Değerli dostlar, bu bölümde oyunlardan tiratlar yazacağız.
Bunun çok yararlı olacağınu düşünüyorum.
Elinde tirat olanları buraya bekliyorum.
Sevgiler...
Oyunu Adı: Vanya Dayı
Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Ataol Behramoğlu
SONYA - [COLOR=RedNe yapabiliriz? Yaşamak gerek! (Bir sessizlik) Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günlet, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Ve Tanrı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... (Voynitski'nin önünde diz çöker ve başını onun avuçlarına koyar. Yorgun bir sesle tekrar eder.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna. (Dayısının gözyaşlarını mendiliyle kurular.) Zavallı, zavallı Vanya Dayı, ağlıyorsun... (Gözyaşları arasından) Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya Dayı, bekle... Dinleneceğiz.... (Kucaklar onu.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz!
Tiratlar
Tiratlar
Tiratlar
Oyunu Adı: Don Cristobita ile Dona Rosita'nın Acıklı Güldürüsü
Yazan: Federico G. Lorca
Çeviren: Memet Fuat
SİVRİSİNEK – Bayanlar, bir de baylar! Dinleyin hele! Küçük, delikanlı, kapa çeneni... sen de, küçük hanım, otur yerine, yoksa öyle bir pataklarım ki seni, yerinden bile kıpırdayamazsın bir daha! Susun, sessizlik babasının evindeymiş gibi dolaşsın dursun. Susun, susun da son söylenen sözlerin tatlı kalıntıları süzüle süzüle suyun dibine otursun. (Bir davul sesi.) Ben, bir de benim bu kumpanyam ta eskiden, soylu kişilerin tiyatrosundan kalmayız; kontların, markizlerin tiyatrosundan; altınlar, aynalar tiyatrosu; hani şu soylu bayların uyumaya geldiği, soylu bayanların da... onların da uyumaya geldiği... Beni, bir de benim bu kumpanyamı kapatıp üstümüze kilidi basmışlardı. Neler çektik, bilemezsiniz. Ama bir gün ben anahtar deliğine gözümü uydurdum, ışıkta taze menekşe gibi titreyen bir yıldız gördüm. Zorladım, dayandım, sonuna kadar açtım gözümü... çünkü rüzgar delikten içeri parmağını sokmuş, gözümü kapatayım diye dürtüp duruyordu... o yıldızın altından, cici kayıkların yol sürdüğü geniş bir ırmak bana bakıp gülümsedi. Söyledim arkadaşlarıma, tarlalardan, çayırlardan koşa koşa kaçtık, basit insanları, soylu olmayan kişileri aradık; onlara belki gösterebiliriz diye şeyleri, küçük şeyleri, küçük, minik işlerini dünyanın; dağlardaki yeşil ayların altında, kıyılardaki gül rengi ayların altında. Eh, şimdi de ay yükseldiğine, ateşböcekleri ufacık mağaralarına çekildiklerine göre, "Don Cristobita ile Dona Rosita'nın Acıklı Güldürüsü" adlı oyunumuza başlayabiliriz. Kaba Cristobita'nın tersliklerine, yaratacağı üzüntülere, Dona Rosita'nın çekeceği acılara hazırlayın kendinizi; yalnızca bir kadın değil Dona Rosita, donmuş suların üzerinde uçan bir yağmurkuşu, dokunsan kırılıverecek, küçücük bir ispinoz; onun çekeceği acılara ağlamaya hazırlanın. Hadi, başlayalım öyleyse! (Çıkmasıyla girmesi bir olur.) Gel, şimdi... ÇAL!... RÜZGAR GİBİ ES!... şu merak dolu yüzleri yala geç; al götür iç çekişlerini dağların ardına; sevgilisiz küçük kızların gözlerinde birken yaşları kurut!
(Müzik)
Dört küçük yaprağı vardı
ağacımın
da rüzgar...
aldı götürdü.
Yazan: Federico G. Lorca
Çeviren: Memet Fuat
SİVRİSİNEK – Bayanlar, bir de baylar! Dinleyin hele! Küçük, delikanlı, kapa çeneni... sen de, küçük hanım, otur yerine, yoksa öyle bir pataklarım ki seni, yerinden bile kıpırdayamazsın bir daha! Susun, sessizlik babasının evindeymiş gibi dolaşsın dursun. Susun, susun da son söylenen sözlerin tatlı kalıntıları süzüle süzüle suyun dibine otursun. (Bir davul sesi.) Ben, bir de benim bu kumpanyam ta eskiden, soylu kişilerin tiyatrosundan kalmayız; kontların, markizlerin tiyatrosundan; altınlar, aynalar tiyatrosu; hani şu soylu bayların uyumaya geldiği, soylu bayanların da... onların da uyumaya geldiği... Beni, bir de benim bu kumpanyamı kapatıp üstümüze kilidi basmışlardı. Neler çektik, bilemezsiniz. Ama bir gün ben anahtar deliğine gözümü uydurdum, ışıkta taze menekşe gibi titreyen bir yıldız gördüm. Zorladım, dayandım, sonuna kadar açtım gözümü... çünkü rüzgar delikten içeri parmağını sokmuş, gözümü kapatayım diye dürtüp duruyordu... o yıldızın altından, cici kayıkların yol sürdüğü geniş bir ırmak bana bakıp gülümsedi. Söyledim arkadaşlarıma, tarlalardan, çayırlardan koşa koşa kaçtık, basit insanları, soylu olmayan kişileri aradık; onlara belki gösterebiliriz diye şeyleri, küçük şeyleri, küçük, minik işlerini dünyanın; dağlardaki yeşil ayların altında, kıyılardaki gül rengi ayların altında. Eh, şimdi de ay yükseldiğine, ateşböcekleri ufacık mağaralarına çekildiklerine göre, "Don Cristobita ile Dona Rosita'nın Acıklı Güldürüsü" adlı oyunumuza başlayabiliriz. Kaba Cristobita'nın tersliklerine, yaratacağı üzüntülere, Dona Rosita'nın çekeceği acılara hazırlayın kendinizi; yalnızca bir kadın değil Dona Rosita, donmuş suların üzerinde uçan bir yağmurkuşu, dokunsan kırılıverecek, küçücük bir ispinoz; onun çekeceği acılara ağlamaya hazırlanın. Hadi, başlayalım öyleyse! (Çıkmasıyla girmesi bir olur.) Gel, şimdi... ÇAL!... RÜZGAR GİBİ ES!... şu merak dolu yüzleri yala geç; al götür iç çekişlerini dağların ardına; sevgilisiz küçük kızların gözlerinde birken yaşları kurut!
(Müzik)
Dört küçük yaprağı vardı
ağacımın
da rüzgar...
aldı götürdü.
Tiratlar
Hayat sahnede...
Gerçek bir şey...
Ulrike Meinhoff....
1970’li yıllarda Almanya’da faaliyet gösteren RAF (Baider-Mainhoff) adlı örgütün üyesi Ulrike Meinhoff’un cezaevinde yaşadıklarından bir kesit sunuyor. Toplumsal Araştırmalar Vakfı (TAV)’nda sergilenen oyun, hücresinde öldürülmesi öncesi yaşamak zorunda bırakıldığı tecrit koşullarını, Meinhoff’un dilinden anlatıyor. Beyazlarla kaplı hücresinde tek bir ses duymadan uzun süre yaşayan Meinhoff’un çığlığı, imha hücrelerinin gerçek yüzünü de gözler önüne seriyor. Dario Fo ve France Rame’in yazdığı yarım saatlik oyun umarım beğenirsiniz
Tek Kişilik tiyatro parçası
BEN, ULRİKE, BAĞIRIYORUM...
YAZARI: DARİO FO
Adı: Ulrike. Soyadı: Meinhof. Cinsiyeti: Kadın. Yaşı: 41. Evet, evlendim. Sezeryan doğumlu iki çocuğum var. Evet, eşimden boşandım. Mesleği: Gazeteci. Milliyeti: Alman.
Bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. Suç? Özel mülkiyete ve bunun korunmağı için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklannın gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. Her şeyin: Beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlanmızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. Hukuk Devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkesi için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğim en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve "duyu organlarımdan yoksun bırakarak" beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. Deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: Gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasmdan sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne de bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!
Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz.
Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.
Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.
Bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerim kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim. Sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. Çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: Onları temizliyorum, yanyana diziyorum... Yeniden üzerime yapışıyorlar... Yoo, hayır! Hayır! Onları durdurmalıyım. Beni delirtmeyi başaramayacaksınız... Düşünmeliyim! Düşünmek! İşte düşünüyorum.. Sizi düşünüyorum. Bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: Sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçiliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz... Direnç göstermemden korkuyorsunuz... Benim gibi olan diğerleri ve yoldaşlarım tasarladığınız güzel dünyayı bozmanın arayışında olduğundan korkuyorsunuz.
Gözalıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk!
insanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: Ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. Zümrüt yeşili, krom sarışı yağlar ve reçellerin zehirli renklerim çocukların midelerine indirdiniz.
Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile... Yanaklara pespembe, gözkapaklarına Cezair moru ve menekşe mavişi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile...
Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu: Korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafebarlarda, aşk yaparken yatağınızda bile.
Sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin... Çünkü siz terörün starısınız tek başmıza ve beyninizle... Çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var... Ama daha da beteri: En çöle dönmüş, en kurumuşu.
Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var... Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masamzda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım. Ah, işte hafif bir hışırtı: Kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. Ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. Masanın üzerine bırakıp gidiyor. Kilitliyor. Yeniden sessizlik.
Yemek için ne getirdiler? Hamburger. Bir bardak greyfurt suyu. Haşlanmış sebze, bir elma. Aklıma intihar düşüncesi takılır diye endişelendikleri anlaşılıyor. Gerçekten kağıt tabak, kağıt bardak. Bıçak yok, çatal yok. Sadece jiklet gibi yumuşak plastik kaşık var. Kendi kendimi yok etmeme razı değiller. Bu onlara ait bir karar olacak. Zamanı geldiğinde kendimi yok etmem için emirler verilecek ve o andan sonra bu hücrenin penceresindeki engel buruşuk bir çarşafın ve bir kayışın aşılabileceği kadar kaldırılacak ve kendimi asmam için bana yardımcı olacaklar... Hatta çok fazla yardımcı olacaklar. Temiz bir iş... Beni öldürmeye hazırlanan sosyal demokrasimiz gibi tertemiz... iyi bir emir bu.
Kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak... Bu temiz ulusun mutlu insanlarım huzurlu uykularında rahatsız etmemek için herşey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak... Emir verin. Uyuyun, uyuyun Almanyamın ve hatta Avrupanın şaşkın ve semiz halkı, öngörülü halk, sakince uyuyun, ölüler gibi! Çığlığım sizi uyandırmayacak... Mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar. Öfke ve nefret, büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerde birleşecek biliyorum: Türk, İspanyol, italyan. Yunan, Arap göçmenler ve tüm Avrupanın düzülmüşler!, düzülmemişleri, tüm kadınlar, ezildiğinin aşağılandığının, sömürüldüğünün bilincinde olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve neden bu devletin beni öldürmeye karar verdiğim anlayacaklar...
Tıpkı cadılar zamanındaki bir cadı gibi... iktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. Cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır. Plafff... tritritritriii... vroommm hahaha! Tritritri, vrommvroomm... Mengene! Frufrufrufrufluuutttss... Pres! Paat! Matkap! Frufrufrufru... motor! Popopopo... kazanlar! Ploffploffploff...
Gürültü, curcuna, çığlık ne güzel! Ah, ah bu patronları siz yarattınız, kazancınız için... ve bende bundan yararlandım.
Sessizlik yeter artık! Kendi kendime gürültü yapacağım: Mengene: Frufrufru... Pres: Paat, paat... matkap frufrufru... kazanlar: ploffploffploff...
Gaz, gaz çıkıyor! Öksür: Öhö öhö öhöö!
Zincir: Ritmik zamanlamayla, ritmik olarak ilerle, vrınnn vroonngtraktrak tatata tatata fırrfırr-rfırrr...
Yeter, yeter! Makineler dursun, susun!.. Sessizlik ne kadar güzel, bana bu sessizliği sağladığınız için teşekkür ederim, gardiyanlar... kesinlikle... Ah, nasıl tadım çıkarıyorum, zevk alıyorum... Dinleyin, ne tatlı, huzur verici... Ben cennetteyim... Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar umrumda bile değilsiniz... Asla beni delirtemeyeceksiniz, beni sağlam öldüreceksiniz... Mükemmel bir ruh ve beyinle... Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak, emin olacaklar.
Şimdiden cesedim! kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma engellemenizi görür gibiyim... Hayır, Uirike Meinhofu göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiçkim-se. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararım verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda boğulma izleri yok... Boynunda hiçbir morarma lekesi yok... Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde... Öteye gidin, donun, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınızı, her katile özgü bu klasik aptalığınızı, kahkahalarınızı yasaklayamazsınız.
Cesedim bir dağ gibi ağır... Yüzbin ve yüzbin, ve yüzbinlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin yerinizi sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar.
Bilimin yönlendiriciliğinde devrimci kültür-sanat, sosyalizmi yeniden umut olarak yeşertip güçlendirecektir.
Gerçek bir şey...
Ulrike Meinhoff....
1970’li yıllarda Almanya’da faaliyet gösteren RAF (Baider-Mainhoff) adlı örgütün üyesi Ulrike Meinhoff’un cezaevinde yaşadıklarından bir kesit sunuyor. Toplumsal Araştırmalar Vakfı (TAV)’nda sergilenen oyun, hücresinde öldürülmesi öncesi yaşamak zorunda bırakıldığı tecrit koşullarını, Meinhoff’un dilinden anlatıyor. Beyazlarla kaplı hücresinde tek bir ses duymadan uzun süre yaşayan Meinhoff’un çığlığı, imha hücrelerinin gerçek yüzünü de gözler önüne seriyor. Dario Fo ve France Rame’in yazdığı yarım saatlik oyun umarım beğenirsiniz
Tek Kişilik tiyatro parçası
BEN, ULRİKE, BAĞIRIYORUM...
YAZARI: DARİO FO
Adı: Ulrike. Soyadı: Meinhof. Cinsiyeti: Kadın. Yaşı: 41. Evet, evlendim. Sezeryan doğumlu iki çocuğum var. Evet, eşimden boşandım. Mesleği: Gazeteci. Milliyeti: Alman.
Bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. Suç? Özel mülkiyete ve bunun korunmağı için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklannın gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. Her şeyin: Beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlanmızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. Hukuk Devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkesi için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğim en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve "duyu organlarımdan yoksun bırakarak" beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. Deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: Gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasmdan sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne de bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!
Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz.
Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.
Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.
Bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerim kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim. Sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. Çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: Onları temizliyorum, yanyana diziyorum... Yeniden üzerime yapışıyorlar... Yoo, hayır! Hayır! Onları durdurmalıyım. Beni delirtmeyi başaramayacaksınız... Düşünmeliyim! Düşünmek! İşte düşünüyorum.. Sizi düşünüyorum. Bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: Sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçiliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz... Direnç göstermemden korkuyorsunuz... Benim gibi olan diğerleri ve yoldaşlarım tasarladığınız güzel dünyayı bozmanın arayışında olduğundan korkuyorsunuz.
Gözalıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk!
insanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: Ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. Zümrüt yeşili, krom sarışı yağlar ve reçellerin zehirli renklerim çocukların midelerine indirdiniz.
Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile... Yanaklara pespembe, gözkapaklarına Cezair moru ve menekşe mavişi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile...
Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu: Korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafebarlarda, aşk yaparken yatağınızda bile.
Sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin... Çünkü siz terörün starısınız tek başmıza ve beyninizle... Çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var... Ama daha da beteri: En çöle dönmüş, en kurumuşu.
Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var... Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masamzda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım. Ah, işte hafif bir hışırtı: Kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. Ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. Masanın üzerine bırakıp gidiyor. Kilitliyor. Yeniden sessizlik.
Yemek için ne getirdiler? Hamburger. Bir bardak greyfurt suyu. Haşlanmış sebze, bir elma. Aklıma intihar düşüncesi takılır diye endişelendikleri anlaşılıyor. Gerçekten kağıt tabak, kağıt bardak. Bıçak yok, çatal yok. Sadece jiklet gibi yumuşak plastik kaşık var. Kendi kendimi yok etmeme razı değiller. Bu onlara ait bir karar olacak. Zamanı geldiğinde kendimi yok etmem için emirler verilecek ve o andan sonra bu hücrenin penceresindeki engel buruşuk bir çarşafın ve bir kayışın aşılabileceği kadar kaldırılacak ve kendimi asmam için bana yardımcı olacaklar... Hatta çok fazla yardımcı olacaklar. Temiz bir iş... Beni öldürmeye hazırlanan sosyal demokrasimiz gibi tertemiz... iyi bir emir bu.
Kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak... Bu temiz ulusun mutlu insanlarım huzurlu uykularında rahatsız etmemek için herşey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak... Emir verin. Uyuyun, uyuyun Almanyamın ve hatta Avrupanın şaşkın ve semiz halkı, öngörülü halk, sakince uyuyun, ölüler gibi! Çığlığım sizi uyandırmayacak... Mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar. Öfke ve nefret, büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerde birleşecek biliyorum: Türk, İspanyol, italyan. Yunan, Arap göçmenler ve tüm Avrupanın düzülmüşler!, düzülmemişleri, tüm kadınlar, ezildiğinin aşağılandığının, sömürüldüğünün bilincinde olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve neden bu devletin beni öldürmeye karar verdiğim anlayacaklar...
Tıpkı cadılar zamanındaki bir cadı gibi... iktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. Cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır. Plafff... tritritritriii... vroommm hahaha! Tritritri, vrommvroomm... Mengene! Frufrufrufrufluuutttss... Pres! Paat! Matkap! Frufrufrufru... motor! Popopopo... kazanlar! Ploffploffploff...
Gürültü, curcuna, çığlık ne güzel! Ah, ah bu patronları siz yarattınız, kazancınız için... ve bende bundan yararlandım.
Sessizlik yeter artık! Kendi kendime gürültü yapacağım: Mengene: Frufrufru... Pres: Paat, paat... matkap frufrufru... kazanlar: ploffploffploff...
Gaz, gaz çıkıyor! Öksür: Öhö öhö öhöö!
Zincir: Ritmik zamanlamayla, ritmik olarak ilerle, vrınnn vroonngtraktrak tatata tatata fırrfırr-rfırrr...
Yeter, yeter! Makineler dursun, susun!.. Sessizlik ne kadar güzel, bana bu sessizliği sağladığınız için teşekkür ederim, gardiyanlar... kesinlikle... Ah, nasıl tadım çıkarıyorum, zevk alıyorum... Dinleyin, ne tatlı, huzur verici... Ben cennetteyim... Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar umrumda bile değilsiniz... Asla beni delirtemeyeceksiniz, beni sağlam öldüreceksiniz... Mükemmel bir ruh ve beyinle... Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak, emin olacaklar.
Şimdiden cesedim! kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma engellemenizi görür gibiyim... Hayır, Uirike Meinhofu göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiçkim-se. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararım verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda boğulma izleri yok... Boynunda hiçbir morarma lekesi yok... Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde... Öteye gidin, donun, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınızı, her katile özgü bu klasik aptalığınızı, kahkahalarınızı yasaklayamazsınız.
Cesedim bir dağ gibi ağır... Yüzbin ve yüzbin, ve yüzbinlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin yerinizi sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar.
Bilimin yönlendiriciliğinde devrimci kültür-sanat, sosyalizmi yeniden umut olarak yeşertip güçlendirecektir.
Tiratlar
KADIN ADAYLARA (Tragedya)
OYUNUN ADI:MEDEIA
Yazan: Euripides
(…
MEDEIA : Ey Zeus. Ey Zeus’un adaleti olan Güneşin ışığı! Şimdi dostlar, düşmanlarıma karşı kazanacağım zafer muhteşem bir zafer olacak. Bu zaferin yolundayız. Artık düşmanlarımın cezalarını çekeceklerini umut ediyorum. Bütün planlarımı sırasıyla söyleyeceğim. Pek eğlenceli olmayan bu planı dinleyin:
Hizmetçilerden birini, yanıma gelmesi için Iason’a göndereceğim. Gelince ona tatlı sözler söyleyeceğim: Arzularının benim de arzularım olduğunu ve bize ihanet ederek Kral’ın kızı ile evlenmesini beğendiğimi; bunların çok kârlı ve mutlu kararlar olduğunu söyleyeceğim. Kendisinden çocuklarımın burada kalmasını isteyeceğim. Bunu onları düşman bir memlekette, oğullarımı düşman hakaretine bırakmak için değil, fakat Kral’ın kızını öldürmek için istiyorum. Çünkü onları, bir ellerinde hediyeler olduğu halde, sürgünden kurtulmaları için geline göndereceğim; ince bir tül ve iyi işlenmiş bir altın taç. Elbiseyi alır ve vücuduna giyerse sefilce geberecektir ve genç kadınla beraber ona dokunan herkes de; bu hediyelere süreceğim zehirler işte böylesine zehirlerdir. Fakat burada planımı değiştiriyor ve bundan sonra yapmam gereken şey için ağlıyorum. Çünkü çocuklarımı öldüreceğim; hiç kimse onları kurtaramayacak: Ve Iason’un bütün evini yıktıktan sonra, çok sevgili çocuklarımın katili olan ben bu nefrete lâyık cinayet peşimde olduğu halde şehirden çıkacağım. Düşmanlarımın maskarası olmak! Hayır dostlar, buna dayanamam!
Onları öldürmekten vazgeçsem… Hayatları neye yarayacak? Benim ne vatanım, ne evim, ne de felâkete karşı sığınacak yerim var. Tanrıların yardımı ile, bize yaptığını ödeyecek olan bir Yunanlının sözlerine kanarak baba evini terk ettim ve o gün günah işledim. O, benden doğan çocukları bir daha canlı göremeyecek ve genç karısı da ona başka bir çocuk vermeyecektir. Çünkü o sefil kadın zehirlerimle sefilce ölecek. Kimse beni zayıf ve aciz sanmasın. Tersine… dostlarıma iyilikte ne kadar ileriye varırsam, düşmanlarıma kötülükte de o kadar ileriye giderim… En şerefli hayat bu suretle yaratılmış ruhlara aittir.
Bunu yapacağım, kocamı hiçbir şey bundan daha kuvvetle kalbinden ısıramaz!... (… İş başına! Bundan böyle her türlü konuşma boşunadır… Git ve Iason’u getir…
(…
OYUNUN ADI:MEDEIA
Yazan: Euripides
(…
MEDEIA : Ey Zeus. Ey Zeus’un adaleti olan Güneşin ışığı! Şimdi dostlar, düşmanlarıma karşı kazanacağım zafer muhteşem bir zafer olacak. Bu zaferin yolundayız. Artık düşmanlarımın cezalarını çekeceklerini umut ediyorum. Bütün planlarımı sırasıyla söyleyeceğim. Pek eğlenceli olmayan bu planı dinleyin:
Hizmetçilerden birini, yanıma gelmesi için Iason’a göndereceğim. Gelince ona tatlı sözler söyleyeceğim: Arzularının benim de arzularım olduğunu ve bize ihanet ederek Kral’ın kızı ile evlenmesini beğendiğimi; bunların çok kârlı ve mutlu kararlar olduğunu söyleyeceğim. Kendisinden çocuklarımın burada kalmasını isteyeceğim. Bunu onları düşman bir memlekette, oğullarımı düşman hakaretine bırakmak için değil, fakat Kral’ın kızını öldürmek için istiyorum. Çünkü onları, bir ellerinde hediyeler olduğu halde, sürgünden kurtulmaları için geline göndereceğim; ince bir tül ve iyi işlenmiş bir altın taç. Elbiseyi alır ve vücuduna giyerse sefilce geberecektir ve genç kadınla beraber ona dokunan herkes de; bu hediyelere süreceğim zehirler işte böylesine zehirlerdir. Fakat burada planımı değiştiriyor ve bundan sonra yapmam gereken şey için ağlıyorum. Çünkü çocuklarımı öldüreceğim; hiç kimse onları kurtaramayacak: Ve Iason’un bütün evini yıktıktan sonra, çok sevgili çocuklarımın katili olan ben bu nefrete lâyık cinayet peşimde olduğu halde şehirden çıkacağım. Düşmanlarımın maskarası olmak! Hayır dostlar, buna dayanamam!
Onları öldürmekten vazgeçsem… Hayatları neye yarayacak? Benim ne vatanım, ne evim, ne de felâkete karşı sığınacak yerim var. Tanrıların yardımı ile, bize yaptığını ödeyecek olan bir Yunanlının sözlerine kanarak baba evini terk ettim ve o gün günah işledim. O, benden doğan çocukları bir daha canlı göremeyecek ve genç karısı da ona başka bir çocuk vermeyecektir. Çünkü o sefil kadın zehirlerimle sefilce ölecek. Kimse beni zayıf ve aciz sanmasın. Tersine… dostlarıma iyilikte ne kadar ileriye varırsam, düşmanlarıma kötülükte de o kadar ileriye giderim… En şerefli hayat bu suretle yaratılmış ruhlara aittir.
Bunu yapacağım, kocamı hiçbir şey bundan daha kuvvetle kalbinden ısıramaz!... (… İş başına! Bundan böyle her türlü konuşma boşunadır… Git ve Iason’u getir…
(…
Tiratlar
KADIN ADAYLAR (Komedya)
OYUNUN ADI:BİR EVLENME
Yazan: N. V. GOGOL
Çev: Melih Cevdet ANDAY,Erol GÜNEY
(…
AGAFYA : Aman Yarabbim… Karar vermek ne güç şeymiş… Bir kişi, iki kişi olsa ne ise… Ama dört kişi… Gel de birini seç. Nikanor İvanoviç biraz zayıf ama, hiç de fena değil; İvan Kuzmiç de fena değil. Açık konuşmak gerekirse, İvan Pavloviç de biraz şişman ama, pekala gösterişli bir erkek. Söyleyin bana ne yapayım? Baltazar Baltazaroviç de değerli bir adam. Ah, ne zor şey bu karar vermek… Anlatamam, anlatamam. Nikanor İvanoviç’in dudaklarını, İvan Kuzmiç’in burnunu alsak… Baltazar Baltazaroviç’in de halini tavrını… Bunun üzerine de İvan Pavloviç’in gösterişini katsak o zaman seçmek kolay olurdu. Oysa şimdi düşün, düşün… Vallahi başıma ağrılar girdi. Bence en iyisi ad çekmek. İşi kısmete bırakmalı. Kim çıkarsa o kocam olur. Adlarını birer kâğıda yazarım… Sonra kâğıdı kaparım. Kısmetim kimse belli olur. (Masaya yaklaşır. Kâğıtla makas alır. Kâğıtları keser, katlar, bunları yaparken de konuşur.) Ah şu kızlar ne talihsiz… Hele âşık olan kızlar… Erkekler bunu kabul etmezler, anlamak da istemezler. Neyse, hepsi hazır. Bunları çantamın içine koyayım. Gözlerimi kapayıp çekeyim. Ne olursa olsun. (Kâğıtları çantaya koyar. Eliyle karıştırır.) Ah, içime bir korku geldi. Allah vere de Nikanor İvanoviç çıksa; ama ne diye o olsun… İvan Kuzmiç daha iyi. Peki, İvan Kuzmiç de neden? Ötekilerin ne kusuru var? Hayır, istemem. Kim çıkarsa o olsun. (Eliyle kâğıtları karıştırır ve çantadan yalnız birini değil, hepsini birden çıkarır.) A…. Hepsi birden çıktı. Kalbim çarpıyor… Olmaz, olmaz… Yalnız bir tane çekmek lâzım. (Kâğıtları gene çantasına koyar, karıştırır. Bu sırada Koçkarev girer. Yavaşça ilerleyerek arkasına gelir.) Ah Baltazar Balta… yok canım, Nikanor İvanoviç çıksa… Hayır, hayır istemiyorum. Kısmetim ne ise o çıksın. (Birden arkasında Koçkarev’i hisseder.) Ah… (Bağırır..Arkasına bakmaktan korkarak yüzünü iki eliyle kapatır.) Ah ne ayıp, ne ayıp…Bütün söylediklerimi duydunuz demek… Utanıyorum…Vallahi utanıyorum…
(…
OYUNUN ADI:BİR EVLENME
Yazan: N. V. GOGOL
Çev: Melih Cevdet ANDAY,Erol GÜNEY
(…
AGAFYA : Aman Yarabbim… Karar vermek ne güç şeymiş… Bir kişi, iki kişi olsa ne ise… Ama dört kişi… Gel de birini seç. Nikanor İvanoviç biraz zayıf ama, hiç de fena değil; İvan Kuzmiç de fena değil. Açık konuşmak gerekirse, İvan Pavloviç de biraz şişman ama, pekala gösterişli bir erkek. Söyleyin bana ne yapayım? Baltazar Baltazaroviç de değerli bir adam. Ah, ne zor şey bu karar vermek… Anlatamam, anlatamam. Nikanor İvanoviç’in dudaklarını, İvan Kuzmiç’in burnunu alsak… Baltazar Baltazaroviç’in de halini tavrını… Bunun üzerine de İvan Pavloviç’in gösterişini katsak o zaman seçmek kolay olurdu. Oysa şimdi düşün, düşün… Vallahi başıma ağrılar girdi. Bence en iyisi ad çekmek. İşi kısmete bırakmalı. Kim çıkarsa o kocam olur. Adlarını birer kâğıda yazarım… Sonra kâğıdı kaparım. Kısmetim kimse belli olur. (Masaya yaklaşır. Kâğıtla makas alır. Kâğıtları keser, katlar, bunları yaparken de konuşur.) Ah şu kızlar ne talihsiz… Hele âşık olan kızlar… Erkekler bunu kabul etmezler, anlamak da istemezler. Neyse, hepsi hazır. Bunları çantamın içine koyayım. Gözlerimi kapayıp çekeyim. Ne olursa olsun. (Kâğıtları çantaya koyar. Eliyle karıştırır.) Ah, içime bir korku geldi. Allah vere de Nikanor İvanoviç çıksa; ama ne diye o olsun… İvan Kuzmiç daha iyi. Peki, İvan Kuzmiç de neden? Ötekilerin ne kusuru var? Hayır, istemem. Kim çıkarsa o olsun. (Eliyle kâğıtları karıştırır ve çantadan yalnız birini değil, hepsini birden çıkarır.) A…. Hepsi birden çıktı. Kalbim çarpıyor… Olmaz, olmaz… Yalnız bir tane çekmek lâzım. (Kâğıtları gene çantasına koyar, karıştırır. Bu sırada Koçkarev girer. Yavaşça ilerleyerek arkasına gelir.) Ah Baltazar Balta… yok canım, Nikanor İvanoviç çıksa… Hayır, hayır istemiyorum. Kısmetim ne ise o çıksın. (Birden arkasında Koçkarev’i hisseder.) Ah… (Bağırır..Arkasına bakmaktan korkarak yüzünü iki eliyle kapatır.) Ah ne ayıp, ne ayıp…Bütün söylediklerimi duydunuz demek… Utanıyorum…Vallahi utanıyorum…
(…
Tiratlar
ERKEK ADAYLAR (Tragedya)
OYUNUN ADITHELLO
Yazan: W. SHAKESPEARE
Çev: Özdemir NUTKU
(…
IAGO : Şimdi kalkıp da kötülük ettiğimi
Söylesinler bakalım bana,
Kurnazlıktan uzak, basbayağı akla yatan
Bir öğüt verdim ona.
Mağripli’nin gönlünü almak için de
Tek çıkar yol bu değil mi?
Böyle masum bir istekle gidildi mi
Desdemona’yı kazanmak çok daha kestirme.
O herkesin olan hava, su, ateş ve toprak kadar
Verimli ve cömert bir doğaya sahiptir;
Mağripli’ye her istediğini yaptırabilir,
Bu uğurda ona dinin bile inkâr ettirebilir.
Othello’nun ruhu zincirlidir Desdemona’nın aşkına,
Desdemona bir Tanrıça gibi
Onun zayıflayan iradesini yapıp bozabilir,
Onu yoğurup dilediği biçime sokabilir.
Neden kötü oluyorum öyleyse?
İşi sokmadım mı Cassio’nun çıkarına uygun bir yola?
Cehennemin dini imanı işte böyle!
En kara günahları işletecekleri zaman şeytanlar,
Bunu önce sevap diye yutturmaya kalkarlar;
Tıpkı benim yaptığım gibi.
Bu saf alık şimdi kalkıp Desdemona’ya gidecek,
Kendisi için ısrarla ondan Mağripli’ye yalvarmasını isteyecek.
Ben de o sırada Mağripli’nin kulağına zehrimi akıtırım:
Karısının Cassio’ya cinsel bir çekim duyduğunu,
Cassio’ya yaranmak için böyle yalvardığını anlatırım.
Böylece karısının erdemlerine olan inancını
Mağripli’nin gözünden silerim;
Desdemona’nın o kar beyaz namusunu
Katran kuyusuna çeviririm.
Desdemona’nın yufka yüreğinden öyle bir ağ öreceğim ki,
Teker teker yakalanacak hepsi.
(…
Yapılacak iki şey var şimdi:
Karım, Cassio için hanımıyla konuşmalı;
Onu bu işe koştuktan sonra
Ben de kenara çekip Mağripli’yi,
Cassio, karısına tam yalvarırken,
Onları göreceği bir yere getiririm herifi.
Evet, yapılacak iş bu! İşi geciktirmemeli.
Demir tam tavındayken dövülmeli.
(…
OYUNUN ADITHELLO
Yazan: W. SHAKESPEARE
Çev: Özdemir NUTKU
(…
IAGO : Şimdi kalkıp da kötülük ettiğimi
Söylesinler bakalım bana,
Kurnazlıktan uzak, basbayağı akla yatan
Bir öğüt verdim ona.
Mağripli’nin gönlünü almak için de
Tek çıkar yol bu değil mi?
Böyle masum bir istekle gidildi mi
Desdemona’yı kazanmak çok daha kestirme.
O herkesin olan hava, su, ateş ve toprak kadar
Verimli ve cömert bir doğaya sahiptir;
Mağripli’ye her istediğini yaptırabilir,
Bu uğurda ona dinin bile inkâr ettirebilir.
Othello’nun ruhu zincirlidir Desdemona’nın aşkına,
Desdemona bir Tanrıça gibi
Onun zayıflayan iradesini yapıp bozabilir,
Onu yoğurup dilediği biçime sokabilir.
Neden kötü oluyorum öyleyse?
İşi sokmadım mı Cassio’nun çıkarına uygun bir yola?
Cehennemin dini imanı işte böyle!
En kara günahları işletecekleri zaman şeytanlar,
Bunu önce sevap diye yutturmaya kalkarlar;
Tıpkı benim yaptığım gibi.
Bu saf alık şimdi kalkıp Desdemona’ya gidecek,
Kendisi için ısrarla ondan Mağripli’ye yalvarmasını isteyecek.
Ben de o sırada Mağripli’nin kulağına zehrimi akıtırım:
Karısının Cassio’ya cinsel bir çekim duyduğunu,
Cassio’ya yaranmak için böyle yalvardığını anlatırım.
Böylece karısının erdemlerine olan inancını
Mağripli’nin gözünden silerim;
Desdemona’nın o kar beyaz namusunu
Katran kuyusuna çeviririm.
Desdemona’nın yufka yüreğinden öyle bir ağ öreceğim ki,
Teker teker yakalanacak hepsi.
(…
Yapılacak iki şey var şimdi:
Karım, Cassio için hanımıyla konuşmalı;
Onu bu işe koştuktan sonra
Ben de kenara çekip Mağripli’yi,
Cassio, karısına tam yalvarırken,
Onları göreceği bir yere getiririm herifi.
Evet, yapılacak iş bu! İşi geciktirmemeli.
Demir tam tavındayken dövülmeli.
(…
Tiratlar
ERKEK ADAYLAR (Komedya):
OYUNUN ADI: AYI
Yazan: Anton ÇEHOV
Türkçesi: Yılmaz GRUDA
(…
SMİRNOV: Para işlerini düşünemeyecek durumdaymış. Laf! (Taklit eder) “Kocam öleli tam yedi ay oldu!” Hıh! Bana ne? (Arkasından bağırır) Bu faiz ödenecek mi, ödenmeyecek mi bankaya? Sana basit bir soru soruyorum: Bu para ödenecek mi, ödenmeyecek mi? Yok, kocan ölmüşmüş, yok durumun kötüymüş, yok kâhyan bilmem nereye gitmişmiş, yok şu, yok bu! Bana ne bütün bunlardan! Ha? Ne yapmamı istiyorsun? Kendimi kaldırıp atayım mı bir yerlerden? Kafamı duvarlara mı vurayım? Bir balona mı binip kaçayım? Öteki borçlu heriflerden haberin yok senin! Gruzdeff’e gittim, evde yok. Yoroşeviç’e baktım, herif bir yerlere saklanmış, Kuritsin’i buldum. Öyle kavga ettik ki, herifi pencereden aşağı attım. Listemdeki herkese gittim, metelik bile alamadım. Sonra size geldim –Allah kahretsin- bu benzetmeyi bağışlayın, umurunuzda bile değil. (Yavaşça kendi kendine) Tabii, kabahat bende! Hepsine yüz verdim, gerçek bu! Fakat gösteririm onlara! Buna da! Parayı alıncaya kadar burada oturacağım. (Öfkeyle titrer) Öfke içindeyim. Hem de öfkenin dikâlâsı. Bütün sinirlerim tepeden tırnağa kadar ayakta. Nefes alamıyorum. Bayılacağım herhalde… (… Han’fendi hastalanmış! Kimseyi görmek istemiyormuş! İyi, beni ister görsün, ister görmesin, ama ben buradayım. Paramı verinceye kadar da buradan ayrılmayacağım. Bir hafta boyunca hasta olsan, bir hafta boyunca buradayım! Bir yıl hasta olsan, bir yıl! Bana o dul kadın numaralarını, talebe kız gülücüklerini yutturamazsın! Bilirim o gamzeleri, gülücükleri ben! (Pencereden bağırır) Semyon, çöz atları! Burada kalıyorum. Söyle atlara yulaf versinler. Evey yulaf, aptal herif, ne sandın? (Pencereden çekilir) Ne aksilik! Aksiliğin dikâlâsı! Dün gece hiç uyuyamadım. Bugün de hava cehennem sanki. Bir Allahın belası da çıkıp para vermedi. Bu yaşlı eksik etek de “havam yok” diyor… Başım ağrıyor. Nerde şu… (Bardağı diker, fışkırtır) Puuuh! Su!... (… (Simirnov oturur. Üstüne başına bakar) Off! Şu halime bak. Biri tüy dikse üstüme bari! Yıkanmamış, taranmamış, tıraşsız; yeleğim samana batmış, üstüm başım toz içinde. Küçük hanımefendi beni eşkıya falan sanmıştır herhalde. (Esner) Sanırım bu halle salona girmek pek yakışık almadı, ama umurumda bile değil, alacaklıyım. Yani en hoşlanılmayan misafir; ölümden sonra…
(…
OYUNUN ADI: AYI
Yazan: Anton ÇEHOV
Türkçesi: Yılmaz GRUDA
(…
SMİRNOV: Para işlerini düşünemeyecek durumdaymış. Laf! (Taklit eder) “Kocam öleli tam yedi ay oldu!” Hıh! Bana ne? (Arkasından bağırır) Bu faiz ödenecek mi, ödenmeyecek mi bankaya? Sana basit bir soru soruyorum: Bu para ödenecek mi, ödenmeyecek mi? Yok, kocan ölmüşmüş, yok durumun kötüymüş, yok kâhyan bilmem nereye gitmişmiş, yok şu, yok bu! Bana ne bütün bunlardan! Ha? Ne yapmamı istiyorsun? Kendimi kaldırıp atayım mı bir yerlerden? Kafamı duvarlara mı vurayım? Bir balona mı binip kaçayım? Öteki borçlu heriflerden haberin yok senin! Gruzdeff’e gittim, evde yok. Yoroşeviç’e baktım, herif bir yerlere saklanmış, Kuritsin’i buldum. Öyle kavga ettik ki, herifi pencereden aşağı attım. Listemdeki herkese gittim, metelik bile alamadım. Sonra size geldim –Allah kahretsin- bu benzetmeyi bağışlayın, umurunuzda bile değil. (Yavaşça kendi kendine) Tabii, kabahat bende! Hepsine yüz verdim, gerçek bu! Fakat gösteririm onlara! Buna da! Parayı alıncaya kadar burada oturacağım. (Öfkeyle titrer) Öfke içindeyim. Hem de öfkenin dikâlâsı. Bütün sinirlerim tepeden tırnağa kadar ayakta. Nefes alamıyorum. Bayılacağım herhalde… (… Han’fendi hastalanmış! Kimseyi görmek istemiyormuş! İyi, beni ister görsün, ister görmesin, ama ben buradayım. Paramı verinceye kadar da buradan ayrılmayacağım. Bir hafta boyunca hasta olsan, bir hafta boyunca buradayım! Bir yıl hasta olsan, bir yıl! Bana o dul kadın numaralarını, talebe kız gülücüklerini yutturamazsın! Bilirim o gamzeleri, gülücükleri ben! (Pencereden bağırır) Semyon, çöz atları! Burada kalıyorum. Söyle atlara yulaf versinler. Evey yulaf, aptal herif, ne sandın? (Pencereden çekilir) Ne aksilik! Aksiliğin dikâlâsı! Dün gece hiç uyuyamadım. Bugün de hava cehennem sanki. Bir Allahın belası da çıkıp para vermedi. Bu yaşlı eksik etek de “havam yok” diyor… Başım ağrıyor. Nerde şu… (Bardağı diker, fışkırtır) Puuuh! Su!... (… (Simirnov oturur. Üstüne başına bakar) Off! Şu halime bak. Biri tüy dikse üstüme bari! Yıkanmamış, taranmamış, tıraşsız; yeleğim samana batmış, üstüm başım toz içinde. Küçük hanımefendi beni eşkıya falan sanmıştır herhalde. (Esner) Sanırım bu halle salona girmek pek yakışık almadı, ama umurumda bile değil, alacaklıyım. Yani en hoşlanılmayan misafir; ölümden sonra…
(…
Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi