Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Köşeli Yazılar...
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
[COLOR="red"]Ayşe ARMAN

Hürriyet’te yazmak istemem diyen gazeteci kafasızdır


Sokak kapısının girişinde kocaman, aynalı bir gardırop var.


İnsan, "Bu ne ya?" oluyor. Oldum ve sordum. "Ha o mu? Eve sığmayan bir gardırop" dedi, "Atıyorum, ister misin?" Hani Amerikalılar kocaman kanepeleri, sallanan koltukları, masaları götürür çöpe koyarlar ya, Oray Eğin de kapısının önüne koymuş ve pek artistik durmuş. Gardırobun yanından geçip eve giriyorsunuz. Evinde en çok kitap ve CD var. Duvardan duvara bir kütüphane. Okuyor çocuk, bunu da gözünüze sokuyor! Işıklı bir bekár evi. Rahat, modern. Girişte minik bir arşiv odası var, insanlar hakkında dosya tutuyor, o dosyaları da o odada saklıyor! Şaka yapıyorum ama bir gün işine yarayacağını düşündüğü kupürleri, eski Gazete Pazar’ları filan sakladığı bir yer gerçekten var. Evin en şeker sakini, hiç kuşkusuz Raşit. Dünya güzeli bir Golden Retriever. Oray’a sorduğum her soruda kulağını dikti, acaba sahibi ne cevap verecek diye bekledi. Son olarak, röportaja eşlik eden şarap da Corvus’tu...

Hürriyet Gazetesi sizin için ne ifade ediyor?

- Türk basınının amiral gemisi. Olmazsa olmaz...

Hürriyet’te yazmak ister misiniz?

- Bu, bir şey mi?

Teklif değil çok üzgünüm!

- (Gülüyor) Hürriyet’te yazmak istemem diyen bir gazeteci kafasızdır. Ama "Böyle bir şeyi amaçlıyor musun?" dersen, hayır. Ben artık herhangi bir yerin seri ilan sayfasında bile yazsam, okunurum. Bu kadar iddialıyım. Tamam Hürriyet’in gücü yadsınamaz, ama günümüzde internet denilen bir şey var.

Ertuğrul Özkök’e hiç saldırmama sebebiniz bir gün Hürriyet’te yazabilme ihtimali olabilir mi?

- Ben şunu anlamıyorum: Hipokrat yemini etmiş doktorlar gibi, bu ülkede yazarlık yapan herkesin, ilk önce Ertuğrul Özkök’e küfretmesi mi gerekiyor? Birinci vazifemiz ona saldırmak mı? Nedir canım bu! Genel yayın yönetmenliğine bir şey diyemem, ama Ertuğrul Özkök Türkiye’nin en iyi muhabiri. Onu sevmek niye suç ki? Ben sana bir şey söyleyeyim mi, ona küfreden herkes, "Gel Hürriyet’te yaz" teklifini patlattığı anda, kapısına dizilir.

Dokunulmazlık yok

Ufuk Güldemir size ne kattı?

- Bir sürü şey.

Neler öğrendiniz ondan?

- Cesur olmayı.

Ne kadar süre birlikte çalıştınız?

- Valla, benim medyada çok sevdiğim iki patron var Ercan Arıklı ve Ufuk Güldemir. İkisine hayranım, en sevdiğim tarafları da hiç birlikte çalışmamış olmamız! Ercan Arıklı, "Hangi dergide ne yapmak istiyorsan yap" dedi, ben istemedim. Onlarla dost kalmak, onların tecrübelerinden faydalanmak benim için daha önemliydi. Ufuk Güldemir’den bir de habere zeká katmasını öğrendim. Beni baştan çıkaran zekádır.

Soner Yalçın’dan ne öğrendiniz?

- En yakın arkadaşım sayılır Soner. Hayatta en güvendiğim insandır. Dünya görüşlerimiz uymasa da, birlikte çok eğleniriz. Mesleki zekásına ve çalışkanlığına hayranım.

O söylüyor, siz yazıyormuşsunuz...

- Olur mu öyle şey!

Siz söylüyormuşsunuz Tuğçe Tatari yazıyormuş...

- Saçma, ona bakarsan "Ertuğrul Özkök söylüyor, Ahmet Hakan yazıyor" diyorlar. Bu dedikoduların sonu yok.

Fehmi Koru’yla alıp veremediğiniz ne var?

- Cumhurbaşkanı’nın akrabası olarak, geçmişte eleştirdiği her şeyi şimdi yapıyor. Ama gazetecilik yapmıyor. Benim için çok önemli bir düzenin en önemli simgesi.

Sezen Aksu’ya saldırmak, "Ben varım" ya da "Var olmak istiyorum, ilgi çekmek istiyorum" dememin bir yolu mu?

- Ne alakası var! Herkes onun hakkında yazdıklarımın doğru olduğunu biliyor, ama "dokunulmaz" bir insan ya, kimse yazmaya cesaret edemiyor.

Her boku da siz biliyorsunuz!

- (Gülüyor) Yoo herkes biliyor ama bir tek ben yazabiliyorum. Zeynep Oral’la ilgili yazdıklarım da doğruydu, onu yakından tanıyan bir sürü insan, "Bizim hayatta yazamayacağımız şeyleri yazdın" dediler.

Allahaşkına size, "Kendine gel, dur biraz, yavaşla, kendi iyiliğin için!" diyen birileri yok mu? Yoksa herkes, size gaz mı veriyor?

- Ne kazanacağım ki "Kendine gel!" dediklerinde. Kariyer mi yapacağım, kazık mı bağlayacağım, geleceğimi garanti altına mı alacağım? Evet benim yazdığım bir sürü şey insanları rahatsız ediyor ama yapacak bir şey yok. Ben buyum, istemedikleri zaman da söylerler, çeker giderim.

Aşçı olmak isterim

Siz kendinizi çok beğeniyorsunuz değil mi?

- Evet beğeniyorum. Biraz kiloluyum o kadar!

Televizyon maceranız ne oldu?

- Benim televizyon hayallerim hiç yoktu. Teklif gelince "Bari yapayım" dedim. Sonra bitti. En eğlencelisi ardından gelen teklifleri reddetmek oldu. Bir ara günde 10 televizyon teklifi reddediyordum. Ben manasız bir televizyon şöhreti olmak istemiyorum. Ancak aklıma yatarsa yaparım. Soner’le bir projemiz var, bakalım...

Bu mesleği ne kadar ciddiye alıyorsunuz?

- Çoook. Bu, benim işim. Başka bir iş de yapabileceğimi sanmıyorum. Bütün her şeyi bıraktıktan sonra, aşçılık okulunda okumak isterim ama, çünkü yemek yapmayı da seviyorum. Benim bu evde yaptığım yemekler meşhurdur.

İsmail, genç ve dinamik bir arkadaş

Serdar Turgut’un yayın yönetmenliğine son verildiğini duyunca şaşırdınız mı?

- Çok değil. Son zamanlarda bu tür şeyler konuşuyorduk.

Nasıl duydunuz?

- Evde "Gossip Girl" dizisini izliyordum. Telefonum çaldı...

Ne hissettiniz?

Serdar’ı düşündüm, "Yoksa eskisi kadar görüşüp kavga edemeyecek miyiz?" dedim. Sonra diziyi izlemeye devam ettim...

Buluştunuz mu?

- Geçen akşam benim evde bir yemek verdim, onun vedası için. Gelirken beraber olduğumuz arkadaşlarla giderken de beraber olduk. İçtik, sohbet ettik. Gayet mutluydu. Bu arada benden üç tane kitap araklamayı ihmal etmedi.

Yeni yayın yönetmeniyle aranız nasıl?

- Ben meseleye hiç genel yayın yönetmeni-yazar olarak bakmam. Hepimiz gazeteciyiz, hepimizin görevleri var. Yapmaya devam edeceğiz. İsmail, genç ve dinamik bir arkadaş.

Akşam Gazetesi’nde eskisi kadar rahat yazabileceğinizi düşünüyor musunuz?

- Tabii ki. Böyle yazdığım için ben, benim. Öbür türlüsü ölümümdür.

Altaylı ile görüşüyoruz... Kısmetse...

Turgay Ciner’in gazetesinden teklif aldınız mı?

- Aldım. Fatih Altaylı’yla görüşüyoruz, bakalım, kısmetse olur, değilse olmaz. Biz Fatih’le her şeyin ötesinde arkadaşız, her buluştuğumuzda iş konuşmuyoruz, beş dakika kaç para, araba nedir muhabbeti yapıyoruz, sonra başka şeylere dalıyoruz. Bakarsın Serdar Turgut geçer, ben geçerim, peşimizden de Mehmet Emin Bey gelir..! (gülüyor)

Küçükken tacize uğramadım

Serdar’la aramızdaki entelektüel bir ilişki: Serdar Turgut’la entelektüel bir arkadaşlığımız var. Bazen bir makale yüzünden ikimiz de heyecanlanıp, birbirimizi arıyoruz. Şimdilerde Tom Woolf diye bir adama taktık.

Medya Portreleri kitabı çıkıyor: Medya üzerine bir kitap çıkartmak üzereyim. Adı, "Bunları kimse yazamadı." Bazı yazılarımı topladım, birbirine bağladım. Medya portreleri. Can Dündar, Ahmet Hakan, Fehmi Koru, Mehmet Yılmaz, Ertuğurul Özkök, Ufuk Güldemir, Ercan Arıklı gibi isimler var. Kadınlar da var, sen varsın, bir sürü başka kadın yazar da var...

Hakkımdaki her türlü teori yalandır:Benimle ilgili insanların kafalarında kurduğu her türlü klişe, teori yalandır. Küçükken tacize uğramadım! Ailem tarafından sevilmemiş değilim! Parasızlık içinde büyüdüm ve şimdi para kazanmak için bunları yapıyor değilim. Gayet normal bir insanım, aç değilim, açıkta değilim. Bütün bu yazıları Hürriyet’e geçmek için de yazmıyorum, gerçekten inandığım için yazıyorum...
[COLOR="red"]Yaşar Nuri Öztürk

Güneş ve katran


Önce, başlığımızın esin kaynağı olan hadisi görelim. Diyor ki Hz. Peygamber:


“Al*lah'a ye*min ol*sun ki si*zi, gü*neş gi*bi ay*dın*lık bir din üze*rin*de bı*rak*tım. Bir din ki, ay*dın*lık*ta ge*ce*si de gün*düz gi*bi*dir.”
(İbn Mâce, 1/4)



Böy*le bir din bı*rak*tı Hz. Mu*ham*med. Kay*na*ğı Kur'an olan bir din.



Kur'an'ın ad*la*rın*dan bi*ri de ‘Nur’, ya*ni ışık*tır.



Işık ki*ta*bın di*ni baş*ka na*sıl ola*bi*lir*di!



Ara*dan 1500 yıl geç*miş bu*lu*nu*yor.



Da*ha Pey*gam*be*ri*mi*zin son ne*fe*si*ni ver*di*ği an*da baş*la*yan yoz*laş*ma*lar, bir sü*re son*ra Emevi Ara*biz*mi’*nin put*çu kar*şı dev*ri*miy*le kö*şe taş*la*rı*nı ör*se*le*di ve bu*na bağ*lı ola*rak bü*yü*yen yozlaşma ve sö*mü*rü ‘gü*neş ve ışık’ di*ni, bir kat*ran*la ört*tü.



Bu*gün dün*ya*nın he*men her ye*rin*de ‘Müs*lü*man ve Müs*lü*man*lık’ den*di*ğin*de in*san*lar şöy*le bir ür*pe*ri*yor ve iç*le*rin*den âdeta “İyi ki ben bun*lar*dan de*ği*lim" di*yor. Çün*kü ‘Müs*lü*man*lık’ ge*ri*li*ğin, kir*li*li*ğin, sah*te*li*ğin, şid*det ve deh*şe*tin alâmeti fa*ri*ka*sı ha*li*ne ge*ti*ril*miş.



Müs*lü*man dün*ya*nın bu*gün ken*di*si*ne Al*lah rı*za*sı ka*zan*dı*ra*cak bir tek iba*de*ti ola*bi*lir: Hz. Mu*ham*med'in bı*rak*tı*ğı ışık-ay*dın*lık di*ne bu*la*şan (ve*ya bu*laş*tır*dık*la*rı) kir ve ka*ran*lı*ğı bu di*nin bün*ye*sin*den te*miz*le*mek.



Bu*nun için ya*pı*la*cak ilk şey, Mu*ham*med İk*bal'in 1920'ler*de söy*le*di*ğidir:



“Bi*zim İs*lam'a ya*pa*ca*ğı*mız en bü*yük iyi*lik, dün*ya*ya, İs*lam'ı bizim tem*sil et*me*di*ği*mi*zi ilan et*mek*tir.”



Ne ya*zık ki, bu*nun tam ter*si ya*pı*lı*yor. Ör*nek ola*rak, İs*lam dün*ya*sı*nın en ön*de ve din açı*sın*dan da en iyi du*rum*da olan ül*ke*si Tür*ki*ye'yi se*çi*yo*rum.



İk*bal'in sö*zü*nün araladığı pen*ce*re*den Tür*ki*ye'ye ye*ni*den ba*kalım.



Son yıl*lar*da din adı*na or*ta*lı*ğa fır*la*ya*rak Al*lah'ın avu*ka*tı gi*bi onu-bu*nu he*sa*ba çe*ken, ağ*zı*nı aça*na, “Biz*den onay al*dın mı da din*den söz edi*yor*sun?” di*ye*cek ka*dar per*va*sız*la*şan söz*de ‘din sa*vu*nu*cu*su’ din bezirgânlarına ba*kalım. Di*nin in*san ha*ya*tın*dan kov*mak is*te*di*ği ne ka*dar tu*tar*sız*lık, il*ke*siz*lik, ce*ha*let, mer*ha*met*siz*lik, if*ti*ra*cı*lık, dü*zen*baz*lık, şeh*vet*pe*rest*lik, doy*maz*lık, ka*ba*lık, hat*ta yer *yer ah*lak*sız*lık var*sa bun*lar*da.

Kanıt aramaya gerek var mı?



Var diyorsanız, yorulmanıza gerek yok, din, din diye ortaya fırlayıp sonra da ‘Avrupa tarihinin en büyük dinci soygunu’na imza atan Deniz Feneri hırsızlarına bakın.



Ve onların, Türkiye içinde subaşlarına oturmuş esas öncülerine de bakın! Pişkin pişkin ve Cumhuriyet’in yarattığı imkân ve itibarı kullanarak Cumhuriyetin altını oymaya devam ediyorlar.



Son yıl*lar*da bun*la*rın yal*nız ek*ran*la*ra yan*sı*yan re*zil*lik*le*ri bi*le di*ni ağız*la*rı*na al*ma*ma*la*rı için ye*ter*li ge*rek*çe*dir. Ama ne*re*de o in*saf, o in*san*lık!



Hâlâ onu-bu*nu kâfir ilan et*me*ye, hâlâ ken*di*le*rin*den baş*ka*sı*nı Müs*lü*man gör*me*me*ye, hâlâ Al*lah'ın avu*ka*tı po*zuy*la ba*ğı*rıp ça*ğır*ma*ya, hâlâ Haçlı kodamanlarla işbirliği yapmayan Müslümanları suçlamaya de*vam et*mek*te*ler.



Bel*li ki hiç*bir uya*rı*cı*la*rı yok.



Ger*çek şu ki, bun*la*rın or*ta*lı*ğa saç*tık*la*rı kat*ran, mu*az*zez İs*lam'ın çeh*re*si*ni ta*nın*maz ha*le ge*ti*ri*yor. Bun*la*rın çirkinlikleri di*ne fa*tu*ra edil*di*ği için din, nef*ret ve ür*kün*tü un*su*ru ha*li*ne ge*li*yor.



Ak*lın ve ger*çek di*nin gös*ter*di*ği yol bel*li*dir:



Di*ni ev*ve*la bu ça*pul*cu is*tis*mar*dan kur*tar*mak bor*cun*da*yız.



Işık-ay*dın*lık di*ne inkârcılardan hiç*bir za*rar gel*mez. On*la*rın za*rar*la*rı, ışı*ğa kar*şı ol*ma*la*rı yü*zün*den, ken*di*le*ri*ne*dir. Ama di*ni, ne*fis*le*ri*nin men*fa*at, kol*tuk ve kin*le*ri*ne pa*ra*van ya*pan*la*rın ser*gi*le*dik*le*ri ka*ran*lık*lar, kör*pe ku*şak*la*rı di*ne kar*şı ta*vır al*ma*ya iti*yor.



Işık ve ay*dın*lık din, yüz*yıl*lar*dan be*ri, mez*hep ve ta*ri*kat tah*ri*biy*le kat*ran*laş*mış*tı. Mo*nar*şik-te*ok*ra*tik des*po*tizm*ler dö*ne*min*de, Kur'an'ın di*ni*ni, mez*hep ve ta*ri*kat yo*baz*lı*ğı*nın sö*mü*rü*sü pe*ri*şan edi*yor*du.



Cum*hu*ri*yet ve de*mok*ra*si dev*re*sin*de bun*la*ra par*ti ve şir*ket sö*mü*rü*sü ek*len*di.

“Din, be*nim ta*ri*ka*tim, be*nim mez*he*bim*dir” söy*le*minde*ki Kur'an dı*şı dayatma, gü*nü*müz*de, “Di*ni ve İs*lam'ı be*nim par*tim, be*nim şir*ke*tim tem*sil eder’ söy*le*miy*le bir*leş*miş bu*lu*nu*yor.



Ya*ni be*la çift ça*tal*lı ha*le gel*miş*tir.



Ne diyelim, Allah adildir; herkes müstahak olduğunu buluyor.
[COLOR="red"]Rauf TAMER


Çağrışımlar


Farkında mısınız?


Başbakan biraz Özalvari konuşuyor.

İşadamlarına ‘zuladaki paraları çıkarın’ demesi tıpkı Özal’ın tavsiyelerine benziyor.

***

Dün Hindistan’daki konuşması da bize yine Özal’ı hatırlattı:

- Seçimde ikinci parti olursak, genel başkanlığı bırakacağım.

Özal bunu başka türlü söylemişti:

- Muhalefet Lideri olmayacağım.

Hatta seçime 4 gün kala, ailece aldıkları bir kararı açıklamıştı:

- Eğer ikinci parti olursak, siyasetten çekileceğim.

Böylece 1987 Genel Seçimleri bir tür referanduma dönüşmüştü:

- Özal’a evet/Özal’a hayır.

Gerçi 45 puandan 36’ya düştü ama yine de birinci parti oldu.

Ve siyasete devam etti.

***

Şimdi Erdoğan demek istiyor ki:

- Devam edeyim mi, yoksa gideyim mi? Verin kararınızı.

Tabii bunu söylerken 1’inci parti olacağını zaten biliyor ama işi referanduma dökerek beyaz oyları tırmandırmak istiyor.

Hem, parti başkanlığından çekilmek nedir ki? Hiç riski yok.?İstifa edip gidersin, sonra ısrarlara dayanamayıp dönersin...

İşte Bahçeli... İşte Baykal.

Kolay gittiler.

Kolay döndüler.

Çünkü Başbakan değildiler.

***

Dünkü konuşmasıyla Tayyip Erdoğan, kararsız seçmenleri etkilemek istemiştir.

İyi bir strateji.

Ne var ki, merhum Özal bunu seçime 4 gün kala yapmıştı. Erdoğan ise seçime 4 ay kala yapıyor...

Çok erken.

Bu burada kalmaz.

Demek ki bir hamlesi daha var.
[COLOR="red"]Yonca TOKBAŞ

Beynimde devamlı bu melodi çalıyor


Hababam Sınıfı film müziği.


Siz de içinizden söyleyin mırıldanın lütfen...


Hani Münir Özkul öğretmenimin öğrencilerine kırgın olduğu sahnelerde, hüzünlü suratının arkasında çalan, o yavaşlamış Hababam Sınıfı melodisi...


İnce ve derinden,



Yavaş yavaş piyanonun tuşlarında ilerleyen...


İçimi titreten.


Düşündürten.


Melodi her yavaşladığında, seyredenin gözlerine yağmur yağdıran ritminden...


Yavaş yavaş insanı hüzünlendiren.


İçime sabırsızlık düşüren...


Nasıl olsa herşey bir sahne sonra tatlıya bağlanacak ve müzik birden hızlanıp neşe saçacak!


“Hadi o zaman, ne olur bekletmeyin bizi!” dedirten...


Olacakları, kahkahanın yolda olduğunu bildiğimden, o mutlu sahnenin çabucak gelmesini isterdim.


Öğrenciler yüzleri kızarıp hatalarını anlayacak,


Adile Naşit bir mahzun mahcup bakış atacak, dudaklarını ısıracak...


Ellerini üzerinde kavuşturduğu o tombiş tonton karnı sallana sallana kahkahasından sarsılacak...


Birden fonda müzik hızlanacak,


İnek Şaban olaya geç vakıf olacak ama, olacak.


Ama müzik yavaşladı mı...


“Eyvah!” derdim.


“Kötü giden birşeyler var Yonca... ağlamaya hazırlan!”.


İşte öyle bir müziktir Hababam Sınıfı film müziği.


İnsanla konuşur.


Şartlı refleks olmuştur,


Durumu kelimelere dökmeden melodisiyle anlatır.


Tek kelime olmasa da sahnede, bütün seyredenler olayın vehametini de, mutluluğunu da müzikten çoktan anlamıştır.


O yüzden sanırım melodiyi atamıyorum kafamdan.


Beynimde yavaşladı müzik bu aralar.


Hüzünlendim, belki de ondan.


Öğretmenimi bekliyorum.


Gelsin çıksın ortaya bana; eğriyi doğruyu, yalanı yanlışı, dürüstü düzenbazı anlatsın istiyorum.


Bana yol göstersin istiyorum.


Uygarlıktan örnekler versin, tarihten dersler çıkarsın önüme istiyorum.


Kız öğrencilere kendine güvenmeyi,


Erkek öğrencilere de, kızlara insan muamalesi yapmanın erdemini, örnek olarak anlatsın diye bekliyorum.


Bana “Çocuklar bizim geleceğimizdir” denmişti...


Ben geleceğimizi kurtarmak istiyorum.


Öğretmenimi arıyorum!


Gören, bulan olursa...


Lütfen,


Haber versin.


Sınıfta en ön sırada yerimi tuttum,


Bekliyorum.


Yonca

“çırak”



24 Kasım Öğretmenler günü, tüm öğretmenlerimize kutlu olsun.

Melih Kibar’ ı bu vesileyle saygıyla anıyorum...


Bu yazı eski bir yazım aslında; ama bugünün anlam ve önemine o kadar uyuyordu ki, Radyo Ben’ de yayınlamak geldi içimden.
Herkesin SOFA’sı kendine...

CEYDA KARAN




Bir ülkeyi işgal etmek kolay lakin mesele bu işten kârlı çıkarak ‘çekilmeye’ gelince, kazın ayağı pek öyle olmuyor. Bush yönetiminin son beş yıldaki Irak macerası bunu ispatı. Bu macera bir kaza hasıl olmazsa ‘çekilmeyle’ sonuçlanacak bir sürece giriyor. Irak meclisi çarşamba Şii Başbakan Nuri Maliki’nin kotardığı Güçlerin Statüsü Anlaşması’nı (Status of Forces Agreement, SOFA) - basit çoğunluk sistemi sayesinde - onaylarsa, kaba tabirle ABD ordusunun ‘2008 ortasında Irak kent ve kasabalarından, 2011 sonu itibarıyla da Irak’tan topyekün çekilmesinin’ yolunun açılacağı farz ediliyor. Tersten okursak, bu durum, ABD’nin 2003’te Irak’a de facto müdahalesinden iki ay sonra BM’nin Irak’taki kaosu önlemesi için vekalet yetkisi vermek zorunda kalmasıyla uluslararası çerçevede yasal kılıfına kavuşan bir işgalin üç yıl daha sürmesi demek. Asıl sorular da buradan çıkıyor. Üç yıl daha sürecek de, nasıl sürecek? Irak’ın ve bölgenin kaderi nasıl şekillenecek?
SOFA’nın kilit unsurları Irak manzarası iyi anlaşıldığında manidar. Zira Amerikalıların Irak’ta pek az dostu var. Ve müttefik addedilenlerin aslında taktik nedenlerle böyle davrandığı aşikâr. Amerika’nın savaşının bir başka sayfasının SOFA ile başlayacağı düşünülürse, işe bunun benzeyeceğini anlamakla başlamalı. Maliki’nin aylardır tabiri caizse Bush’la çatır çatır pazarlık ederek, ‘geri çekilme takvimi vermek’ gibi meselelerde ‘katiyen olmaz’ itirazlarını ‘oldurtarak’ kotardığı SOFA’nın diğer kilit unsurları şöyle:

Askeri operasyonlar ortak komite onayıyla düzenlenecek. ABD güçleri Iraklıların evlerini Irak makamlarından izinsiz arayamayacak.
ABD askerleri üsleri ve operasyonlar dışında işledikleri suçlardan ötürü Irak yargısına tabi olacak. Bu özel güvenlikçiler için de geçerli. Ama bu madde muğlaklıklar barındırdığından Iraklıların kaygısı dinmiş değil.
ABD Iraklı esirleri (17 bin) hiçbir suçlamada bulunmadan elde tutma yetkisini yitiriyor. Iraklıları gözaltına almak için 24 saat içinde Irak makamlarından tutuklama emri gerekecek.
ABD ordusu Irak topraklarını komşu ülkelere saldırı için kullanamayacak. Hava sahasının kontrolü Iraklılara verilse de ABD ordusunun bu işten elini eteğini çekmesini bekleyen yok.
ABD güçlerinin kullandığı bütün askeri üsler ve Irak mülkü çekilirken iade edilecek.
SOFA bu haliyle ABD’nin üç yıl sonra Irak’taki varlığını garanti etmiyor. Tabi herkes sayıları 550 bini bulsa da planlama ve lojistikten yoksun Irak güvenlik güçlerini eğitmek gibi misyonlarla ABD askeri varlığının kalacağında hemfikir. ABD Genelkurmay Başkanı Michael Mullen, 2011’de çekilmenin sahadaki koşullara
bağlı olacağını söylerken, anlaşmanın gözden geçirilebileceğini söylemişti. Velhasıl SOFA, Irak’tan bir parça daha kısa sürede (16 ay) çekilme vaat etmiş Obama’yı aslında rahatlatıyor. Zira kendisi değil Bush yaptı ve değişebilir. Ve kilit elbette üç parçalı Irak cephesi. Kürtler anlaşmaya dünden razıydı.
Hatta Barzani, merkezi hükümet ve meclis onay vermezse kendilerinin ABD ile
ayrı anlaşma yapacağı resti dahi çekti. Sorun Sünni ve Şii cepheden çıkıyor.
Maliki Mayıs 2006’da iktidara gelince Bedir Tugayları ile Mehdi Ordusu’nun gemlerini salıvermesi Sünni direnişinin ezilmesinde etkili olmuştu. Sünni aşiret liderleri çareyi ABD ile anlaşmakta bulurken, bugün SOFA’ya verilen destek azınlık haklarını garantilemeye çabasında yatıyor. Ama eski direnişçiler eğitim, silah karşılığı aylığı 300 dolara Sünni Aydınlanma Konseyleri’nde barınırken, rivayet o ki bir kısmı da Ruslarla temas ediyor.
Şii cephede ABD’ye kafa tutan Mehdi Ordusu’nu dizginleyip iki yıl kadar önce silahlı direnişi siyasete kanalize emiş Mukteda el Sadr’ın arkasında o dönemde sıcak çatışmada kendisi için fayda görmeyen İran’ın bulunduğu muhakkak. Sadr bugün de SOFA’ya isyanın başını çekiyor ancak bu isyanın dozunu İran’ın Obama’dan alacağı sinyaller belirleyecek denilebilir.
Belki de işi en zor olan ABD’nin bir ara değiştirmeye bile yeltendiği Maliki. Maliki, Irak’taki Amerikan varlığı için BM Güvenlik Konseyi’nin yetkisini tazelemek yahut basit bir ortak açıklama yapmak yerine ille de çekilme takvimli SOFA için bastırdı. Zira seneye hem yerel hem de genel seçimler varken Şii liderin ‘yurtsever’ görünüme ihtiyacı bulunuyor. Zaten ısrarla İran ile ilişkileri iyi tutuyor. Ötelenen petrol yasası için bastırıp ExxonMobil, Chevron, Shell, Total, BP ve bazı küçük şirketlerle müzakeresi yapılmış altı ihaleyi iptali, sonra da dönüp ABD’nin stratejik rakibi Çin’le 3 milyar dolarlık petrol anlaşması yapması da Amerikalılar açısından düşündürcü.
İşgaliyle etnik dengeyi değiştirip iktidarı azınlıktaki Sünniler yerine çoğunluktaki Şiilere sunan Amerika’nın Irak’taki bekaası üç etnik grubun ‘birbirlerini yememesi’ için arabulucu kalmakta düğümleniyor. Ama her halükârda bunun garantisi yokken, Amerikalıların en büyük kabûsu Şiilerin topyekûn belirleyiciliğinde ve İran yörüngesinde bir Irak. Dolayısıyla SOFA sürecinde asıl önemli olan Obama’nın Tahran ve tabi Şam’la ne yapacağı... Zira bu süreçte Irak’ın haritası ve yeni iktidarı/iktidarları belirlenecek.
Irak’ın haritasını 80 yıl önce sömürgeciler çizdi. Türkiye açısından mesele evhama kapılıp askeri çözümleri öne çıkarmak yerine haritanın ilelebet payidar kalamayacağından hareketle siyaset üretmekten geçiriyor.
Taha Akyol’un Kitabında ‘Manda’ Tartışması...

ORAL ÇALIŞLAR



Can Dündar’ın ‘Mustafa’ filmi, Cumhuriyet tarihine ilişkin tartışmaları yeniden canlandırdı. Tabii ‘ezberleri’ de kışkırttı. Kaçınılmaz olarak eleştirel yaklaşımları da... Taha Akyol’un ‘Ama Hangi Atatürk’ (Doğan Kitap) bu tartışmalar sırasında başvurduğum kaynaklardan birisi. Geçenlerde 5. baskısı yapılan bu kitabın beni etkileyen bölümlerinden birisi ‘Erzurum’da Bolşevizm ve Manda’ydı.


‘Mandacılık’ yakın tarih üzerine yapılan konuşmaların, değerlendirmelerin önemli sözcüklerinden birisi. Son yıllarda ulusalcı söylemin çokça başvurduğu suçlamalardan. Atatürk’ün de 1927 yılında ‘Nutuk’ta oldukça uzun bölümler ayırdığı konular arasında yer alıyor manda ve ‘mandacılar’.


Bizim belki de üzerinde en çok konuştuğumuz halde en az bildiğimiz konulardan birisidir yakın tarih, Cumhuriyet tarihi. Ulusalcı ezber, istemediği herkesi ‘mandacılık’la suçlamaktan zevk alır. Mandacılık deyince de Halide Edib’in Atatürk’e yazdığı bir mektup gündeme gelir. Bu mektubun bu kadar ünlenmesinin nedeni, tamamının ‘Nutuk’ta yayınlanmasıdır.


Taha Akyol, kitabında bu tartışmalara oldukça geniş bir bölüm ayırmış. İstanbul’da Amerika ile görüşmek ve işgalci devletlere karşı ABD ile işbirliği yapmak isteyen Milli Mücadele taraftarı aydınların geliştirdiği bir tezdir ABD mandası. Erzurum Kongresinde de uzun konuşulmuştur. Milli Mücadeleye İstanbul’dan destek veren aydınlar Wilson Prensipleri Cemiyeti adında bir de cemiyet kurarlar. Dönemin ABD Başkanı Wilson’in
“ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” tezinden güç alır Wilson Cemiyeti.
Wilson Prensipleri Cemiyeti 14 Ocak 1919 yılında kurulur. Cemiyetin kurucuları ve yöneticileri arasında dönemin tanınmış aydınları yer alıyordu. Halide Edip Adıvar), Refik Halit (Karay), Ahmet Emin (Yalman), Yunus Nadi (Abalıoğlu) bunlar arasındaydı. “Cemiyet, tarihsel koşulların kendi kendini kurtarmayı engellediği bir ülkeye, yabancı bir yardım ve yetiştirici elinin uzanmasından yanaydı.”




Taha Akyol da Erzurum Kongresinde Atatürk’ün 1927 yılında ‘Nutuk’ta “manda ve himaye kabul edilemez” diye ifade ettiği 7. maddenin 7 Ağustos 1919 tarihinde kabul edilen metninin aslının şu sözlerden oluştuğunu aktarıyor: “Milletimiz insani ve asri gayeleri yüceltir, fenni, sinai iktisadi hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Binaenaleyh devlet ve milletimizin, iç ve dış istiklali; ve vatanımızın bütünlüğü mahfuz(saklı) kalmak şartıyla... milliyet esaslarına riayetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi bir devletinfenni, sinai, iktisadi yardımını memnuniyetle karşılarız.”



Taha Akyol, buradaki ‘herhangi bir devlet’ ifadesinin ABD’yi kast ettiğini ancak bu şekilde kullanılmasının tercih edildiğini Halide Edip’e dayanarak aktarıyor: “Muktedir bir politikacı olarak Mustafa Kemal, her türlü Amerikan nüfuzuna karşı Doğu Anadolu’nun tepkisini derhal sezmiş ve bu devletin ismini açıklamaktan kaçınmış. Onun için Kongre bildirisinde ‘büyük bir devletin’ şeklindeki ifade ‘herhangi bir devletin’ diye düzeltilmişti.”
O günün siyasi atmosferi içinde baktığımızda bunların tümünün kendi içinde bir anlamı olduğunu görüyoruz.


Soruna bugünkü durduğumuz yerden bakarsak hiçbir şeyi anlamak ve yorumlamak doğruyu anlamaya yardımcı olmaz.


Taha Akyol’un kitabı, tarihi doğru anlamak, o günün gerçeğini o günün koşullarında değerlendirmek için o kadar çok ip ucu içeriyor ki! O gün mücadeleyi yürüten ve önderlik eden kadroların zaman içinde bölündüklerini, aralarından ayrılıklar çıktığını ve bu ayrılıklara göre herkesin tarihi kendi durduğu yerden yeniden yorumladığını görüyoruz.
Taha Akyol’un değerlendirmelerini okurken, Milli Mücadelenin kurucu önderlerinden olan Kazım Karabekir’in, Rauf Orbay’ın, Ali Fuat Cebesoy’un yeniden okunması gerektiğinin önemi anlaşılıyor.


Tarih her zaman olduğu gibi ‘kazananlar’ tarafından yazılıyor. Ancak kaybedenleri de dinlemek, onları da anlamak gerekiyor. O zaman daha doğru bir tarih anlayışına ulaşmak mümkün.
Taha Akyol’un ‘Ama Hangi Atatürk’ kitabı, yeni bir sivil tarih yazımı için önemli ipuçları içeriyor.
[COLOR="red"]Başkentten güncel sanat manzaraları

AYŞEGÜL SÖNMEZ



‘Söz-Masal; Karmaşık Anlatılar: Farklı Noktalardan Bir Video Geçidi’ adlı uluslararası sergi Ankara Hacettepe Sanat Müzesi’nde 25 Kasım’dan itibaren 5 Ocak 2009’a kadar açık kalacak. Sergi, genellikle büyük devlet adamlarının bozuk orantılı heykelleriyle gündeme gelen başkent sanat sahnesine farklı bir soluk getirecek... Sergide yer alan sanatçılar şöyle... Halil Altındere, Yael Bartana, Marie-Laure Cazin, Tracey Emin, Ayşe Erkmen, Aernout Mik, Ferhat Özgür, Şener Özmen, Adrian Paci, Ansi Sala, Erzeh Shkololli ve Silke Witzsch. Bu sergiyi bahane edip Ankaralı sanatçı ve bu serginin yapımcılarından Ferhat Özgür’le konuştuk...

Başkentte böyle bir sergi... Gerçekten çok heyecan verici... Ankara’da neden güncel sanat adına hiçbir şey olmuyor?
Ankara’da, elbette İstanbul’daki kadar yoğun olmasa da, güncel sanat oluyor. Sorun, Ankara’nın medyasının olmamasında. Yani kendiliğinden harekete geçip buraya bakacak bir medya... Yoksa burada geçmişte o kadar heyecan verici girişimler gerçekleştirildi ki... Örneğin geçen sene bizim Hacettepe’de gerçekleştirilen çok önemli bir sergi, ********a 12 arşiv sergisi, dev kataloguyla medyada güme gitti. Ayrıca 90’ların ortalarından itibaren Ankara’dan İstanbul’a, hem sermaye hem de sanat göçü oldu. Burada güncel sanatı destekleyecek kurumlardan ümit kesildi. Burası lüks alışveriş merkezlerinden geçilmiyor. Para çok ama güncel sanatı kime anlatacaksın ki? Fakat Ankara’nın enerjisi yine de İstanbul’u hep besliyor.

Aslında nerede ürettiğin ne kadar önemli? Asıl soru bu olabilir mi?
İki şeyi birbirine karıştırmamak gerek: Şehirler ve sanatçılar. Bu noktada yapıt bağlamında nerede yaşadığınızın pek bir önemi yoktur. Yani sadece yapıtlar ve sanatçılar vardır. İstanbul’un şehir olarak büyüleyiciliği üzerinden sanatçı olarak kendinize bir ayrıcalık belirteci yüklememeniz gerekir. Benzer biçimde Ankara’da yaşayan her sanatçı da, haksızlığa uğradığını, görmezden gelindiğini iddia edemez. Kötü sanatçılar orada da var, burada da... Sorun ne tür bir sanatsal mücadeleyi verdiğiniz ve sözünüzü hangi platformda söylemek isteğinizle ilgili. İncik boncuk, bağ bostan, seyirlik sergilerle oyalanıp, sonra da ‘Medya Ankara’ya bakmıyor” diye ağlaşmamalısınız.

Bu serginin seninle ve Hacettepe Üniversitesi kurumuyla macerası nasıl başladı?
Üç yıl öncesinden başlayan bir çabam söz konusu. “Bu sergi olacak” diyerek yola koyuldum. Sonra değerli dostum, sayın dekan Prof. Hüsnü Dokak’a projeyi teslim ettim. O da üniversite rektörümüz Prof. Uğur Erdener’e bu projeyi tanıttığında üniversitenin tam desteğini aldık ve artık geri dönüş yoktu. Üniversite şu an çok masraflı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. İnanılmaz enerjik bir organizasyon ekibi kuruldu resim bölümünden: Necla Rüzgar, Serap Emmungil, Mehmet Örs, Havva Altun, Tugay Karamanoğlu. Sonra her şeyi bu genç ekip yürüttü. Alman Kültür, Fransız Kültür, Hollanda Büyükelçiliği bize hep destek oldular.

İstanbul’a zaman zaman, Ankara’da birtakım müze teşebbüsleri olduğu haberleri geliyor... Bir sanatçı ve eğitmen olarak Ankara’ya nasıl bir çağdaş sanat müzesi gerekiyor? Bu anlamda Hacettepe Sanat Müzesi nasıl bir boşluğu dolduruyor?
Müze teşebbüslerinden bu gidişle bir ses çıkmayacak. Eski demiryolları onarım atölyelerinden dönüştürülen Ankara Modern Sanatlar Müzesi’nin açılmasına ramak kala, Ecevit zamanıydı, hükümet düştü ve AKP’den bu yana müzeye bir çivi bile çakılmadı. Radikal’de yayınlanan fotoğrafı hatırlarsın, müzenin içinde sokak köpekleri dolaşıyordu. Mükemmel tasarlanmış bir müze olacaktı. Turan Erol hoca bu konuda sayısız yazı yazdı, çizdi biliyorsun. Ama durum hala vahim. Hacettepe Müzesi’nden bu koca boşluğu doldurmasını bekleyemeyiz. Burası sadece 800 m2 ve bütçe sorunu var. Şu yapılmalı: şimdiki video sergisi ve benzer eğilimdeki sergilerle, müze kendi olanakları içinde en yüksek noktaya çıkmalı. Uzun süreli, yılda diyelim ki üç sergi ama dünya çapında söz sahibi sanatçıların sergileri, anlayış olarak bir devamlılığı olan, kataloguyla, yan etkinlikleri ve duyurulma stratejileriyle ses getirebilecek sergiler. Bunu yapabilecek potansiyelimiz var.

Başkent bir üniversite şehri, ODTÜ, Hacettepe, Bilkent vs... Bu kadar eğitim kurumunun öğrencilerini Nev, Siyah-Beyaz vb. nasıl doyurabiliyor? Yoksa bu öğrencilerin sanatla ilişkileri yok mu? Bu ciddi bir potansiyel...
Çok haklısın, bu benim de dert yandığım bir konu. Aslında burası festivaller ve etkinlikler kenti ve her biri tıklım tıklım. Kendine bir program çıkarsan haftanın 7 günü , her saat dolusun. Yetişemezsin hiçbirine. Ama güncel sanata gelince durum değişik... Etkinlik sayısı az ve güncel sanatın yalnızlığı her yerde aynı. Ankara Nev ve Siyah-Beyaz elbette öğrenciyle dolup taşmıyor ama direniyor. Sergiler öğrenci akınına uğramıyorsa, suçlu öğrenciler. İşte biz bu sergiyi getiriyoruz, atölyelerde bağırıyoruz güncel sanat, güncel sanat diye, bakalım kaç kişi gezecek? Mail kutum bu sergiden sonra neredeyse tıkandı, büyük bir çoğunluğu öğrenciler ‘Nihayet özlediğimiz sergi’ diyor. Yapılması gereken, inatla güncel sanat etkinliklerine devam etmek ve bu milyonluk öğrenci potansiyeline bu virüsü aşılamak.

Ankara’dan dünyaya açılmanın sırrı nedir? Bunu nasıl başardığını düşünüyorsun? Yakın geçmişte işlerin, Milano, Frankfurt, İspanya ve Bulgaristan’daki sergilerde yer aldı. Aralık ayında da Lüksemburg’da bir sergide yer alacaksın.
Sadece çalışmak ve önce yapıt. Bir çok şey kendi liğinden oluyor; bir bakıyorsun bir sergi daveti, güzel bir davetse seviniyorsun tabii ki. Ama yapıp ettiklerimi paylaştığım ve iletişimimi her zaman sıcak tuttuğum, saygı duyduğum kişiler var. Onlar senin heyecanına ortak oluyor, olumlu olumsuz fikirlerini iletiyor, sonunda dayanışma, doğru bir platformda kendini gösteriyor.

Merkezden uzak olmanın, yani İstanbul’dan, avantajı var mı? Belli eğilimlerden, modalardan uzak kalmak gibi?
Evet var. Güzel tarafı ömrün yollarda geçmiyor burada. İstanbul’daki klikler ve anlamsız münakaşalardan uzaksın, kafan yerinde. Yüzde yüz işine odaklanıyorsun, sadece kendinlesin. Kötü tarafı, burada olduğun için unutulabilirsin de. Buradan uluslararası platformlara geçmek çok meşakkatli bir iştir. Burası küratörlerin uğrak yeri değildir. Elindeki projeye göre teması ya İstanbul ya da yurt dışındakilerle kurman gerekebilir. Gözden ırak, gönülden ırak hesabı, İstanbul’da olmak istediğin sergilerde olamayabilirsin ama yine dönüp kendi içine kapandığında o kadar yoğun bir iş çıkarırsın ki, bu her şeye değer.. Ben hep Seneca’nın şu sözüne sığınıyorum: Sana yapılan bir haksızlığı hak etmedinse utanmak yapana düşer.

‘Söz-Masal; Karmaşık Anlatılar: Farklı Noktalardan Bir Video Geçidi’ adlı
uluslararası sergi 25 Kasım-5 Ocak arasında Hacettepe Üniversitesi Sanat Müzesi’nde görülebilir.