[COLOR="red"]Yılmaz ÖZDİL
Beraber yürüdük biz Illinois’de...
Obama’nın Kunta Kinte olmadığını, aksine "seçkin" bir Amerikalı olduğunu anlatmaya çalışmıştım dün... "İçimizdeki Amerikancı"ların Tom Amca’nın Kulübesi’nde kaldıklarını, bu dörtgen kafayla beşgen Pentagon’u kavrayamadıklarını, kulübe penceresinden baktıkları için, Beyaz Saray’ı hayatta anlayamadıklarını anlatmıştım.
*
Haliyle sordular...
"Obama niye seçildi o zaman?"
*
Bankaları battı, bankaları!
*
Adamlar yandım Allah diyor...
Siz hálá siyah-beyaz’dasınız.
Türkiye’de dara düşersin, babanın evine taşınırsın... ABD’de ise, mortgage kredisini ödeyememek, dünyaya Mars’ın çarpması gibi bi şeydir... Bizde şakır şakır çalışan "Abi 200 lira versene, elime geçince geri öderim" sistemi, ABD’de çalışmaz... Bush zihniyeti, Amerikan halkını taaa 1929’dan beri yaşamadığı en vahim ekonomik krizle karşı karşıya bıraktı. E bu durumda Amerikalıların Cumhuriyetçilere "Defolun gidin lan başımızdan" demesi kadar normal ne olabilir?
*
Ya da şöyle soralım...
McCain siyah olsaydı.
Obama beyaz olsaydı.
McCain seçilebilir miydi?
*
Dünyanın bütün medeni, gelişmiş ülkelerinde böyledir... Başarısızsa, babasının oğlu olsa, oy vermez.
*
Bizde?
İşsizlik, yoksulluk filan, almış başını giderken, "Biz türbanlıyız" diye oy toplayabiliyorlar. "Şekil"le uğraşa uğraşa bu hale getirdiler bizi... Onun için, çıkıp, "Zenciyiz" diyorlar. Çünkü ahali, Obama’yı bile "mazlum köle" zannediyor hálá...
*
Peki, bu kadar laftan sonra "Obama kim?" diye sorarsanız... Siz onu Sultanbeyli gecekondusundaki zavallı kara-kuru çocuk sanıyorsunuz ama; Bush’un önünde ceket ilikleyenlerin, önünde ceket ilikleyeceği yeni patrondur o!
[COLOR="red"]Mehmet Y. YILMAZ
Sistematik koruma!
İŞKENCE olaylarına karşı devlet yöneticilerimizin ortak savunması şu: Türkiye’de işkence sistematik değil!
Yani, işkence devlet yöneticilerinin bilgisi ve emirleri dahilinde yapılmıyor, yaygın bir soruşturma-cezalandırma uygulaması değil vs.
Evet, bu genel hatlarıyla doğru olabilir.
Ancak Türkiye’nin "işkence utancından" kurtulamamış olmasının en önemli nedeni bir başka "sistematik uygulama".
Buna "işkencecilerin amirleri ve devlet düzeni tarafından korunması" diyebiliriz ve ne yazık ki sistematik olan da budur.
"Koruma" sistematik olduğu içindir ki Türkiye, bu insanlık ayıbından bir türlü kurtulamıyor.
İşkenceye karışan kamu görevlileri hakkında soruşturmaların gönülsüz yürütülmesi, bazı durumlarda memur korumasından yararlanan görevlilerin hiç soruşturulmadan yakayı kurtarmaları, uzatılarak zamanaşımına bırakılan davalar ve davaların daha az cezayı gerektiren kanun maddelerinden açılıyor olması gibi birçok yönü var bu durumun.
Sol eğilimli bir dergi satarken gözaltına alınan ve işkence sonucunda ölen Engin Çeber olayında Adalet Bakanı’nın devlet adına özür dilemesi, işkenceye karşı kesin tavır konusunda ümitlenmeme yol açmıştı.
Erken heveslendiğim ortaya çıkıyor. Olaya karışan polislerle ilgili müfettiş raporları, doktor raporlarına rağmen "soruşturma açılmaması" yönünde. Zaten Emniyet Müdürü de adamlarına sahip çıktı.
Cezaevindeki gardiyanlar ile ilgili dava açıldı ama o da daha ağır cezayı gerektiren "işkence" suçundan değil, "yaralama suretiyle ölüme sebebiyet vermekten" açıldı.
Bu tablodan sonra Türkiye’de artık işkencenin olmayacağını söyleyen siyasetçilere inanabilmem mümkün değil.
İşkence sistematik değil belki ama "sistem" işkenceciyi koruyor ve bu durumda da işkencenin tümüyle önlenebilmesi mümkün değil.
Sahibini arayan soru
TBMM’de geçen gün Cumhurbaşkanlığı’nın 2009 yılı bütçesi tartışıldı.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, yapılan harcamalarla ilgili bilgi verdi ve gelecek yıl nelerin yapılmasının düşünüldüğünü anlattı.
Hatırlayacaksınız, aylardır bu köşede, Suudi Kralı’nın Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın eşlerine getirdiği armağanların akıbetini soruyorum. Son ümidim, bütçe görüşmeleri sırasında bu konuda bir açıklama yapılmasıydı.
Biliyorsunuz, majesteleri biz gazetecilerin bu tür sorularına kendisini muhatap kabul etmiyor.
Belki kendisini seçen TBMM’ye saygısının bir gereği olarak açıklamasını orada yapacaktır ve bunun için en uygun ortam olan bütçe görüşmelerini bekliyordur diye düşünmüştüm.
Ama ümitlerim boşa gitti, bir açıklama yine yapılmadı.
Bu soruyu sormamın nedeni, unutmuş olanlar için tekrarlayayım, Suudi Kralı’nın görüştüğü devlet başkanlarının eşlerine pahalı mücevherler hediye ettiğinin anlaşılmasıydı. Tam da o günlerde Suudi Kralı, Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Cumhurbaşkanı tarafından görülmemiş şekilde ağırlanmıştı.
Ben de bu ağırlama karşısında mahcup olmamak için Suudi Kralı’nın elinin boş gelmeyeceğini düşünmüş ve bu yanıtsız kalan soruyu sormuştum.
Yanıt gelmez, biliyorum ama yine sorayım: Suudi Kralı’nın Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın eşlerine getirdiği armağanlarla ilgili nasıl bir işlem yapıldı? Yasada belirtilen koşullar ve sürelere uyularak hediyeler beyan edildi mi? Beyan edilmediyse neden edilmedi?
Obama’nın uykusu kaçar mı?
AVRUPA Parlamentosu üyesi Joost Lagendijk, "Türkiye’ye de bir Obama gerekli" dedi.
Politikacılarla ilgili önyargılarımın bir kez daha haklı çıktığını düşündürten bir söz oldu bu.
"Laf olsun, testi dolsun" diye konuşmak, günlük gelişmelerden abuk sonuçlar çıkarmak alışkanlığı diyebiliriz buna.
Dün baktım, gazetelerimizdeki köşelerin çoğu büyük bir değişim umudunu yansıtıyordu.
"Bir zencinin ABD Başkanı seçilmiş olması" üzerine yazılmış yorumlar.
Evet, bu doğru! Obama, Bush’tan sonra iktidara geliyor ve hiç kimse Bush kadar kötü olamaz!
Ve elbette bunun yaratacağı bir olumlu rüzgár da Obama’nın arkasında olacak.
Ancak bu seçimin büyük değişimler yaratacağını umanların, hayal kırıklığına uğramaları da kaçınılmaz.
Unutmayalım ki Obama gökten zembille inmedi. Yıllardır Amerikan politikasının içinde aktif olarak yer alıyordu, senatör bile olabilmişti. Yani sistemin tamamen dışında bir adam değildi ve öyle olabilmesine de zaten olanak yoktu.
Bu yüzden, Obama’nın sırf derisinin rengi farklı diye "ezilmiş kitleleri temsil ettiğini" söyleyemeyiz.
Evet, onlardan oy aldı ama iktidarını borçlu olduğu kitle sadece "ezilmiş seçmenlerden" oluşmuyor.
İşin bizim gibi "dış dünyadakileri" ilgilendiren yönündeki durum ise bundan da farklı.
"Bir zenci başkan oldu" diye, "Amerikan çıkarları" değişmeyecek.
Elbette dış politikasında temsil ettiği siyasi görüşe göre değişiklikler olacak ama "Amerikan çıkarlarını" bir kenara bırakıp dünyanın ezilen halkları için uykusu kaçmayacak.
[COLOR="red"]Yonca TOKBAŞ
Sapık adalet
Dünkü yazıma gelen çok üzücü paylaşımları okudukça şunları fark ettim...
Biz sapıklığı cehalete bağladık, dağlarda sandık.
Kendimize uzak gördük.
Hatta görmedik, yok saydık ve sustuk.
Utandık.
Biz utandık!
Sapıkların utanmasını sağlayacakken, bizler boynumuzu büküp sırlarımızı içimize attık.
Oysa sapıklar dağda değil, dibimizdeydi, ailemizdeydi, mahallemizdeydi.
Biz onları sakladık.
Hata yaptık.
Sapıklar da, pişmiş kelle gibi sırıtarak hayatlarına devam etti.
Nasıl olsa deşifre edilmeyeceklerdi, edilseler de affedileceklerdi...
Onlar affedildi, bizler suçlu kaldık.
Onlar teşvik edildi, biz sindirildik.
Bu ülkede kızının olacağını duyunca sinir krizi geçiren kadınlar var biliyor musunuz?
Kendi yaşadığı iğrenç ellemelere, otobüste bacağına sürtünerek boşalan erkeklerin tacizlerine kızı da maruz kalacak diye sinir krizi geçiriyorlar...
Kızının orasını burasını elleyen bir öğretmeni, komşusu, amcası, otobüs şoförü, bakkalı çakkalı olacak diye korkuyorlar...
Oysa mesela, memleketimizde erkek çocukların daha fazla tacize ve tecavüze uğradıklarını bilmiyorlar.
Kız-erkek, genç-yaşlı, çocuk-büyük, bakire veya değil fark eder mi peki?
Köy-kent-kasaba olması ne değiştirir peki?
Bir “hayat kadını” da tecavüze kurban gidebilir ve bu da bir suçtur, hiç düşününüz mü peki?
Ne diyeyim?
Nereye gidip kime çatayım?
Dünyanın bütün “gelişmiş” ülkeleri bunları müebbetle veya idamla yargılıyor da, bir biz mi affedilebilir buluyoruz?
Bunların tedavisi yok.
O yüzden en az 60 yıl ceza alıyorlar.
Elden ayaktan düşsün de işleyemez hale gelsin diye insan içine salınmıyorlar...
Demek bu durumda bizde herkes sapık!
Adalet de, mahkeme de, kanunlar da, uygulama da bulunanlar da!
Kişi kendinden bilir işi mantığıyla, kendi yakalanırsa salınsın diye yapılmış sanki kanunlar...
Nasıl anlamalı bilmiyorum ki!
Peki bizim Bakanlarımız ne yapar?
Sn. Çubukçu’ nun iş tanımı nedir?
Şu anda neyle meşguldür?
Adli tıp raporunu savunmuş kendileri...
Yani o çocuk şu an süper bir psikolojide öyle mi?
Hatta “Oh ne güzel, ben 14 yaşımdan beri 70’ lik adamlardan öğrendiğim olağanüstü seks bilgilerimle çok mutlu bir hayat yaşayabilirim!” diye seviniyordur. İleride özgeçmişine de yazar, tecrübeli olduğu için hemen iş bulur!
Sayın Bakanımız zamanında çocuk mahkemelerinde çalışmış, şu anda Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı. Ayşe aramış, çok yoğunmuş konuşamamış!
Yuvaların rezaleti kanıtıyla ortada, biz hala daha kasti faul diyoruz, turizm filan diye geveliyoruz, ayıbımızı düzelteceğimize özür bekliyoruz!
Çocuklar, koca koca insanlar, tacizden, tecavüzden mağdur; biz sağlam ruh sağlığından bahsedebiliyoruz.
Sapıklığı tescilli bir adamı utanmasak star yapmak için debeleniyoruz.
Bilmem farkında mısınız,
Şu anda bütün sapıklar sevinçten şeylerini sallaya sallaya eğlenip yeni kurbanlar arıyorlar, çünkü onların bir idolü var.
Nasıl olsa, ne yaparlarsa yapsınlar özgür kalacaklar, yakalanırlarsa pislik yerde kalmasın diye evlendirilip “kurtarılacaklar” ya da en olmadı, tecavüz ettikleri zavallıyı öldürüp yine yırtacaklar...
Nereden bakarsan bak,
Yok böyle bir rezalet!
Biz bu kadar bariz bir suç söz konusu olduğunda bile adaletten bahsedemiyorsak,
Ne ekonomik kriz, ne politika, ne şeriat, ne ılımlı islam, ne o, ne bu...
Boşverin gitsin.
Ellenip ellenip psikolojisi bozulmamış insanların elinde nasıl olsa, biz daha çoook ileri gideriz.
AB’ ye filan halay çekerek önden olmadı, arkadan gireriz!
Bunun adına adalet diyenin deee,
Oturduğu yerden seyirci kalanın daaa,
Aklını başına getirmek için tacize mi uğraması lazım...Acaba?
Yonca
“taşşş”
[COLOR="red"]Kanat ATKAYA
Eyvah! Karımın hologramı geldi
ASIRLAR önceye gitmeye gerek yok.
13-14 yıl önce sevgililerden biri, diğerine "Beni önce çaldır sonra kapat" dese, bu manasız cümle büyük ihtimal ilişkiyi bitirirdi.
Teknolojik gelişmeler, insan ilişkilerini içinde yuvarlanıp durduğumuzdan tam anlamlandıramadığımız şekilde değiştiriyor.
"Kontörüm máni oluyor aşkımı itirafa..."
"Bulunduğum yerden çekmiyorum sevdiceğim..."
"O telefonun ’vidyofon’ özelliğini şimdi kullanmazsan seni terk ederim Mükerrem; kim var orada aç bakayım kamerayı. Reklamdaki şaşı kedi gibi bakma, çekil kameranın önünden..."
* * *
ABD seçimlerinde Barack Obama’nın seçilmesi de dahil olmak üzere beni en fazla heyecanlandıran hareketi CNN yaptı.
Merkez stüdyodaki Wolf Blitzer, Chicago’daki CNN muhabiri Jessica Yellin ile "hologram" marifetiyle yüz yüze konuştu.
Oluşan "Star Wars" ortamı hakikaten heyecan vericiydi. Zaten Blitzer de muhabiri Yıldız Savaşları’nın Prenses Leia’sına benzeterek bu vurguyu yaptı.
* * *
Vizontele’de televizyonu duyunca, "Aha! Allah seni inandırsın benim aklıma gelmişti" diyen Deli Emin gibi konuşmam gerekirse: "Bir gün bunun olacağını umuyordum, biliyordum, emindim!!!"
Hatta teknoloji bu işin suyunu çıkartır ve belki yakın gelecekte his algılayıcılar sayesinde karşımızda üç boyutlu dikilen kişiyle fiziksel temas da sağlarız.
Yazılım şirketleri filan muhakkak ünlü tiplerin "hologramik versiyonlarını" piyasaya sürer.
Belli bir ücret karşılığında evde Pamela Anderson’u camları silmesi veya sizinle strip-satranç oynaması için ayarlamak mümkün olabilir.
* * *
"İkili hisli ilişkilerde" durum daha da berbatlaşır, çapkınların hareket alanı biraz daha kısıtlanır.
Tam küçük ama sevimli balıkçı restoranında kaçamak pozisyonunda sevgilinin gözlerine kilitlenmişken eşinizin hologram olarak belirdiğini düşünsenize.
Amanın! Işınla beni Scottie!
* * *
Belki bu sayede çocuk tacizcilerini mütemadiyen tokatlamak, doğalgaz borcunu ödeyeceğine başına oğlunu oturttuğu futbol kulübüne sınırsız transfer yapan belediye başkanlarını bizzat karşınıza çağırıp yerin dibine sokana kadar ayıplamak mümkün olabilir.
Belki bu sayede Nimet Çubukçu’yu karşınıza alıp, "İyi niyetinizden veya çocuk sevginizden zerre şüphem yok. Fakat ’Sarah Ferguson’un üzerine vazife değil’ ne demek?" diye sormak mümkün olur.
Sarah Ferguson’a böyle dediğinizde, "Evet benim vazifem değil fakat acaba kimin vazifesi?" derse ne diyeceksiniz?
Hakikaten Nimet Hanım; "Çocuk ve Kadından Sorumlu" bakan olarak söyler misiniz; kimin vazifesi o çocukları korumak?
Samimi üzüntülerinizi sunduğunuz demeçlerinizi, olanı biteni samimi şekilde üzülerek seyreden biri olarak dinliyorum.
İkimiz de üzülüyoruz ama vazifelerimiz farklı. O çocukları korumak, kollamak sizin vazifeniz Nimet Hanım.
Elin eski prensesine laf yetiştirmek vazifenize engel olmasın.
Gördüğünüz gibi işiniz çok...
[COLOR="red"]Oktay EKŞİ
Obama’sı az yazı
HERKESİN sabah Barack Obama ile kalkıp akşam Barack Obama ile yattığı günlerde dönüp Türkiye’de dört buçuk ay sonra yapılacak yerel yönetim seçimlerinden söz etmeye kalkmamızı yadırgarsanız yeridir.
Ama seçimi bir siyasi mücadele bütününün en önemli parçası olarak görürseniz, sanırız ki anlaşabiliriz.
Obama’nın başkanlık seçiminden başarılı çıkmak için ne gibi stratejiler uyguladığını, hangi taktiklere başvurduğunu bundan böyle bol bol okuyacağız. Nitekim New York’ta bulunan arkadaşımız Tolga Tanış daha ilk günden bazı ipuçlarını verdi. Örneğin bu son seçimde asıl büyük kavganın "internet" ortamında yaşandığını, adayların kendi propaganda malzemelerini seçmene iletmek için YouTube ve Facebook başta olmak üzere olabilen tüm internet sitelerini kullandıklarını bildirdi.
Önemli bir bilgi daha verdi. Adayların seçim masraflarını karşılamada internet siteleri aracılığıyla toplanan katkının büyük ağırlığı olmuş.
Ve bir de "sivil toplum örgütleri" kampanyaya ağırlıklarını olabilen en etkin şekilde koymuşlar. Örneğin sadece Acorn adlı örgüt, 2 milyon az gelirli ABD vatandaşının seçmen kaydını tek başına gerçekleştirmiş.
Az gelirlilerin genellikle Demokratları -sonuçta Obama’yı- desteklediklerini unutmayın.
Ayrıca Obama yandaşlarının tek tek her seçmenle meşgul olup iknaya çalıştığı ileri sürüldü.
Bizde ise sadece Tayyip Erdoğan yerel seçim kampanyasını daha 2007’nin Ekim ayında başlattı. Yani bir yıldır AKP örgütü seçime şartlanmış halde.
Eminiz tek tek her seçmen üzerinde hesaplarını kitaplarını yapmışlardır. O nedenle çoğu yerde sonuçlardan emin görünürlerse bunu palavra sanmayın.
Muhalefete gelince...
Şimdiden "Sen mi aday olacaksın ben mi?" kavgası her yerde konuşuluyor. Böyle giderse AKP’nin tüm yerel yönetimleri alacağını bile bile, bu durum ve bu huy bir türlü değişmiyor.
Oysa bir nebze özverili olsalar, bir seçim çevresinde güçlü olan sol parti hangisi ise onu destekleseler, yüzde 53’ü bulan AKP karşıtı oylar sayesinde sonuç almaları mümkün.
Örneğin Eskişehir’de harikalar yaratan Yılmaz Büyükerşen’i CHP’nin; buna karşılık Ankara’da Murat Karayalçın’ı DSP’nin desteklemesi kime ne kaybettirir?
Aynı şeyi Ordu’nun DSP’li Belediye Başkanı Seyit Torun ve İzmir için de söyleyebilirsiniz.
Şimdiden bir kenara yazın. Bu işbirliği olmazsa, o belediyelerin hepsi AKP’nindir.
Bunca yıldır politika izleriz. Biz yine de, bir CHP’linin bir DSP’liden nerede farklı olduğunu hálá anlayabilmiş değiliz. Aynı şeyi Karayalçın’ın SHP’si için de söyleriz. Çünkü bunların "suni ayrılıklar" olduğunu biliriz.
Ve devlet adamı niteliğine sahip siyasi liderle, günlük politika liderinin farkını işte bu tür konularda verilen kararların ortaya çıkardığına inanırız.
[COLOR="red"]Gila BENMAYOR
Obama, AB sürecini etkiler mi
ROMA OBAMA’dan Avrupalılar da mucize bekliyor. Demokrat Parti liderinin zaferini ilan etmesinden birkaç saat sonra İtalyan-Türk Forumu’nun Roma’daki beşinci toplantısındayız.
İtalyan, Türk tüm katılımcılar televizyon başında sabahlamış.
Herkes sanki kendi lideri seçilmiş gibi heyecanlı.
Obama’nın iktidara gelmesinin ABD-Avrupa Birliği ilişkilerini daha sağlam bir zemine çekeceği, işbirliğini sağlamlaştıracağı yorumları yapılıyor.
"Bush Yönetimi’yle Avrupa Birliği arasındaki limoni ilişkiler dönemi nihayet sona erdi. ABD ile Avrupa arasında balayı yaşanacak" deniyor.
Toplantının konusu "Türkiye, Avrupa ve Akdeniz’in ortak geleceği" ama bu "geleceğe" Obama’nın seçilmesi damgasını vuruyor.
Zira şu hesap yapılıyor:
Obama Yönetimi, Avrupa Birliği ile yeniden dengeli bir ilişki kurduğu takdirde bu Türkiye’nin üyelik sürecini de olumlu etkileyebilir.
Clinton Yönetimi’nin AB üyelik sürecine nasıl taraf olduğunu düşünürsek bu pekálá mümkün.
Senato Başkan Yardımcısı Emma Bonino her şeyin Obama’ya bağlanmasına karşı çıkıyor.
"Sanki bilinçaltımızda Obama seçilecek tüm sorunlar bitecek düşüncesi var" diyor.
"Obama olsun olmasın Avrupa olgunlaşmak zorunda. Dış politikasında, savunmasında, enerji politikasında ne yapacağını artık iyi bilmek zorunda."
İLERLEME RAPORU SÜRPRİZİ
İşte Avrupa tekrar kendi gerçeğiyle yüz yüze.
Ayakları yere basan Bonino, Avrupa’da Türkiye’nin AB üyeliği için lobi yapan "Bağımsız Türkiye Komisyonu" üyesi.
Tüm üyeliği savunan Türkiye raporu yayınlamış olan komisyon bir süreden beri faaliyetlerini durdurmuş vaziyette.
Bonino, konuşmasında komisyonun yeniden çalışmalarına başlamasını istiyor.
Bunun için önümüzdeki günlerde komisyon üyesi olan, Nobel Barış ödül sahibi eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari ile konuşacağını söylüyor.
"Türkiye’nin üyelik süreci hızlandırılmalıdır. Hem Avrupa, hem Türkiye yavaşlama eğiliminde" diyor.
İtalyan-Türk Forumu hem Obama’nın zaferine, hem AB’nin İlerleme Raporu’nu açıkladığı güne denk düşüyor.
Marsilya’daki "Akdeniz Birliği" toplantısından Roma’ya gelen Ali Babacan’ı toplantıda hoş bir sürpriz bekliyor.
İtalyan Dışişleri Bakanı Frattini kısa bir süre önce Brüksel’de açıklanmış olan İlerleme Raporu’nun bir kopyasını Babacan’ın önüne koyuyor.
Babacan raporu dengeli, eleştirileri ise yapıcı bulduğunu söylüyor.
Türkiye’nin önümüzdeki hafta, İlerleme Raporu’na ayrıntılı yanıt vereceğini de ekliyor.
İtalyan-Türk Zirvesi İzmir’de
ALİ Babacan’ın verdiği rakama göre, İtalya ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 17 milyar dolar.
Türkiye’de yatırımı olan İtalyan şirketlerinin sayısı 659.
Bu şirketlerden biri, Yapı Kredi’nin ortağı UniCredit, Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) ile birlikte beş yıldan beri düzenlemekte olduğu Türk-İtalyan Forumu, AB sürecine değerli bir katkı sağlıyor.
SAM Başkanı Bülent Karadeniz’in iki tarafın hem iş dünyasını, çeşitli kurumlarını kaynaştırma çabalarının altını çizmek istiyorum.
Roma’daki toplantıya görebildiğim kadarıyla azımsanmayacak sayıda İtalyan da katılmıştı.
İtalya zaten Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen bir ülke.
Benzer içerikli forumları yine ülkemizde yatırımı olan bir Fransız ya da Alman şirketlerinin SAM ortaklığıyla düzenlemesi de oldukça yararlı olabilirdi.
Emma Bonino’nun da özellikle dikkat çektiği gibi AB sürecinde iki çıban başı Almanya ile Fransa.
Bu iki ülkeyle çok ama çok çalışmak gerek.
Bu arada İtalyanların önümüzdeki hafta İzmir’de Türk-İtalyan Zirvesi’ne hazırlandıklarını öğrendik.
İtalya ticari ilişkilerini geliştirmek amacıyla çeşitli ülkelerde başkentleri dışındaki şehirlerinde zirveler düzenliyormuş.
Bunlardan bir tanesi 12 Kasım’da İzmir’de, Berlusconi’nin ve Başbakan Erdoğan’ın katılımıyla gerçekleşecek.
Zorlu Enerji’nin stratejisi: Yumurtaları aynı sepete koyma
ROMA’daki toplantıda karşılaştığımız Türk işadamlarından biri Zorlu Enerji Grubu’nun Başkanı Murat Sungur Bursa.
Bursa ile doğal gaza son zamdan yola çıkarak enerjide küçük bir ufuk turuna çıkıyoruz.
KOSGEB’in kurucusu olan Bursa, Çevre Bakanlığı, DPT, Başbakanlık Proje Uygulama Dairesi Başkanlığı dahil yıllarca kamuda çalıştıktan sonra özel sektöre geçmiş.
"Dünya enerjinin gerçek maliyetini yeni yeni keşfediyor. Enerji kaynakları kıt olan Türkiye de herkesten dikkatli olmak zorunda" diyor.
"Enerji kaynaklarımızın yönetiminde akıllı ve tedbirli olmak zorundayız" diye ekliyor.
Türkiye’nin enerjiyi rasyonel kullandığı söylenemez.
Bursa’nın dediğine göre, aynı şeyi üretmek için OECD ülkelerinin iki katı, Japonya’nın dört katı enerji tüketiyoruz.
Sanayici başta yıllarca elektriğin gerçek maliyetini göremedik.
Bursa’ya Zorlu Enerji’nin projelerini ve yatırımlarını soruyorum.
Roma’dan Moskova’ya geçecek olan Bursa önce yurt dışı projeleri sayıyor:
Moskova’da gelecek yıl devreye girmesi beklenen iki doğal gaz santralı.
İsrail’de dört adet doğal gaz santralı.
Pakistan’da önümüzdeki aylarda devreye girecek rüzgar santralı.
Türkiye’ye geçersek çeşitli illerde yedi tane hidrolik santral.
Denizli’de jeotermal santral.
Osmaniye’de 135 megavatlık rüzgar santralı.
Bursa, önümüzdeki yıl rüzgara ek bir 110 megavatlık bir yatırımın söz konusu olduğunu belirtiyor ve "enerji yatırımlarını mümkün olduğunca çeşitlendiriyoruz" diyor.
Enerji Grubu güneş enerjisini daha ucuza mal edecek bir teknoloji üzerinde Ar-Ge çalışmalarını sürdürüyormuş.
Şu anda pahalı olan güneş enerjisine AB başta olmak üzere dünyanın büyük bir bölümünün "geleceğin enerjisi" gözüyle baktığını hatırlatayım bu arada.
[COLOR="red"]Rauf TAMER
Gözden kaçanlar
Rekor düzeyde katılım’mış.
Öyle diyorlar.
Neymiş bu oran?
Yüzde 65.
Bu mu rekor?
Bizde olsa, “milli irade topal kaldı” derler, “milletin önemli bölümü dışarıda kaldı” derler. Yâni temsilde adaletsizlik.
Doğrudur.
Çok düşük bir katılım bu.
80’in üstünde olmalıydı.
Yüzde 65 nedir ki?
***
Obama, oyların yüzde 52’sini almış, öyle mi?
Tamam da, 65’in yüzde 52’si bu.
Türkiye’de olsa adamcağızı gayrimeşru ilan ederler.
Hayır hayır.
Sonucu küçümsüyor değilim. Sadece farkımızı hatırlatıyorum. Çünkü biz tam 5 yıl, yüzde 34 oy’la meclisin yüzde 66’sına hükmederek yaşadık.
Hangisi doğru?
Ya da yanlış nerede?
***
Şunu da unutmayın.
Obama 2 puan eksik alsaydı, düşün 2’yi, öbür tarafa 2 ekleyin.
50 = 50
Halbuki anketler Obama’yı 8-9 puan önde gösteriyordu. Nerede oldu bu aldanma?
Söyleyeyim.
Anket yapılırken bazı beyaz denekler, sırf ırkçı gözükmemek için Obama’ya oy vereceklerini söylediler.
Anket o yüzden saptı.
Bunun altını özellikle çiziyorum. Bizdeki araştırma şirketlerine
mesajım şudur:
-“Kararsızlar” dilimini iyi tercüme edin.
Partilere nasıl dağıtıyorsunuz siz o kararsızları? Neye göre dağıtıyorsunuz? Oranlara göre.
Ama olmaz ki.