotoğrafta da öyle.. Son yıllarda Hasan Cemal’i bu kadar mutlu görmemiştim..

Demek ki demokrasimiz bir şeye benzemiş..

GEL DE YAZMA..

Şu ceza kanununun hükümleri biraz gevşese, biraz demokrasiye uysa oturup Türkiye’nin demokratlaşma tarihini yazacağım..

Hasan Cemal’i de taaa dedesi Cemal Paşa ile birlikte olayın eksenine koyacağım..

Lakin ceza yasalarından yılıyorum.. Bir de okurun bana inanmama ihtimalinden.. Yazdıklarımı yalanlayacağından değil..

Bir televizyon kanalı için komedi dizisi yazdığımı düşünmeleri ihtimalinden..

Nereden başlayacağımı da biliyorum.. Tarih derslerinde “Hürriyet Kahramanı” diye bellediğimiz zatın Sultan Abdülhamid’e verdiği jurnallerden..

Sürekli küfür edip, muhalefet yaptığı padişaha oğlunu evlendirirken mektup yazıp izin istemesinden..

Sebebi de oğlunun düğün masraflarını düşmanı olduğu, zalim ilân ettiği padişahın kesesine yıkma gayreti..

***

Cumhuriyet’in ilk demokrasi denemesi Çankaya’nın sponsorluğunda gelişen Serbest Fırka olayıdır..

1929 yılında İzmir’deki parti mitingine yüz bin insan katıldı.. Babalardan biri dokuz yaşındaki oğlunu Fethi Bey’in ayağına yatırıp kurban etmek istedi..

“Kurtar bizi.. Oğlum sana feda olsun..” diye bağırarak..

N’olmuştu altı yılda? Nasıl olmuştu da bir baba çocuğunu kurbanlık koç gibi kesmeyi göze alacak kadar şirazendesinden çıkmıştı?

Kurtulmak istediği, vatanı altı yıl önce düşman çizmesinden kurtaranlar değil miydi?

HER ŞEY AYKIRI

Hepsinden önemlisi kurtarıcı diye bellenen zat bir dönemin ajan-provokatörü değil miydi?

Bunu Hasan Cemal yazmaz.. Yakın resmi tarih de yazmaz..

1908 meşrutiyetinde Avrupa’daki firari Jön Türkler birer ikişer döndüler..

İttihat Terakki’ye karşı “Fedakâran-ı Millet” derneğini kurdular..

Bizim kurtarıcı zat o kuruluşa İttihatçı ajanı olarak sokuldu..

Derneğin mührünü çaldı.. Sahte ihtilâl bildirisi hazırlanıp altına o mühür basılınca çarşı karıştı.. Yirmiden fazla insan tutuklandı..

Dernek filan kalmadı..

Buyurun size jurnalci hürriyet kahramanından sonra ajan-provokatör demokrat..

***

Üç beş gün önce Çetin ağabey, hem de Milliyet’teki köşesinde tatlı tatlı anlatıyordu..

İzmir Suikastı sonrası idam edilen Maliyeci Cavit Bey’in neden asıldığını merak etmiş..

İsmet Paşa’ya Meclis’teki odasında sormuş.. O da tatlı tatlı anlatmış..

“Kendine bir çiftlik al.. Siyasetten çekil, dedim.. Dinletemedim.. Arkadaşlar da kızdı ceza tertip etti..”

Tertip edilen ceza da eline cetvelle vurma değil.. İple asma..

İsmet İnönü bunları Çetin Altan’a anlattığında memleketin o günlerdeki birinciye gelen demokrasi umuduydu..

Şimdi orta yerde bir Fethi Bey, bir İsmet Paşa da yok.. Hasan Cemal ağabeyim demokrasiden neden bu kadar umutlu?

Onu merak ediyorum..

SELAHATTİN DUMAN

“Çayırda attan, zemheride kurttan, demokrasi vakti geldiğinde bizim milletten sakın..” Big GrinBig GrinBig GrinSÜPER BİR SÖZ...Big Grin
Ahmedinecad’a Abdülaziz çözümü

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad 14 Ağustos’ta Türkiye’ye geliyor.

1979 devriminden beri Tahran’dan gelen her resmi heyetle yaşanan sıkıntı ondan önce gündeme geldi:
Anıtkabir ziyareti ne olacak?

Malum, Ankara’ya yapılan resmi ziyaretlerde konuğun Anıtkabir’e giderek çelenk koyması bir koşul... Ancak İran tarafı, bu koşula uymak istemediğini önceden bildirdi. Sızan haberler doğruysa bizim Dışişleri de, komşuyu bu “sıkıntı”dan kurtaracak bir formül üretti:

Geziye “çalışma ziyareti” adı verildi.
Konuğun başkente gelme zorunluluğu kaldırıldı.
Şimdi Ahmedinecad Ankara’ya Gül’ü ziyarete gelmeyecek, Gül İstanbul’a Ahmedinecad’la buluşmaya gidecek.
* * *
Anlamadığım birkaç nokta var. Biri şu:
2004’te Hatemi geldiğinde, Ankara’da Sezer tarafından resmi törenle ağırlanmıştı. Hatemi de Anıtkabir’e gitmediği halde onun gezisinin “çalışma ziyareti” adıyla İstanbul’a kaydırılmasına gerek duyulmamıştı.
İkincisi:
Ahmedinecad, geçen sene Erivan’a gittiğinde Soykırım Anıtı ziyaretinin resmi programa alınmasına ses çıkarmamış, ama son anda geziyi yarıda keserek anıt ziyaretinden “yırtmıştı”.
Acaba Ankara programında Anıtkabir ziyareti görüşmelerden önce olduğu için mi böyle bir “kısa kesme” formülü yerine “İstanbul’a ayağa çağırma” formülü benimsendi?
* * *
Her ülkenin kendi teamülleri, inançları, ilkeleri olabilir. Diplomasinin becerisi, bu farklılıkları çatışmaya dönüştürmeden buluşturabilmesindedir.
Anıtkabir meselesi de öyle:
Kimine göre İranlıların Anıtkabir alerjisinin asıl gerekçesi, gösterişli kabirlerin mabet edinilmesinin dinen caiz olmadığına inanan bir toplumsal kültürdür,
...kimine göre ise düpedüz “Atatürk antipatisi...”
Tabii ki kimse Atatürk’ü sevmeye mecbur değil; kaldı ki Ahmedinecad “Humeyni’yi Atatürk’ten çok sevenler”in de yaşadığı bir ülkeyi ziyaret ediyor. Yabancılık çekmeyecektir.
* * *
Diplomatik açıdan önemli olan ilişkilerdeki karşılıklılık ilkesidir. Yani “Size gösterilen muameleye uygun muamele etmek...”
İran devriminin ilk yıllarında Tahran’da büyükelçilik yapmış olan Tanşuğ Bleda’nın hatıralarında (“Maskeli Balo”, Doğan Kitap, 2000) okumuştum.
İran Meclis Başkanı Rafsancani kendisini kabul ediyor.
Görüşme sırasında ezan okunmaya başlayınca Rafsancani, Bleda’yı susturuyor. Sonra da tercümanı aracılığıyla pantolonunu çıkarmasını söylüyor.
Şaşırıyor Büyükelçi... Çaresiz, söyleneni yapıyor. İçinden, “Vatan sağ olsun” deyip çıkarıyor pantolonunu... donla kalıyor.
Sonra Başkan’la beraber kalkıyorlar. Boş bir odaya geçiyorlar. Bleda, niyetin namaz kılmak olduğunu orada anlıyor. Dönüş yolunda sefaret tercümanı diyor ki:
“Başkan size müstesna bir jest yaptı. Pantolonunuzun ütüsü bozulmasın diye çıkarmanızı istedi.”
* * *
Diplomasi, bir jestler sanatı...
Osmanlı, kabulde Sultan’ın önünde eğilmemekte direnen elçiler için alçak kapılar yaptırırmış.
Ben de Anıtkabir krizine çare düşünürken Hürriyet Pazar’da Gündüz Vasaf’ı okuyunca “Buldum” diye bağırdım:
Sultan Abdülaziz Avrupa ziyaretine gidecek. Bu, bir Osmanlı padişahının savaş dışında Avrupa’yı ilk ziyareti olacak.
Doğruysa ulema Darül-Harp ziyaretinin dinen caiz olabilmesi için pratik bir çözüm bulmuş:
Sultan’ın ayakkabılarının altına bir bölme eklenmiş. Oraya Osmanlı toprağı döşenmiş. Böylece Padişah, gâvur ellerinde gezerken İslam toprağına basmış olacakmış.
Dâhiyane değil mi?
Ahmedinecad, topuğundaki gizli haznede Acem toprağıyla Anıtkabir’e gelemez miydi acaba?

Can Dündar