KAYGUSUZ ABDAL (14-15 yy.)
Asıl adı Gaybi olan Kaygusuz Abdal, Alâiye (Alanya) beyinin oğludur. M.1397/98 yıllarında dünyaya geldiği söylenen Gaybi, Toroslar'da avlanırken, ok ile vurduğu bir geyiği kovalar. Geyik Elmalı Tekke köyünde bir Dergaha girer. Gaybi de geyiği takip eder. Dergahta Abdal Musa Sultan Hazretlerinin karşısına çıkarılır ve attığı oku Abdal Musa Sultanın koltuğuna saplanmış olarak bulur.
Gaybi, anlar ki; okla vurup takip ettiği geyik Abdal Musa Sultan'ın kendisidir... Bu keramet, Gaybi'yi beylikten vazgeçirip Abdal Musa Sultan'a derviş yapmış oldu. Dünya saltanatını bıraktığı için de kendisine "Kaygusuz Abdal" mahlas'ı verildi.Kaygusuz Abdal, sadık bir talip ve seçkin bir tasavvuf şairi olarak, Alevi edebiyatında "Yedi Ulu" ozandan biri oldu. Aruz ve hece ölçüleriyle yazmış olduğu deyiş ve nefesler derin anlamlı ve uyarıcıdır.
Bu Kaygusuz ezelinden
Himmet almış ol Veli’den
Oku, duy ilm-i Ali’den
Duyamazsın demedim mi?
Mensur ve manzum birçok eseri olan Kaygusuz Abdal'ın bir risalesinden bazı seçme uyarı ve öğütlerini buraya aktarmak istiyorum:
* Arif sohbetine girip mest olmak, bir ömür ibadetten efdaldır.
* Bir kimse arif sohbetine girip özünü tanımadan murad ve maksuduna erişmez.
Kaygusuz'un yukarıdaki uyarıları uzunca devam eder. Fakat biz; birkaç cümle ile de, Kaygusuz'u "gönül âlemi ile" tanıştıran Piri Abdal Musa Sultan'ı anmak istiyoruz. Abdal Musa Sultan'ın öğüdü şöyle
Mümin ol, halim selim ol, ahde vefa et, musibete sabret,sözü düşün sonra söyle, ibadete malına güvenme, yalan söyleme,hak divanından ayrılma, bilmediğin kişiye yar olma,vaktini zayii etme, kimsenin uğradığı kötü duruma gülme, kendinden ulu kimse ile mücadele etme, dünya için gönlünü mahzun etme, mevki sahibi kimseye yüzsuyu dökme, her bulunduğun hale şükür eyle...
Kaygusuz Abdal, Mısır-Kahire'de kendi adına tekke kurup "yol'a hizmet ettiği ve orada Hakk'a yürüyüp tekkesinin yanındaki bir mağaraya defnedildiğini yazılı kayıtlardan öğrenmiş bulunuyoruz
Yedi Ulular
Konu Sahibi / Yazar
Marifet
Kategori / Forum
Deyiş ve Nefesler
Yorumlar / Cevaplar
10
Okunma / Görüntüleme
7702
Yedi Ulular
Yedi Ulular
KUL HİMMET
Kul Himmet, Anadolu Alevilerinin üstün değer verdiği "Yedi Ulu" ozandan biri olup XVI-XVII yüzyıllar arası yaşamış olduğu söylenmektedir. (2)
KUL HİMMET'im mürit idim Dehme
Özüm ulaştırdım sahip-zamana
İradet getirdim Şah Tahmasb Han'a
Hüseynîyiz, mevâliyiz ne dersin.
Safevi Hükümdarı Şah Tahmasb Han, Şah İsmail Hatayî'nin oğludur ve (M.1517-1567) yılları arasında yaşamıştır. Yukarıdaki dörtlükten ve benzeri dörtlüklerden, Kul Himmet'in XVI. Yüzyıllarda yaşadığı, "KUL HİMMET" kitabının yazarı İbrahim Aslanoğlu ve Kul Himmet'ten bahseden diğer yazarlara kanaat getirmektedir.Kul Himmet'in yaşamı da diğer ozan ve seçkin ulularımız gibi (zamanında) kaleme alınıp tespit edilmediği böylece anlaşılmış oluyor. Bu bilinmezlikler, basit bir ihmallik falan değildir. Önemli nedenleri vardır!
Bu hakk dostlarının unutulmasını isteyen zihniyetin adı "Ehlibeyt düşmanlığı" dır. Bu baskıcı ve zulümkâr zihniyetin tüm engellerini aşan Hakk dostları,
Gelecek kuşaklara aktarmak istedikleri örf, âdet ve inançlarının bilgilerini "sözlü gelenek" halin-de aktarmışlardır. Karayobaz zulümkârı, bu güçlü "aktarma" usûlüne ise engel olamamışlardır.
Arap yarımadasından Horasan'a, Horasan'dan Anadolu'ya (sözlü gelenek halinde) intikal ettirilen, Muhammed Ali'nin Tarik-i nazenin aşkı ve ahlaksal yaşamı, ağır bedeller ödenerek, yaşatılmıştır.
Hiç kesmezem eteğinden elimi/Hak katında kabul ettim ölümü
Doğru sürün evliyanın yolun/Ol mümin kulların görsem Ya Ali.
Diyerek, canını Hak yoluna feda edecek duruma gelmiş bilinçli ve imanlı bir Alevî ozanı olan Kul Himmet, geriden gelen kuşaklara "Hakk-Muhammed-Ali" aşkını aktardığı gibi; öğüt, nasihat ve uyarı içerikli deyişler de miras bırakılmıştır.
Her gördüğün şeyhi mürşit edinme
Zâhiri-bâtını bir olmayınca
Teslim olup sakın rehber edinme
Bir kâmil kemalli er olmayınca
Dermend olmayınca, gönül Hak olmaz
Aşık olmayınca sine çâk olmaz
KUL HİMMET'im eydür vücut pâk olmaz
Mürşid-i kâmilden el olmayınca
Kul Himmet, Anadolu Alevilerinin üstün değer verdiği "Yedi Ulu" ozandan biri olup XVI-XVII yüzyıllar arası yaşamış olduğu söylenmektedir. (2)
KUL HİMMET'im mürit idim Dehme
Özüm ulaştırdım sahip-zamana
İradet getirdim Şah Tahmasb Han'a
Hüseynîyiz, mevâliyiz ne dersin.
Safevi Hükümdarı Şah Tahmasb Han, Şah İsmail Hatayî'nin oğludur ve (M.1517-1567) yılları arasında yaşamıştır. Yukarıdaki dörtlükten ve benzeri dörtlüklerden, Kul Himmet'in XVI. Yüzyıllarda yaşadığı, "KUL HİMMET" kitabının yazarı İbrahim Aslanoğlu ve Kul Himmet'ten bahseden diğer yazarlara kanaat getirmektedir.Kul Himmet'in yaşamı da diğer ozan ve seçkin ulularımız gibi (zamanında) kaleme alınıp tespit edilmediği böylece anlaşılmış oluyor. Bu bilinmezlikler, basit bir ihmallik falan değildir. Önemli nedenleri vardır!
Bu hakk dostlarının unutulmasını isteyen zihniyetin adı "Ehlibeyt düşmanlığı" dır. Bu baskıcı ve zulümkâr zihniyetin tüm engellerini aşan Hakk dostları,
Gelecek kuşaklara aktarmak istedikleri örf, âdet ve inançlarının bilgilerini "sözlü gelenek" halin-de aktarmışlardır. Karayobaz zulümkârı, bu güçlü "aktarma" usûlüne ise engel olamamışlardır.
Arap yarımadasından Horasan'a, Horasan'dan Anadolu'ya (sözlü gelenek halinde) intikal ettirilen, Muhammed Ali'nin Tarik-i nazenin aşkı ve ahlaksal yaşamı, ağır bedeller ödenerek, yaşatılmıştır.
Hiç kesmezem eteğinden elimi/Hak katında kabul ettim ölümü
Doğru sürün evliyanın yolun/Ol mümin kulların görsem Ya Ali.
Diyerek, canını Hak yoluna feda edecek duruma gelmiş bilinçli ve imanlı bir Alevî ozanı olan Kul Himmet, geriden gelen kuşaklara "Hakk-Muhammed-Ali" aşkını aktardığı gibi; öğüt, nasihat ve uyarı içerikli deyişler de miras bırakılmıştır.
Her gördüğün şeyhi mürşit edinme
Zâhiri-bâtını bir olmayınca
Teslim olup sakın rehber edinme
Bir kâmil kemalli er olmayınca
Dermend olmayınca, gönül Hak olmaz
Aşık olmayınca sine çâk olmaz
KUL HİMMET'im eydür vücut pâk olmaz
Mürşid-i kâmilden el olmayınca
Yedi Ulular
YEMİNİ
Anadolu Alevî ve Bektaşi'lerince "YEDİ ULULAR" diye bilinen ozanlarımızdan olan YEMİNÎ, TASAVVUF EHLİ VE "ALİ MURTAZA" aşıkı bir zâttır. Ne yazık ki bu zâtın da doğumu, ölümü ve özel yaşamı hakkında kesin bir tarih ve tafsilatlı bir bilgi elde edemiyoruz.(3) YEMİNÎ hakkında yapılan araştırmaların sonucu olarak kabul ettiğimiz, Sayın İsmail ÖZMEN'in ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİRLERİ ANTOLOJİSİ" eserinin, 2. Cildi 43. sf.da YEMİNİ başlığı altında ki verilen bilgileri aynen aşağıya aktarıyor ve böylece bu ulu Ozanımız hakkında elde edilebilen bilgileri cânlarımıza ulaştırmış oluyoruz.
Gerdiş-i çarh-ı felek seyran-a aşk
Cümle eşya tabi-i ferman aşk
Ayn Şin Kaf-ı Hakk vechindedir
Hüsnünü gören olur kurban-ı aşk
Fazıl oğlu Mehmet Yemini olarak bilinirse de, gerçek kişiliği, doğum ve ölüm tarihleri, eserleri, asıl adı hakkında yeterli bilgi ve belgeler yok. Ancak Alevi-Bektaşi geleneğinde "Yedi Ulular" olarak bilinen Fuzuli, Hatayi, Virani, Pir Sultan, Nesimi, Kul Himmet gibi saygın şairler arasında yer alan Yemini, on altıncı yüzyılda yaşamış, ancak yaşamı konusunda güvenilir nitelikte hiçbir bilgi yoktur. Bektaşi ozanının ömrü, Tuna ırmağı yörelerinde geçmiştir. Betova'da büyük bir dergahı olan, Bektaşi azizelerinden Akyazılı Sultanın ardalarındandır. Teskireler, bu şairden hiç söz etmez. Ancak Demir Baba velayetnamesinde adı: "Hafız Kelâm Yemini" olarak geçer ki, bundan Kur'an-ı Kerim'i ezbere okuduğu anlaşılmaktadır. Şiirlerinde koyu Alevi-Bektaşi inancını işler. On iki imama gönülden bağlılığını dile getirir.
Şiirleri özellikle Alevi-Bektaşi toplumu içinde çok yaygın olan Yemini'nin kesin olarak doğum ve ölüm tarihleri bilinmemekle beraber, eserlerinden ve dolaylı bilgilerden 15. yüzyıl sonları ve 16. yüzyıl ilk yarısında sanılmaktadır. Yaşantısı hakkında o çağlarda yazılmış teskirelerde yeterli bilgi verilmemektedir. Asıl adının Ali olduğu, Akyazlı İbrahim Dede zaviyesinde hizmet ettiği ve "Yemini" mahlasını burada iken yazdığı şiirlerinde kullandığı söylenir.Yemini'nin şiirleri genellikle hece ölçüsü ile yazılmış olmakla beraber, bazı şiirlerinde aruz ölçüsünü de hatasız ve ustaca kullandığı görülür. Şiirlerinin toplu olarak bulunduğu bir divanı şimdiye kadar ele geçmemiştir.
1519'da yazdığı "Faziletname" adında manzum bir eseri bulunmaktadır. Bu Hz. Ali'nin kerametlerinden, cenklerinden methiye olarak bahseden, kutsal bir kitaptır. Yeni yazıyla Emek Basımevi tarafından basılmıştır. Fakat bu baskıda çok imlâ hataları bulunmaktadır. Bu şiirlerin bir bölümünde hurufî temaları işlenmiştir. Yemini, Alevi ve Hurufî inancına bağlı bir şairdir. İnsan-Tanrı birliğinin harflerle açıklanabileceğine inanır. Şiirleri Bektaşilik ile ilgili yazma dergilerde dağınık haldedir. Bazı şiirleri gazel tarzında yazılmıştır.
Dizeleriyle aşkın niteliklerini, etkinliğini özelliğini dile getirirken Yunus Emre'nin anlayışına, düşüncelerine katılır. Arınmanın, ölümsüzlüğün ve olgunlaşmanın yolu saydığı aşk ile Tanrı'ya ulaşacağına içten inanır. Şiirde söz edildiği gibi eski yazıda aşk (aynşinkaf) harfleriyle yazılır.
Divan geleneğine bağlıdır Hurufiliğe yatkın bir eğilimi vardır. Şiirlerinde Fazullah Hurufi'nin izini sürdüğü, onun görüş ve düşüncelerinden esinlendiği anlaşılmaktadır.(4)
Limaallah'ın makamı vech-i Fazlullah imiş
Limenil mülk'ün lisanı nutk-i Fazlullah imiş
Anadolu Alevî ve Bektaşi'lerince "YEDİ ULULAR" diye bilinen ozanlarımızdan olan YEMİNÎ, TASAVVUF EHLİ VE "ALİ MURTAZA" aşıkı bir zâttır. Ne yazık ki bu zâtın da doğumu, ölümü ve özel yaşamı hakkında kesin bir tarih ve tafsilatlı bir bilgi elde edemiyoruz.(3) YEMİNÎ hakkında yapılan araştırmaların sonucu olarak kabul ettiğimiz, Sayın İsmail ÖZMEN'in ALEVİ-BEKTAŞİ ŞİİRLERİ ANTOLOJİSİ" eserinin, 2. Cildi 43. sf.da YEMİNİ başlığı altında ki verilen bilgileri aynen aşağıya aktarıyor ve böylece bu ulu Ozanımız hakkında elde edilebilen bilgileri cânlarımıza ulaştırmış oluyoruz.
Gerdiş-i çarh-ı felek seyran-a aşk
Cümle eşya tabi-i ferman aşk
Ayn Şin Kaf-ı Hakk vechindedir
Hüsnünü gören olur kurban-ı aşk
Fazıl oğlu Mehmet Yemini olarak bilinirse de, gerçek kişiliği, doğum ve ölüm tarihleri, eserleri, asıl adı hakkında yeterli bilgi ve belgeler yok. Ancak Alevi-Bektaşi geleneğinde "Yedi Ulular" olarak bilinen Fuzuli, Hatayi, Virani, Pir Sultan, Nesimi, Kul Himmet gibi saygın şairler arasında yer alan Yemini, on altıncı yüzyılda yaşamış, ancak yaşamı konusunda güvenilir nitelikte hiçbir bilgi yoktur. Bektaşi ozanının ömrü, Tuna ırmağı yörelerinde geçmiştir. Betova'da büyük bir dergahı olan, Bektaşi azizelerinden Akyazılı Sultanın ardalarındandır. Teskireler, bu şairden hiç söz etmez. Ancak Demir Baba velayetnamesinde adı: "Hafız Kelâm Yemini" olarak geçer ki, bundan Kur'an-ı Kerim'i ezbere okuduğu anlaşılmaktadır. Şiirlerinde koyu Alevi-Bektaşi inancını işler. On iki imama gönülden bağlılığını dile getirir.
Şiirleri özellikle Alevi-Bektaşi toplumu içinde çok yaygın olan Yemini'nin kesin olarak doğum ve ölüm tarihleri bilinmemekle beraber, eserlerinden ve dolaylı bilgilerden 15. yüzyıl sonları ve 16. yüzyıl ilk yarısında sanılmaktadır. Yaşantısı hakkında o çağlarda yazılmış teskirelerde yeterli bilgi verilmemektedir. Asıl adının Ali olduğu, Akyazlı İbrahim Dede zaviyesinde hizmet ettiği ve "Yemini" mahlasını burada iken yazdığı şiirlerinde kullandığı söylenir.Yemini'nin şiirleri genellikle hece ölçüsü ile yazılmış olmakla beraber, bazı şiirlerinde aruz ölçüsünü de hatasız ve ustaca kullandığı görülür. Şiirlerinin toplu olarak bulunduğu bir divanı şimdiye kadar ele geçmemiştir.
1519'da yazdığı "Faziletname" adında manzum bir eseri bulunmaktadır. Bu Hz. Ali'nin kerametlerinden, cenklerinden methiye olarak bahseden, kutsal bir kitaptır. Yeni yazıyla Emek Basımevi tarafından basılmıştır. Fakat bu baskıda çok imlâ hataları bulunmaktadır. Bu şiirlerin bir bölümünde hurufî temaları işlenmiştir. Yemini, Alevi ve Hurufî inancına bağlı bir şairdir. İnsan-Tanrı birliğinin harflerle açıklanabileceğine inanır. Şiirleri Bektaşilik ile ilgili yazma dergilerde dağınık haldedir. Bazı şiirleri gazel tarzında yazılmıştır.
Dizeleriyle aşkın niteliklerini, etkinliğini özelliğini dile getirirken Yunus Emre'nin anlayışına, düşüncelerine katılır. Arınmanın, ölümsüzlüğün ve olgunlaşmanın yolu saydığı aşk ile Tanrı'ya ulaşacağına içten inanır. Şiirde söz edildiği gibi eski yazıda aşk (aynşinkaf) harfleriyle yazılır.
Divan geleneğine bağlıdır Hurufiliğe yatkın bir eğilimi vardır. Şiirlerinde Fazullah Hurufi'nin izini sürdüğü, onun görüş ve düşüncelerinden esinlendiği anlaşılmaktadır.(4)
Limaallah'ın makamı vech-i Fazlullah imiş
Limenil mülk'ün lisanı nutk-i Fazlullah imiş
Yedi Ulular
FUZULİ (1408?-1556)
"Yedi Ulu Ozan" arasında yer alan Fuzulî'nin baba adı Süleyman ve kendisinin asıl adı da Mehmet olduğu bir çok kayıttan anlaşılmaktadır. (5) Doğum tarihi hakkında 1480-1495 veya 1504 gibi tarihler arasında tereddüt edilirken, ölüm tarihi olarak gösterilen (M.1556) tarih de araştırmacı yazarların tereddütleri yoktur.
Doğum yeri olarak; Kerkük, Musul, Kerbelâ, Bağdat, Hille ve Necef'te geçtiği ve bir taun (veba) salgınına yakalanarak, Kerbelâ'da Hakk’a yürüyüp bu şehirde defnedildiği (1556) Fuzulî'yi araştıranlarca kabul edilmektedir.
Fuzulî, önce babası Süleyman'dan daha sonra da Rahmetullah adlı bir hocadan ilim öğrendiği ve çok iyi yetiştiği kabul edilir. Edebî yönde gelişmesi de, Azeri şairi Habibînin (1470-1520?) etkisi olmuş ve üç dilde (Farsça, Arapça ve Türkçe) şiir yazacak kadar ileri bir dil bilgisine sahip olmuştur. Yazdığı düz yazılarda dahi şairliğin izlerini görmek mümkündür.
Kur'anı ezbere bilen ve "yol" olarak, "İsna Aşeriye'yi (Oniki imama bağlılık) yolunu seçen Fuzulî'nin bağlı bulunduğu bir tarikat adı net olarak bilinmiyor ama, "Ali Murtaza'ya ve pâk soyuna" duyduğu aşk ve muhabbet onun, "vahdet-i vücut" ilkesine inanan bir inanış ile, ilim şehrinin kapısına giden bir "yolcu” olduğunu kolayca anlamış oluyoruz.
Fuzulî, "Hadikatüssuada" (Saadete Ermişlerin Bahçesi) adlı eserinde Tüm Peygamber ve resûllerin Hakk ve hakikat uğruna çektikleri çileleri ve ödedikleri bedelleri anlatır ve Kerbelâ çölünde susuz ve mecalsiz bırakılıp hunharca şehit edilen Hz. Hüseyin'in çektiği çile ve Hakk yolunda ödediği bedel ile karşılaştırır. Hiçbir Peygamberin ve nebinin bu yolda katlandığı çile ve ödediği bedel, Hz. Hüseyin'in katlandığı çile ve ödediği bedel ile kıyaslanamayacağını hatırlatır... Çünkü insan inancı uğrunda; İbrahim gibi "nar"a atılmayı, Zekeriya gibi hızar ile biçilmeyi, İsa gibi çarmıha gerilmeyi Musa ve Muhammed Mustafa gibi ilden il'e sürülmeyi göze alabilir. Ama, 72 yakınını ve canı kadar sevdiği dostları zalimin zulmü altında ve kahr okunun açtığı yaralardan akan kanlar içerisinde görmek ve böylesi bir vahşet saçan zulüme tahammül edebilmek, ancak Hz. Hüseyin'e mahsus bir meziyet olduğunu kendisine has bir dille anlatır Fuzulî Hazretleri.
Safevî devletinin hükümdarı Şah İsmail 1508 de Bağdat'ı ele geçirdiğinde, Fuzulî, dini ve edebî ilim üzerine kendisini yetiştirmiş genç bir şair idi. Şah İsmail, Horasan yakınlarında Özbek Hanı Şeybek'i yenmesi üzerine, ona, Beng-ü Bade (Şarap ve Afyon) mesnevisini yazdı. Kendisi gibi tasavvuf şairi olan Şah İsmail Fuzuli'yi taltif edip değer verdi.
Kanuni Sultan Süleyman (1494-1566) Bağdat-ı ele geçirdiği (1534) Fuzulî, bu fetih için de övgüler içeren kasideler yazdı. Bu övgüleri Kanunî'yi etkiledi ve kendisine evkaf gelirinden günde dokuz akçe maaş bağlandı...
Fuzulî'yi daha sağlığında uzak diyarlara kadar ününü yayan, siyasilere yazdığı övgü kasidelerinden ziyade; Hz. Hüseyin ve Kerbelâ vahşeti hakkında yazdığı duygulu şiirler ve Hakk ile bâtılın savaşındaki mezalimin zulmünü hak ettiği şekilde vermesi "Fuzuli" adını, Taşkent'ten İstanbul'a, Kahire'den Kırım ve Belgrad'a kadar duyurmuş oldu. Fuzuli'nin "Hadikatüssuada" sını okuyan (müslüm-gayri müslüm) tüm insanlar, peygamber nesline yapılan bu vahşi zulümün aslını öğrenmiş oldular. Emevî ve Abbasi yönetimlerinin bu pâk soya karşı takındıkları insanlık dışı tavrın, asıl nedeninin "HAKK VE BATIL", "ZALİM VE MAZLUM" savaşı olduğunu anlayan insanlar, Hz. Peygamber'in ümmetine emanet ettiği Ehlibeyti'ne yakından tanıyıp yanlış bildiklerinden kurtuldular.
Böylece Fuzulî, Ehlibeyte yapılan zulmün üzerine örtülen perdeyi aralamış oldu... 14 asırdan beri Emevî ve Abbasî zulmünün aslını bilmeyenler "Hadikatüssuada"yı okuyunca, "karanlık çağın" kalıntıları olan uydurma "hadislerin" ilimsiz-irfansız felsefenin pençesinden kurtulmuş oldular.
Fuzulî "Beng-ü Bade" (Afyon-Şarap) eserinden İran Şahı Şah İsmail ile Osmanlı Padişah'ı II. Beyazıd (1447-1512)ın arasındaki siyaseti ve politik mücadeleyi işleyerek, Şah İsmail'e itaf etmiştir. Beg-ü Bade, birçok araştırmacı tarafından ele alınıp incelenmiş, yeni baskıları yapılmıştır. Ayrıca 1943'de Hüsnü Lugal ve O. Beşer tarafından Almancaya çevrilmiştir.
Leylâ ve Mecnun (Destan-ı Leylî vü Mecnun ). Klasik Türk edebiyatının mesnevi alanındaki en güzel ürünü sayılır. Bu eserin son ve dikkatli bir basımını Necmettin Halil Onan hazırladı (1955). Fuzuli'nin bu eserine dayanarak, 1907'de Azeri sanatçısı Üzeyir Hacıbeyli'nin yazdığı Leylâ ve Mecnun operası, şairin yakın zamanlarda Türk illerinde devam eden etkisini gösterir. Fuzuli ünlü bir Arap aşk hikâyesine dayanan ve Arap, Fars edebiyatlarından başka Türk edebiyatında da 30 kadar şair tarafından ele alınmış olan bu konuyu canlı, samimi ve etkili bir şekilde işlemiştir.
"Yedi Ulu Ozan" arasında yer alan Fuzulî'nin baba adı Süleyman ve kendisinin asıl adı da Mehmet olduğu bir çok kayıttan anlaşılmaktadır. (5) Doğum tarihi hakkında 1480-1495 veya 1504 gibi tarihler arasında tereddüt edilirken, ölüm tarihi olarak gösterilen (M.1556) tarih de araştırmacı yazarların tereddütleri yoktur.
Doğum yeri olarak; Kerkük, Musul, Kerbelâ, Bağdat, Hille ve Necef'te geçtiği ve bir taun (veba) salgınına yakalanarak, Kerbelâ'da Hakk’a yürüyüp bu şehirde defnedildiği (1556) Fuzulî'yi araştıranlarca kabul edilmektedir.
Fuzulî, önce babası Süleyman'dan daha sonra da Rahmetullah adlı bir hocadan ilim öğrendiği ve çok iyi yetiştiği kabul edilir. Edebî yönde gelişmesi de, Azeri şairi Habibînin (1470-1520?) etkisi olmuş ve üç dilde (Farsça, Arapça ve Türkçe) şiir yazacak kadar ileri bir dil bilgisine sahip olmuştur. Yazdığı düz yazılarda dahi şairliğin izlerini görmek mümkündür.
Kur'anı ezbere bilen ve "yol" olarak, "İsna Aşeriye'yi (Oniki imama bağlılık) yolunu seçen Fuzulî'nin bağlı bulunduğu bir tarikat adı net olarak bilinmiyor ama, "Ali Murtaza'ya ve pâk soyuna" duyduğu aşk ve muhabbet onun, "vahdet-i vücut" ilkesine inanan bir inanış ile, ilim şehrinin kapısına giden bir "yolcu” olduğunu kolayca anlamış oluyoruz.
Fuzulî, "Hadikatüssuada" (Saadete Ermişlerin Bahçesi) adlı eserinde Tüm Peygamber ve resûllerin Hakk ve hakikat uğruna çektikleri çileleri ve ödedikleri bedelleri anlatır ve Kerbelâ çölünde susuz ve mecalsiz bırakılıp hunharca şehit edilen Hz. Hüseyin'in çektiği çile ve Hakk yolunda ödediği bedel ile karşılaştırır. Hiçbir Peygamberin ve nebinin bu yolda katlandığı çile ve ödediği bedel, Hz. Hüseyin'in katlandığı çile ve ödediği bedel ile kıyaslanamayacağını hatırlatır... Çünkü insan inancı uğrunda; İbrahim gibi "nar"a atılmayı, Zekeriya gibi hızar ile biçilmeyi, İsa gibi çarmıha gerilmeyi Musa ve Muhammed Mustafa gibi ilden il'e sürülmeyi göze alabilir. Ama, 72 yakınını ve canı kadar sevdiği dostları zalimin zulmü altında ve kahr okunun açtığı yaralardan akan kanlar içerisinde görmek ve böylesi bir vahşet saçan zulüme tahammül edebilmek, ancak Hz. Hüseyin'e mahsus bir meziyet olduğunu kendisine has bir dille anlatır Fuzulî Hazretleri.
Safevî devletinin hükümdarı Şah İsmail 1508 de Bağdat'ı ele geçirdiğinde, Fuzulî, dini ve edebî ilim üzerine kendisini yetiştirmiş genç bir şair idi. Şah İsmail, Horasan yakınlarında Özbek Hanı Şeybek'i yenmesi üzerine, ona, Beng-ü Bade (Şarap ve Afyon) mesnevisini yazdı. Kendisi gibi tasavvuf şairi olan Şah İsmail Fuzuli'yi taltif edip değer verdi.
Kanuni Sultan Süleyman (1494-1566) Bağdat-ı ele geçirdiği (1534) Fuzulî, bu fetih için de övgüler içeren kasideler yazdı. Bu övgüleri Kanunî'yi etkiledi ve kendisine evkaf gelirinden günde dokuz akçe maaş bağlandı...
Fuzulî'yi daha sağlığında uzak diyarlara kadar ününü yayan, siyasilere yazdığı övgü kasidelerinden ziyade; Hz. Hüseyin ve Kerbelâ vahşeti hakkında yazdığı duygulu şiirler ve Hakk ile bâtılın savaşındaki mezalimin zulmünü hak ettiği şekilde vermesi "Fuzuli" adını, Taşkent'ten İstanbul'a, Kahire'den Kırım ve Belgrad'a kadar duyurmuş oldu. Fuzuli'nin "Hadikatüssuada" sını okuyan (müslüm-gayri müslüm) tüm insanlar, peygamber nesline yapılan bu vahşi zulümün aslını öğrenmiş oldular. Emevî ve Abbasi yönetimlerinin bu pâk soya karşı takındıkları insanlık dışı tavrın, asıl nedeninin "HAKK VE BATIL", "ZALİM VE MAZLUM" savaşı olduğunu anlayan insanlar, Hz. Peygamber'in ümmetine emanet ettiği Ehlibeyti'ne yakından tanıyıp yanlış bildiklerinden kurtuldular.
Böylece Fuzulî, Ehlibeyte yapılan zulmün üzerine örtülen perdeyi aralamış oldu... 14 asırdan beri Emevî ve Abbasî zulmünün aslını bilmeyenler "Hadikatüssuada"yı okuyunca, "karanlık çağın" kalıntıları olan uydurma "hadislerin" ilimsiz-irfansız felsefenin pençesinden kurtulmuş oldular.
Fuzulî "Beng-ü Bade" (Afyon-Şarap) eserinden İran Şahı Şah İsmail ile Osmanlı Padişah'ı II. Beyazıd (1447-1512)ın arasındaki siyaseti ve politik mücadeleyi işleyerek, Şah İsmail'e itaf etmiştir. Beg-ü Bade, birçok araştırmacı tarafından ele alınıp incelenmiş, yeni baskıları yapılmıştır. Ayrıca 1943'de Hüsnü Lugal ve O. Beşer tarafından Almancaya çevrilmiştir.
Leylâ ve Mecnun (Destan-ı Leylî vü Mecnun ). Klasik Türk edebiyatının mesnevi alanındaki en güzel ürünü sayılır. Bu eserin son ve dikkatli bir basımını Necmettin Halil Onan hazırladı (1955). Fuzuli'nin bu eserine dayanarak, 1907'de Azeri sanatçısı Üzeyir Hacıbeyli'nin yazdığı Leylâ ve Mecnun operası, şairin yakın zamanlarda Türk illerinde devam eden etkisini gösterir. Fuzuli ünlü bir Arap aşk hikâyesine dayanan ve Arap, Fars edebiyatlarından başka Türk edebiyatında da 30 kadar şair tarafından ele alınmış olan bu konuyu canlı, samimi ve etkili bir şekilde işlemiştir.
Yedi Ulular
ŞAH İSMAİL HATAYÎ (1487-1524)
Anadolu Alevîlerince, "YEDİ ULULAR" tabiri ile anılan Hakk aşıkı Ozanlarımızdan biri olan "HATAYÎ", Safevi tekkesi şeyhlerinden Şeyh Cüneyd'in torunudur. Şeyh Cüneyd, Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan'ın kız kardeşi Hatice Bengü ile evlenir. Hatice Bengü'den Şeyh Haydar dünyaya gelir. Şeyh Haydar da dayısı Uzun Hasan'ın Kızı Âlem Şah ile evlenir. Şeyh Haydar'ın, Âlem Şah'tan üç oğlu olur. (Ali Sultan, İsmail ve İbrahim)
Şeyh Haydar, Şirvan şahı Ferruh Yesar ile savaşırken, öldürüldü. Yetim kalan üç oğlu esir edilip İştahr kalesine hapsedildiler. Uzun zaman sonra serbest bırakılan yetimler gözaltında tutuldukları sırada babalarının müritleri tarafından Erdebil'e kaçırılmak istenir. Yakalanırlar, İsmail ve İbrahim’in Erdebil’e gönderilmesine müsaade edilirken, büyük kardeş olan Ali Sultan öldürülür. (1493)
İsmail ve İbrahim de sıkı takiptedirler. Rahat bırakılmıyorlardır. Müritleri onları Geylan'a kaçırıp Geylan Hükümdarı Karkeya Mirza Ali'ye teslim ettiler. Karkeya, İsmail'e Hoca tutup okuttu. Ona o devrin en iyi eğitimini temin etti. İsmail çok sıkı bir gizlilik içerisinde yetiştirilmeğe çalışıldı ve bu yüzden de Karkeya hayli baskı ve zorluk gördü. Sonuçta, İsmail çok iyi bir eğitim alarak, 12 yaşında yönetimi ele aldı. Tekke'ye bağlı Müritleri derleyip toparladı. Çocuk yaşta her yönden çevresini irşat eden bir kemalet sergiliyordu. Üzerindeki baskı ve zulüm onu idealinden alıkoyamadığı gibi, daha da kamçılıyordu.
Yazdığı çok yönlü mânâ içeren deyişlerinin günümüzde itikat ve hâz ile söylenip dinlenerek "ders" alınmağa çalışılması O'nun ne derece derin bir "gönül sahibi” olduğunun kanıtıdır.
Dahası; beş asır evvel, Arap ve Fars edebiyatının dilimiz üzerinde hakimiyet kurduğu bir devirde, gayet ârı ve duru bir Türkçe ile deyişler yazıp Türk milletinin "dilinin" gelişmesine de yardımcı olması Şah İsmail Hatayî'nin çok yönlü bir önder kişi olduğunu gösterir. Ne yazık ki; iktidar hırsı ile babasını ve kardeşlerini katledecek kadar gaddar bir zalim hükümdarla karşı karşıya kalması, onu, Muhammed-Ali ve Ehlibeyt yolunda yapacağı birçok yararlı hizmetlerden alıkoymuştur.
Atası Şeyh Safiyyüddin Hz.’lerinin kurduğu tekke hizmetini, "Şeyhlikle şahlığı" birleştirip "Safevi devleti" adı ile bir devlet kuran Şah İsmail, kelimenin tam manası ile bir Hakk aşıkı, bir İslam ve de Muhammed-Ali hayranı olmasına rağmen, Anadolu'da yaşayan insanların büyük bir kesimi 500 seneden beri bu zâtı, "olduğunun" tam tersi olarak tanıma şanssızlığına mahkum edilmiştir... Bu vefasızlığın tek sebebi; Osmanlı Padişahı Yavuz Selim'in, iktidar hırsından kaynaklanan kanlı zulmünün üstünü örtmek için yapılan menfi propagandalardır... Cânlarımıza tavsiyem, Şah İsmail Hatayî ile ilgili kitapları okumalarıdır.
Anadolu Alevîlerince, "YEDİ ULULAR" tabiri ile anılan Hakk aşıkı Ozanlarımızdan biri olan "HATAYÎ", Safevi tekkesi şeyhlerinden Şeyh Cüneyd'in torunudur. Şeyh Cüneyd, Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan'ın kız kardeşi Hatice Bengü ile evlenir. Hatice Bengü'den Şeyh Haydar dünyaya gelir. Şeyh Haydar da dayısı Uzun Hasan'ın Kızı Âlem Şah ile evlenir. Şeyh Haydar'ın, Âlem Şah'tan üç oğlu olur. (Ali Sultan, İsmail ve İbrahim)
Şeyh Haydar, Şirvan şahı Ferruh Yesar ile savaşırken, öldürüldü. Yetim kalan üç oğlu esir edilip İştahr kalesine hapsedildiler. Uzun zaman sonra serbest bırakılan yetimler gözaltında tutuldukları sırada babalarının müritleri tarafından Erdebil'e kaçırılmak istenir. Yakalanırlar, İsmail ve İbrahim’in Erdebil’e gönderilmesine müsaade edilirken, büyük kardeş olan Ali Sultan öldürülür. (1493)
İsmail ve İbrahim de sıkı takiptedirler. Rahat bırakılmıyorlardır. Müritleri onları Geylan'a kaçırıp Geylan Hükümdarı Karkeya Mirza Ali'ye teslim ettiler. Karkeya, İsmail'e Hoca tutup okuttu. Ona o devrin en iyi eğitimini temin etti. İsmail çok sıkı bir gizlilik içerisinde yetiştirilmeğe çalışıldı ve bu yüzden de Karkeya hayli baskı ve zorluk gördü. Sonuçta, İsmail çok iyi bir eğitim alarak, 12 yaşında yönetimi ele aldı. Tekke'ye bağlı Müritleri derleyip toparladı. Çocuk yaşta her yönden çevresini irşat eden bir kemalet sergiliyordu. Üzerindeki baskı ve zulüm onu idealinden alıkoyamadığı gibi, daha da kamçılıyordu.
Yazdığı çok yönlü mânâ içeren deyişlerinin günümüzde itikat ve hâz ile söylenip dinlenerek "ders" alınmağa çalışılması O'nun ne derece derin bir "gönül sahibi” olduğunun kanıtıdır.
Dahası; beş asır evvel, Arap ve Fars edebiyatının dilimiz üzerinde hakimiyet kurduğu bir devirde, gayet ârı ve duru bir Türkçe ile deyişler yazıp Türk milletinin "dilinin" gelişmesine de yardımcı olması Şah İsmail Hatayî'nin çok yönlü bir önder kişi olduğunu gösterir. Ne yazık ki; iktidar hırsı ile babasını ve kardeşlerini katledecek kadar gaddar bir zalim hükümdarla karşı karşıya kalması, onu, Muhammed-Ali ve Ehlibeyt yolunda yapacağı birçok yararlı hizmetlerden alıkoymuştur.
Atası Şeyh Safiyyüddin Hz.’lerinin kurduğu tekke hizmetini, "Şeyhlikle şahlığı" birleştirip "Safevi devleti" adı ile bir devlet kuran Şah İsmail, kelimenin tam manası ile bir Hakk aşıkı, bir İslam ve de Muhammed-Ali hayranı olmasına rağmen, Anadolu'da yaşayan insanların büyük bir kesimi 500 seneden beri bu zâtı, "olduğunun" tam tersi olarak tanıma şanssızlığına mahkum edilmiştir... Bu vefasızlığın tek sebebi; Osmanlı Padişahı Yavuz Selim'in, iktidar hırsından kaynaklanan kanlı zulmünün üstünü örtmek için yapılan menfi propagandalardır... Cânlarımıza tavsiyem, Şah İsmail Hatayî ile ilgili kitapları okumalarıdır.
Yedi Ulular
NESÎMÎ (ölm.1404 veya 1418)
(Seyyid İmad Al-Din)
Sufî bir Türk şairi ve Hurufî bir "Enel Hak"çı olduğu bilinen Seyyid Nesimi, Bağdat civarında Nasîm adlı nahiyede dünyaya geldiği için Nesimî mahlas aldığı söylenir ise de aynı eserde gösterilen kaynağın inandırıcı olmadığından söz edilir.(6)
Anadolu Alevîleri arasında; "Hakk'ın ademde tecelli ettiğini" canı pahasına savunan ve bu yolda diri diri derisini yüzdürüp Hakk yolunda canını cananına kurban verip bedel ödeyen bir şehit derviş olarak bîlinir seyyid Nesimî.
"Yedi Ulu" ozanlar arasında anılan Nesimî; kardeşi Şah Hasan tarafından "Sırrı ifşa etmemesi" hususunda uyarılmasına rağmen, (7) "Hakkın kamil insanda zuhur ettiğini ve bu küre üzerinde varlığımızdan maksat, bu sırra erip özümüzü tanıyarak, kemalete ermemizden ibaret olduğunu daha fazla gizleyemeyeceğini" söyledi ve bu gerçeği ifşa eden şiirlerle cahil insanları uyarmaya çalıştı. Fakat "özünden" haberdar olmayan inkar güruh, Nesimî'nin açığa vurduğu gerçeği "ters" yorumlayıp onu, Allahlık davasında bulunan Firavunla eşit görüp ölüme mahkum ettiler.
Nesimî, bir rivayete göre M. 1404'de bir diğer rivayete göre de M.1418'de Haleb'de diri diri sırtının derisi yüzülüp sokaklarda halka teşhir ettirilerek öldürüldü... Bu acı vahşeti gerçekleştiren hükümdar için de kaynaklar değişik isimler vermektedirler. Bir kaynak, Çerkez Memluklarından Berkukoğlu Nasirüddin Ferec zamanında Nesimî'nin , idam edildiğini yazarken (9), diğer bir kaynak , Nesimî'nin , Haleb niyâkebetinde bulanan emir Yaş-Bey zamanında derisi yüzülmek suretiyle idam edildiğini yazmaktadır. (10)
Burada da görüyoruz ki, bu Hakk dostlarının söylediği uyarıcı sözler, bazı art niyetli inkarcılar tarafından kasıtlı olarak yanlış yorumlanıp böylece susturulmak istenmiştir. Katledilmeleri yetmemiş, eserleri ve isimleri bilinçlerden silinsin diye ne lazımsa yapılmıştır. Bu yüzden de ne doğumları ne yaşamları, ne de ölümleri hakkında net bir bilgi elde etmek mümkün olamıyor. Bu uyarıcı gerçek erleri, kağıt üzerindeki kayıtlardan silmişler ama Hakk dostlarının gönül defterlerinden silememişler. İnsanoğlu varolduğu müddetçe, bu Hakk dostları onların gönlünde taht kurup yaşayacaklardır.
Sözlü geleneğimizden bize intikâl eden bir anlatıma göre: Nesimî, "Enel Hak" (Allah'ın üflediği ruh/enerji vasıtasıyla) "Hakk adem de tecelli etmiştir." dediğinden dolayı, Hallac-ı Mansur'un akıbetine uğrayıp idama mahkum olunca; diri diri derisini yüzüp halka ibret olsun diye Haleb'in sokaklarında gezdiriyorlardı. Bu yaşlı dervişi kan-revan içerisinde gören bir kadın, "vah vah biçare derviş sen ne hata yaptın ki sana bu zulüm reva görüldü?" diye sorar. Nesimî, "Doğruyu söyledim suçum bu" der. Kadın tatmin olmaz, işin asılını öğrenmek isteğiyle üsteler. Nesimî, bu defa kadına: "Doğruyu söylediğime inanmıyorsun ama, eğer sana da doğruyu söylersem sen de benim cezalandırmamı istersin. "Kadın," söyle bakalım."der. Nesimî, "sen falan şahısla eşini neden aldattın!" deyince.
- Kadın: " Keşke gözlerini de oysalardı da göremez olsaydın" der.
Nesimî'nin de diğer Hakk dostları gibi ölümünden sonra, (bazı eserlerde) kerametinden bahsedilmektedir. Örneğin: Nesimî, Haleb'de derisi yüzülünce, derisini sırtına alıp Haleb'in 12 kapısından çıkarak sır olduğu kaydı vardır. (11)
Seyyid Nesimî, devrin tasavvuf ehli bilginleri ile hem-dem olup "vahdet-i vücut" ilkesine inanmış bir sufî olarak, Şeyh Siblî'ye derviş olduğu ve daha sonra da, Fazll Allah'a intisap ettiği kaydına rastlıyoruz. (12)
Adı geçen eserde, Nesimî, Sultan Murad (Hüdâverdigâr) zamanında Anadolu'ya geçtiği kaydı da vardır.
"İlim şehri"ne giden yolun yolcusu olup ilim şehrinin kapısı olan Ali Murtaza'nın katarına katılan Nesimî, "Pîr"i gibi şehitlik şerbetini de nuş edip erenler yoluna "iz" bırakmıştır.
Bu bırakılan "iz"den ders ve ibret alan gönül insanları, Hakk yolunu bulmuş, "tarik-i nâzenin" katarına katılmışlardır.
Hz. Peygamberimizin, kendinden evvel ki Resullerden aldığı ve Ehlibeyt'ine miras bıraktığı "nur-u ilahî" meşalesinin ışığında yol alan atalarımız maddi-manevi bedel ödemek pahasına "yol" un erkânını sürüp günümüze kadar getirmişlerdir. Bundan sonra da bu sorumluluk ve bedel ödeme gelecek kuşaklara düşmektedir. Tarik-i müstakim üzere olanlara aşk olsun
(Seyyid İmad Al-Din)
Sufî bir Türk şairi ve Hurufî bir "Enel Hak"çı olduğu bilinen Seyyid Nesimi, Bağdat civarında Nasîm adlı nahiyede dünyaya geldiği için Nesimî mahlas aldığı söylenir ise de aynı eserde gösterilen kaynağın inandırıcı olmadığından söz edilir.(6)
Anadolu Alevîleri arasında; "Hakk'ın ademde tecelli ettiğini" canı pahasına savunan ve bu yolda diri diri derisini yüzdürüp Hakk yolunda canını cananına kurban verip bedel ödeyen bir şehit derviş olarak bîlinir seyyid Nesimî.
"Yedi Ulu" ozanlar arasında anılan Nesimî; kardeşi Şah Hasan tarafından "Sırrı ifşa etmemesi" hususunda uyarılmasına rağmen, (7) "Hakkın kamil insanda zuhur ettiğini ve bu küre üzerinde varlığımızdan maksat, bu sırra erip özümüzü tanıyarak, kemalete ermemizden ibaret olduğunu daha fazla gizleyemeyeceğini" söyledi ve bu gerçeği ifşa eden şiirlerle cahil insanları uyarmaya çalıştı. Fakat "özünden" haberdar olmayan inkar güruh, Nesimî'nin açığa vurduğu gerçeği "ters" yorumlayıp onu, Allahlık davasında bulunan Firavunla eşit görüp ölüme mahkum ettiler.
Nesimî, bir rivayete göre M. 1404'de bir diğer rivayete göre de M.1418'de Haleb'de diri diri sırtının derisi yüzülüp sokaklarda halka teşhir ettirilerek öldürüldü... Bu acı vahşeti gerçekleştiren hükümdar için de kaynaklar değişik isimler vermektedirler. Bir kaynak, Çerkez Memluklarından Berkukoğlu Nasirüddin Ferec zamanında Nesimî'nin , idam edildiğini yazarken (9), diğer bir kaynak , Nesimî'nin , Haleb niyâkebetinde bulanan emir Yaş-Bey zamanında derisi yüzülmek suretiyle idam edildiğini yazmaktadır. (10)
Burada da görüyoruz ki, bu Hakk dostlarının söylediği uyarıcı sözler, bazı art niyetli inkarcılar tarafından kasıtlı olarak yanlış yorumlanıp böylece susturulmak istenmiştir. Katledilmeleri yetmemiş, eserleri ve isimleri bilinçlerden silinsin diye ne lazımsa yapılmıştır. Bu yüzden de ne doğumları ne yaşamları, ne de ölümleri hakkında net bir bilgi elde etmek mümkün olamıyor. Bu uyarıcı gerçek erleri, kağıt üzerindeki kayıtlardan silmişler ama Hakk dostlarının gönül defterlerinden silememişler. İnsanoğlu varolduğu müddetçe, bu Hakk dostları onların gönlünde taht kurup yaşayacaklardır.
Sözlü geleneğimizden bize intikâl eden bir anlatıma göre: Nesimî, "Enel Hak" (Allah'ın üflediği ruh/enerji vasıtasıyla) "Hakk adem de tecelli etmiştir." dediğinden dolayı, Hallac-ı Mansur'un akıbetine uğrayıp idama mahkum olunca; diri diri derisini yüzüp halka ibret olsun diye Haleb'in sokaklarında gezdiriyorlardı. Bu yaşlı dervişi kan-revan içerisinde gören bir kadın, "vah vah biçare derviş sen ne hata yaptın ki sana bu zulüm reva görüldü?" diye sorar. Nesimî, "Doğruyu söyledim suçum bu" der. Kadın tatmin olmaz, işin asılını öğrenmek isteğiyle üsteler. Nesimî, bu defa kadına: "Doğruyu söylediğime inanmıyorsun ama, eğer sana da doğruyu söylersem sen de benim cezalandırmamı istersin. "Kadın," söyle bakalım."der. Nesimî, "sen falan şahısla eşini neden aldattın!" deyince.
- Kadın: " Keşke gözlerini de oysalardı da göremez olsaydın" der.
Nesimî'nin de diğer Hakk dostları gibi ölümünden sonra, (bazı eserlerde) kerametinden bahsedilmektedir. Örneğin: Nesimî, Haleb'de derisi yüzülünce, derisini sırtına alıp Haleb'in 12 kapısından çıkarak sır olduğu kaydı vardır. (11)
Seyyid Nesimî, devrin tasavvuf ehli bilginleri ile hem-dem olup "vahdet-i vücut" ilkesine inanmış bir sufî olarak, Şeyh Siblî'ye derviş olduğu ve daha sonra da, Fazll Allah'a intisap ettiği kaydına rastlıyoruz. (12)
Adı geçen eserde, Nesimî, Sultan Murad (Hüdâverdigâr) zamanında Anadolu'ya geçtiği kaydı da vardır.
"İlim şehri"ne giden yolun yolcusu olup ilim şehrinin kapısı olan Ali Murtaza'nın katarına katılan Nesimî, "Pîr"i gibi şehitlik şerbetini de nuş edip erenler yoluna "iz" bırakmıştır.
Bu bırakılan "iz"den ders ve ibret alan gönül insanları, Hakk yolunu bulmuş, "tarik-i nâzenin" katarına katılmışlardır.
Hz. Peygamberimizin, kendinden evvel ki Resullerden aldığı ve Ehlibeyt'ine miras bıraktığı "nur-u ilahî" meşalesinin ışığında yol alan atalarımız maddi-manevi bedel ödemek pahasına "yol" un erkânını sürüp günümüze kadar getirmişlerdir. Bundan sonra da bu sorumluluk ve bedel ödeme gelecek kuşaklara düşmektedir. Tarik-i müstakim üzere olanlara aşk olsun
Yedi Ulular
PİR SULTAN ABDAL
Osmanlı Padişahı Yavuz Selim ile Sefavî Hanedanı Şah İsmail arasındaki siyasi çatışmanın sonucu; Anadolu'daki Türkmen kökenli Alevî'ler Osmanlı Yönetiminin zulüm ve katliamına hedef olmuştur. Osmanlı Hanedanının, Alevî Türkmenlere karşı takındığı bu siyasi haset, mazlum kanı dökmekle kalmamış, Toplu katliamlardan daha kötüsü; Şeyhül İslam fetvaları ile Anadolu insanının kafasına yerleştirilen asılsız isnat-iftira ve karalamalar olmuştur.
Bu siyasi haset ve hak tanımazlık yüzünden, yapılan kıyımlarda birçok masum insanın canına kıyıldığı gibi; çağının eşsiz Ozanı ve "Ehlibeyt" (Muhammed-Ali ve Pâksoy)un aşıkı olan Pir Sultan Abdal'ın da canına kıyılarak, Sivas' da asılmıştır.
Osmanlı iktidarına asi olup isyan çıkardığı uydurması ile idam edilen Pir Sultan Abdal'ın şiir ve deyişlerini tetkik ettiğimiz de görülecektir ki; Pir Sultan bir siyaset adamı olmaktan uzak, bir halk Ozanı ve bir Hakk aşıkıdır.Osmanlı Yönetimi’nin Anadolu Türkmenlerine uyguladığı "baskı, zulüm ve katliamları" sazı ve sözü ile dile getirip kınayan ve bir yerde o günün "Basın" görevini yapıp halkın sıkıntılarına tercüman olmuştur Pir Sultan.
Günümüzde de bu baskı ile "halkı susturma" usulü, zaman zaman iktidarların başvurduğu bir yöntemdir. İktidarların, milletine karşı işledikleri en ağır (insanlık suçu sayılan) hataların üstü örtülürken, kişilerin veya toplumların haklı talepleri, iktidarlar tarafından "isyan" kabul edilip en ağır cezalarla cezalandırılıyor!..
Pir Sultan' da böylesi bir zulme uğramış ve siyasi otorite tarafından Türk ulusuna "asi" olarak tanıtılmıştır... Osmanlı saltanatı yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar, Pir Sultan Abdal'ı ( Anadolu insanının çoğunluğu) gerçek kişiliği ile tanıyamadı. Cumhuriyet kurulduktan sonra, Türk milleti, "Osmanlı Ümmeti" olmaktan kurtulup özüne döndü ve "ulus millet" oldu. Ulus millet olmasını sağlayan kültürel örfler, âdetler ve felsefi inançlar Hacı Bektaş Veli gibi Hakk erenler ve Pir Sultan gibi Hakk aşıkı Ozanlar vasıtası ile devamlılık sağladığı Cumhuriyetin kurucuları tarafından fark edilip okullarda yeni nesil çocuklarımıza tanıtıldı...
Fakat bu "gerçekçilik" çok sürmeden önü kesilip Osmanlı Saltanatının ümmetçi zihniyeti geri getirilmek istendi. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin okullarında, "bizi biz yapan" değerlerimiz birer birer yok edilmeğe başlandı! Bu yüzden de devletimiz ve milletimiz büyük zararlar gördü ve halen de zarar görmeğe devam ediyoruz.
Pir sultan Abdal ve nice Hakk erenlerimiz gerçek dışı tanıtıldığından ve bazı çevrelerin baskısı yüzünden bu Ulu Hakk dostlarının isimlerini dahi ağzımıza alamadık. Böylece, sistemli bir siyasetle bu gönül erleri unutturulmak istendi. İnsanlık dışı bu zihniyet güdenlerin bilmedikleri bir şey vardı, o da: " HAKK-MUHAMMED-ALİ" aşkı ile yanıp tutuşan Anadolu insanının sevgi ile yaşayan gönül âlemleri idi. Yazılı belgeleri yakılıp yok edilse dahi, bu gönül erleri sözlü gelenek ile bu Hakk erenlerin, "ÖGÜT-NASİHAT-UYARI ve EHLİBEYT'E MUHABBET DUYGULARI İLE DOPDOLU" deyiş ve mersiyelerini dilden dile, obadan obaya taşıyarak, ulu öncülerinin felsefe ve inançlarını yaşattılar. Tabii ki bu yaşam kolay olmadı.Maddi-manevi çok bedel ödediler.Ama yaşanan “AHLÂKSAL YAŞAM ve BARIŞIK DÜZENİN”in sağladığı huzur, güven, saygı, sevgi, hoşgörü ve özveri daha doğrusu insanı insan yapan erdemliliklerin kazanımı bu ağır bedelleri ödemeğe değerdi. Dağ köylerinde, verimsiz topraklar üzerinde, horlanmış ve katledilmeleri vacip kılınmış vaziyette yaşayan bu Alevi Türkmenler; sorunlarını kendi içlerinde sorgulayıp "Hak ve Adalet" üzere vicdan terazisinde tartarak karara bağladılar.. Polisi, Jandarmayı, Hakimi ve savcıyı meşgul etmeden ve yalancı şahit dinletip Allah'a asi olmadan davalarını sonuçlandırdılar, sorunlu olanlarını barıştırıp niyazlaştırdılar ve dualarla cemaattaki yerlerini aldırdılar...
Dünyada bir eşi bulunmayan böylesi bir inanç sistemine ve de bu potada pişip kemalete erişen, Pir Sultan'lar gibi ulu zâtlara yapılan isnat-iftira ve katliamın değerlendirmesini vicdanının sesini duyabilen okurlarımıza bırakıyoruz ve halen daha bu yanlış düşünce içerisinde yaşayanların da, uyarılmaları için Cenabı Allah'ın inayetine sığınıyoruz. PİR SULTAN’IN yaşamı ve idamı hakkında bir çok anlatım vardır. En düşündürücü tarafı da sıradan biri durumunda olmayan Pir Sultan gibi canını bir "cânânının yolunda" feda edebilen bir zatın, ne doğum ne de idam tarihi hakkında net bir kayıt bulmak mümkün değil. Pir Sultan'ı araştırıp-inceleyen ve hakkında kitap yazan birçok araştırmacı-yazar vardır. Bu yazarların ilki, merhum Sadettin Nüzhet Ergun,Pir Sultan'ı araştırdı, yazdı. Konuya merak salan diğer yazarlar da Pir Sultan'ı yazmadan edemediler. Pertev Naili Boratav, Abdülbaki Gölpınarlı, Cahit Öztelli ve İbrahim Aslanoğlu gibi araştırmacı yazarlar Pir Sultan hakkında araştırma yaparken, birçok "Pir Sultan" ismi tespit ettiler. (13)
Sivas-Yıldızeli ilçesinin; Çırçır kasabasına bağlı Banaz köyünde yaşadığı kabul edilen Pir Sultan, çevresinde "Bir Hakk aşıkı ve bir eren zat" olarak tanınır. Herkes onun duasını alıp işine gidermiş... Rivayet odur ki: Hafik ilçesinin Sofular köyünde Hızır adında bir genç, köyünden çıkıp Banaz'a gelir. Pir Sultanın yanında azap durur ve mürit olur. Hızır görür ki, Pir Sultan kime dua ediyorsa o makam mevki sahibi oluyor. Hızır, "Pirim, bana da dua etsen, ben de bir makam sahibi olsam olmaz mı?" der Pir Sultan, "olur Hızır olur. Sana da dua ederim. Makam-mevki sahibi de olursun ama korkarım ki salahiyet eline geçince, beni asıp idam edersin!" Pir Sultan'ın duası ile türlü nimetlere erişenleri gören Hızır, onun geleceğini görüp sezdiğini anlayamadı ve talebinde ısrarlı oldu... Pir Sultan ona dua edip himmet etti.
Hızır İstanbul'a gitti. Saray'a girdi. Çeşitli görevlerde başarı gösterip vezirliğe kadar yükselerek, Sivas'a Vali atandı. Pirini makamına davet edip ona sofra kurdurdu. Pir Sultan yemeklere baktı ve "Hızır senin bu yemeklerin haram para ile meydana gelmiş, benim köpeklerim dahi bu haram yemekleri yemezler" demiş... Bu söze içerleyen Hızır, bunu ispatını istemiş Pir Sultan, köpeklerini ünlemiş. Köpekler gelince, haram denilen yemekleri yememişler fakat başka bir helal yemek verilince onu yemişler.
Bu durumda onuru kırılan Hızır, onurunu kurtarmak için Pirini tutuklatmış. Daha sonra pişman olup pîrini serbest bırakmak istemiş ve ona şart koşmuş: "Pirim, sana İran Şahına taraftar olduğun söyleniyor. Şah adı geçmeyen üç deyiş söyle seni serbest bırakayım"der. Fakat, Pir Sultan söylediği üç deyişin sonunu da "Şah" kelimesi ile bağlar. Bu duruma daha da bozulan Hızır, öfkelenip "asın bunu!" diye buyruk verir.
Pir Sultan'ın idamı ile ilgili bu kısa özet herkesçe bilinen söylentidir... Hal bu ise, o günkü ortamda, Anadolu halkının üzerinde estirilen ağır vergiler ve dolayısıyla baskı ve zulüm vardır. Ayrıca, İran Şahına taraftar olduğu savı ile Türkmen Aleviler hakkında verilen birçok idam fermanları (14) ve bu zulme karşı halkın sesini sazı ve sözü ile dile getiren Pir Sultan, Osmanlı Hanedanının kahır okuna hedef olup idama mahkum edilmiştir. Yoksa, "haram yemeği yemedi" bahanesi ile Pir Sultan gibi bir Halk Ozanını idam etmek mümkün olamazdı.
Takdire şayandır ki, Pir Sultan da, Hz. Hüseyin gibi zulme boyun eğmeden, yiğitçe, son sözünü şöyle sürdürmüş:
Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Toprakkale denilen zindanda bir hayli tutuklu bekletilen Pir Sultan, çektiği çileyi de şöyle dile getiriyor;
Kale'nin kapısı taştan demirden
Yanlarım çürüdü yaştan yağmurdan
Bir kimsem yoktur ki dostu çağırtam
Açılın kapılar şaha gidelim.
Osmanlı Padişahı Yavuz Selim ile Sefavî Hanedanı Şah İsmail arasındaki siyasi çatışmanın sonucu; Anadolu'daki Türkmen kökenli Alevî'ler Osmanlı Yönetiminin zulüm ve katliamına hedef olmuştur. Osmanlı Hanedanının, Alevî Türkmenlere karşı takındığı bu siyasi haset, mazlum kanı dökmekle kalmamış, Toplu katliamlardan daha kötüsü; Şeyhül İslam fetvaları ile Anadolu insanının kafasına yerleştirilen asılsız isnat-iftira ve karalamalar olmuştur.
Bu siyasi haset ve hak tanımazlık yüzünden, yapılan kıyımlarda birçok masum insanın canına kıyıldığı gibi; çağının eşsiz Ozanı ve "Ehlibeyt" (Muhammed-Ali ve Pâksoy)un aşıkı olan Pir Sultan Abdal'ın da canına kıyılarak, Sivas' da asılmıştır.
Osmanlı iktidarına asi olup isyan çıkardığı uydurması ile idam edilen Pir Sultan Abdal'ın şiir ve deyişlerini tetkik ettiğimiz de görülecektir ki; Pir Sultan bir siyaset adamı olmaktan uzak, bir halk Ozanı ve bir Hakk aşıkıdır.Osmanlı Yönetimi’nin Anadolu Türkmenlerine uyguladığı "baskı, zulüm ve katliamları" sazı ve sözü ile dile getirip kınayan ve bir yerde o günün "Basın" görevini yapıp halkın sıkıntılarına tercüman olmuştur Pir Sultan.
Günümüzde de bu baskı ile "halkı susturma" usulü, zaman zaman iktidarların başvurduğu bir yöntemdir. İktidarların, milletine karşı işledikleri en ağır (insanlık suçu sayılan) hataların üstü örtülürken, kişilerin veya toplumların haklı talepleri, iktidarlar tarafından "isyan" kabul edilip en ağır cezalarla cezalandırılıyor!..
Pir Sultan' da böylesi bir zulme uğramış ve siyasi otorite tarafından Türk ulusuna "asi" olarak tanıtılmıştır... Osmanlı saltanatı yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar, Pir Sultan Abdal'ı ( Anadolu insanının çoğunluğu) gerçek kişiliği ile tanıyamadı. Cumhuriyet kurulduktan sonra, Türk milleti, "Osmanlı Ümmeti" olmaktan kurtulup özüne döndü ve "ulus millet" oldu. Ulus millet olmasını sağlayan kültürel örfler, âdetler ve felsefi inançlar Hacı Bektaş Veli gibi Hakk erenler ve Pir Sultan gibi Hakk aşıkı Ozanlar vasıtası ile devamlılık sağladığı Cumhuriyetin kurucuları tarafından fark edilip okullarda yeni nesil çocuklarımıza tanıtıldı...
Fakat bu "gerçekçilik" çok sürmeden önü kesilip Osmanlı Saltanatının ümmetçi zihniyeti geri getirilmek istendi. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin okullarında, "bizi biz yapan" değerlerimiz birer birer yok edilmeğe başlandı! Bu yüzden de devletimiz ve milletimiz büyük zararlar gördü ve halen de zarar görmeğe devam ediyoruz.
Pir sultan Abdal ve nice Hakk erenlerimiz gerçek dışı tanıtıldığından ve bazı çevrelerin baskısı yüzünden bu Ulu Hakk dostlarının isimlerini dahi ağzımıza alamadık. Böylece, sistemli bir siyasetle bu gönül erleri unutturulmak istendi. İnsanlık dışı bu zihniyet güdenlerin bilmedikleri bir şey vardı, o da: " HAKK-MUHAMMED-ALİ" aşkı ile yanıp tutuşan Anadolu insanının sevgi ile yaşayan gönül âlemleri idi. Yazılı belgeleri yakılıp yok edilse dahi, bu gönül erleri sözlü gelenek ile bu Hakk erenlerin, "ÖGÜT-NASİHAT-UYARI ve EHLİBEYT'E MUHABBET DUYGULARI İLE DOPDOLU" deyiş ve mersiyelerini dilden dile, obadan obaya taşıyarak, ulu öncülerinin felsefe ve inançlarını yaşattılar. Tabii ki bu yaşam kolay olmadı.Maddi-manevi çok bedel ödediler.Ama yaşanan “AHLÂKSAL YAŞAM ve BARIŞIK DÜZENİN”in sağladığı huzur, güven, saygı, sevgi, hoşgörü ve özveri daha doğrusu insanı insan yapan erdemliliklerin kazanımı bu ağır bedelleri ödemeğe değerdi. Dağ köylerinde, verimsiz topraklar üzerinde, horlanmış ve katledilmeleri vacip kılınmış vaziyette yaşayan bu Alevi Türkmenler; sorunlarını kendi içlerinde sorgulayıp "Hak ve Adalet" üzere vicdan terazisinde tartarak karara bağladılar.. Polisi, Jandarmayı, Hakimi ve savcıyı meşgul etmeden ve yalancı şahit dinletip Allah'a asi olmadan davalarını sonuçlandırdılar, sorunlu olanlarını barıştırıp niyazlaştırdılar ve dualarla cemaattaki yerlerini aldırdılar...
Dünyada bir eşi bulunmayan böylesi bir inanç sistemine ve de bu potada pişip kemalete erişen, Pir Sultan'lar gibi ulu zâtlara yapılan isnat-iftira ve katliamın değerlendirmesini vicdanının sesini duyabilen okurlarımıza bırakıyoruz ve halen daha bu yanlış düşünce içerisinde yaşayanların da, uyarılmaları için Cenabı Allah'ın inayetine sığınıyoruz. PİR SULTAN’IN yaşamı ve idamı hakkında bir çok anlatım vardır. En düşündürücü tarafı da sıradan biri durumunda olmayan Pir Sultan gibi canını bir "cânânının yolunda" feda edebilen bir zatın, ne doğum ne de idam tarihi hakkında net bir kayıt bulmak mümkün değil. Pir Sultan'ı araştırıp-inceleyen ve hakkında kitap yazan birçok araştırmacı-yazar vardır. Bu yazarların ilki, merhum Sadettin Nüzhet Ergun,Pir Sultan'ı araştırdı, yazdı. Konuya merak salan diğer yazarlar da Pir Sultan'ı yazmadan edemediler. Pertev Naili Boratav, Abdülbaki Gölpınarlı, Cahit Öztelli ve İbrahim Aslanoğlu gibi araştırmacı yazarlar Pir Sultan hakkında araştırma yaparken, birçok "Pir Sultan" ismi tespit ettiler. (13)
Sivas-Yıldızeli ilçesinin; Çırçır kasabasına bağlı Banaz köyünde yaşadığı kabul edilen Pir Sultan, çevresinde "Bir Hakk aşıkı ve bir eren zat" olarak tanınır. Herkes onun duasını alıp işine gidermiş... Rivayet odur ki: Hafik ilçesinin Sofular köyünde Hızır adında bir genç, köyünden çıkıp Banaz'a gelir. Pir Sultanın yanında azap durur ve mürit olur. Hızır görür ki, Pir Sultan kime dua ediyorsa o makam mevki sahibi oluyor. Hızır, "Pirim, bana da dua etsen, ben de bir makam sahibi olsam olmaz mı?" der Pir Sultan, "olur Hızır olur. Sana da dua ederim. Makam-mevki sahibi de olursun ama korkarım ki salahiyet eline geçince, beni asıp idam edersin!" Pir Sultan'ın duası ile türlü nimetlere erişenleri gören Hızır, onun geleceğini görüp sezdiğini anlayamadı ve talebinde ısrarlı oldu... Pir Sultan ona dua edip himmet etti.
Hızır İstanbul'a gitti. Saray'a girdi. Çeşitli görevlerde başarı gösterip vezirliğe kadar yükselerek, Sivas'a Vali atandı. Pirini makamına davet edip ona sofra kurdurdu. Pir Sultan yemeklere baktı ve "Hızır senin bu yemeklerin haram para ile meydana gelmiş, benim köpeklerim dahi bu haram yemekleri yemezler" demiş... Bu söze içerleyen Hızır, bunu ispatını istemiş Pir Sultan, köpeklerini ünlemiş. Köpekler gelince, haram denilen yemekleri yememişler fakat başka bir helal yemek verilince onu yemişler.
Bu durumda onuru kırılan Hızır, onurunu kurtarmak için Pirini tutuklatmış. Daha sonra pişman olup pîrini serbest bırakmak istemiş ve ona şart koşmuş: "Pirim, sana İran Şahına taraftar olduğun söyleniyor. Şah adı geçmeyen üç deyiş söyle seni serbest bırakayım"der. Fakat, Pir Sultan söylediği üç deyişin sonunu da "Şah" kelimesi ile bağlar. Bu duruma daha da bozulan Hızır, öfkelenip "asın bunu!" diye buyruk verir.
Pir Sultan'ın idamı ile ilgili bu kısa özet herkesçe bilinen söylentidir... Hal bu ise, o günkü ortamda, Anadolu halkının üzerinde estirilen ağır vergiler ve dolayısıyla baskı ve zulüm vardır. Ayrıca, İran Şahına taraftar olduğu savı ile Türkmen Aleviler hakkında verilen birçok idam fermanları (14) ve bu zulme karşı halkın sesini sazı ve sözü ile dile getiren Pir Sultan, Osmanlı Hanedanının kahır okuna hedef olup idama mahkum edilmiştir. Yoksa, "haram yemeği yemedi" bahanesi ile Pir Sultan gibi bir Halk Ozanını idam etmek mümkün olamazdı.
Takdire şayandır ki, Pir Sultan da, Hz. Hüseyin gibi zulme boyun eğmeden, yiğitçe, son sözünü şöyle sürdürmüş:
Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Toprakkale denilen zindanda bir hayli tutuklu bekletilen Pir Sultan, çektiği çileyi de şöyle dile getiriyor;
Kale'nin kapısı taştan demirden
Yanlarım çürüdü yaştan yağmurdan
Bir kimsem yoktur ki dostu çağırtam
Açılın kapılar şaha gidelim.
Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi