You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

Türkiyede akademik ünvan almada karsılasılan güçlükler

Türkiyede akademik ünvan almada karsılasılan güçlükler

Posting Freak
Türkiyede akademik ünvan almada karsılasılan güçlükler
GİRİŞ
AKEDEMİK KARİYER YAPMAK İSTEYENLER;

Trakya Üniversitesi Yardımcı Doçent Doktoru Sayın Kazım Yıldırımın Bir Yazısını Okudum Olduğu Gibi Buraya Taşıyorum.


Ülkemizde yükseköğretime çağdaş bir düzen getirmek amacıyla, cumhuriyet tarihi boyunca zaman zaman reform niteliğinde düzenlemeler yapma ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

1933, 1944, 1970 ve 1980'li yıllarda bu anlamda bir dizi çalışma gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların en sonuncusu Yükseköğretime yeni düzenlemeler getiren “4 Kasım 1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu”dur.


1980 yılına kadar çok çeşitli ve dağınık bir yapı gösteren yükseköğretim kurumları üniversite çatısı altında toplanarak dağınıklıktan kurtarılmış ve disipline edilmişlerdir. 1980 yılına kadar üniversitede yetiştirmeye çalıştığımız akademisyen seviyesindeki öğretim elemanları oldukça zor denebilecek sınavlardan sonra derse girmeye hak kazanabiliyorlardı. Bu uygulama uzun yıllar ülkemizde akademisyen yetişmesini engellemişti. Fakat aynı yıllarda "akademi" adıyla açılmış bulunan yükseköğretim kurumlarından daha kolay unvan sahibi olunabiliyordu. O dönemdeki akademiler, akademik unvanın temeli sayılan doktora çalışması yaptırmadan, öğretim elemanlarının çalışma sürelerini de dikkate alarak, yeterlilik tezleriyle “doktorasız doçent ve profesör” unvanlarını çok daha kolay bir biçimde verebilmekteydi. Bir müddet sonra bu ve benzeri durumlar o dönemdeki üniversitelerle akademiler arasında önemli çatışmalara yol açmıştı. Aynı dönemde, yukarıda da işaret edildiği gibi üniversitelerde unvan almak oldukça zor şartlara bağlanmıştı; unvan alanlar da çeşitli bahanelerle hemen derslere sokulmuyordu. Bu durum hem rahatsızlık yaratıyor ve hem de yetişmiş insanımızın enerjisini tüketiyordu. Özellikle doktoralarını veya tıpta uzmanlık alanında çalışmalarını tamamlamış genç, enerjik ve aynı zamanda çalışmaya hevesli çok sayıdaki insanımız atıl bir durumdaydı.

2547 sayılı kanun, o zaman için tıkanmış ve çatışmalı bulunan bu sistemin önünü açtı. Doktorasını veya tıpta uzmanlık eğitimini tamamlamış olan öğretim elemanlarını yardımcı doçent yaparak “yeni bir akademik unvan” türetti. Bu akademik unvan Amerika'daki yardımcı profesörlüğün karşılığıydı. Yeni kanun, Türkiye genelinde dağılmış yeni üniversitelerin açılmasını sağlarken, yetişmiş fakat kanun yoluyla önü tıkalı binlerce akademik personeli harekete geçirerek o günün şartlarında çok önemli bir hizmeti gerçekleştirmişti. Hareket geçen bu akademik personel, enerjisini bilime harcayarak ülke düzeyinde önemli gelişmeler sağlamışlardı.

Ancak 2547 sayılı kanunun getirdiği bu yeni sistem ve yeni atılım, zamanla getirilen zor sınavlar ve sübjektif değerlendirme kriterleri yüzünden tekrar tıkanmayla karşı karşıya kaldı. Ülkemizin çok sayıda yeni üniversitelere ve yetişmiş öğretim elemanlarına ihtiyacı varken, yetişen elemanlarımızı, şartlarını her geçen gün zorlaştırdığımız yabancı dil sınavları ve ısmarlama jürilerle âdeta yıldırmış bulunmaktayız. Aslında “bugünkü bütün medeni dünyanın kabul ettiği akademik unvan doktora veya tıpta uzmanlık” olmasına rağmen, Yükseköğretim Kurulu gün geçtikçe sübjektif ve zor sınavlarla bazı unvanların elde edilmesini zorlaştırmıştır.

Milli Eğitim Bakanlığı Araştırma, Plânlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı tarafından her yıl yayınlanan "Milli Eğitim Sayısal Veriler 2000" kitapçığındaki rakamlara göre 1999-2000 öğretim yılındaki “toplam 22131 öğretim üyesinin 8239'u profesör, 4774'ü doçent ve 9118'i yardımcı doçent”tir. Rakamlardan da anlaşıldığı gibi şu andaki Yükseköğretim Kurulu mevzuatına göre akademik unvanlar içerisinde doçentliğin elde edilmesi zorlaştırılırken, profesör ve yardımcı doçentlik unvanları daha kolay elde edilebilen unvanlar hâline getirilmiştir. Bu durum bilimsel bazda unvan sıralamasına aykırıdır. Genel olarak unvanlar küçük olandan büyük olana bir seyir takip etmesi gerekir. Fakat rakamlardan da anlaşıldığı gibi doçentlik unvanı, istatistik bilimcilerini de hayretler içinde bırakan bir sapma göstermektedir. İstatistik biliminde hata olamayacağına göre, hiçbir yoruma sapmadan sistemin hatalı olduğunu açık ve net olarak belirtmek gerekir. Tekrar belirtiyoruz: Sistem hatalıdır. Sistemin hatasını genç, dinamik akademisyenlerimiz; zararını ise, ülkemiz çekmektedir. Akademisyenlerimizi genç yaşlarında bıktırıp, enerjilerini yanlış yollara harcamasını sağlıyoruz.
Benden evvel ben oldum
Beni bende ben buldum
Sahralara indim durdum
Bana Ali dediler

Merdan idim dirildim
Her bedene verildim
Kırk Kapı dört makamda
Öldüm öldüm dirildim.

Mürşit Zöhre Ana..
Posting Freak
Türkiyede akademik ünvan almada karsılasılan güçlükler
Unvan Almada Karşılaşılan Güçlükler;

2547 sayılı kanuna göre kimlerin kaç makale, araştırma, bildiri, kitap ile yardımcı doçent, doçent veya profesör olacağı belli değildir. Konu, tamamen, oluşturulan jürilerin niyetine bırakılmıştır. Jüriler ise; dekan, rektör ve Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenmektedirler. Adayların yaptıkları bilimsel çalışmalara ilişkin jüriler tarafından raporlar, bazı hâllerde dekan, rektör veya Yükseköğrenim Kurulu'nun niyet ve tutumlarına göre şekil alabilmektedir. Doktorası biter bitmez hemen kadrosu ilân edilip tespit edilen jürilerle ve sadece doktora teziyle yardımcı doçent yapıldığı gibi, doktorasını bitirdiği hâlde kadrosu müsait olmasına rağmen yıllarca bekletilen öğretim elemanları da vardır. Üniversitelerde yapılacak ciddi bir denetim, bu duruma giren yüzlerce öğretim elemanının varlığını tespit edecektir. Bu keyfiliklerin ve çifte standardın dayandığı temel noktalar; samimi ilişkiler, tanıdık, bazen de akraba bağlantısı olabilmektedir. Bunun yanında ideolojik görüşlerin ve sübjektif inisiyatiflerin rolünü de küçümsememek gerekir.


Üniversitedeki mevcut unvanların nasıl alınabildiği konusu ayrıntılı olarak ele alınırsa; sübjektif değerlendirmeler; çifte standartlar ve yaşanan keyfiliklerin neler olduğu daha iyi anlaşılabilir, 2547 sayılı yasaya göre ülkemizdeki akademik unvanlar, yani öğretim üyeliği; yardımcı doçent, doçent ve profesörden oluşmaktadır. Bilindiği gibi yardımcı doçentlik jürilerini ilgili yüksekokul müdürü veya fakülte dekanı, profesörlük jürilerini ilgili rektörlüğün yönetim kurulu, doçentlik jürilerini ise, Yükseköğretim Kurulu belirlemektedir.
Benden evvel ben oldum
Beni bende ben buldum
Sahralara indim durdum
Bana Ali dediler

Merdan idim dirildim
Her bedene verildim
Kırk Kapı dört makamda
Öldüm öldüm dirildim.

Mürşit Zöhre Ana..
Posting Freak
Türkiyede akademik ünvan almada karsılasılan güçlükler
Yardımcı Doçentlik

2547 sayılı kanunun 3. maddesi (m) fıkrasına göre öğretim üyesi; yardımcı doçent, doçent ve profesör olarak tarif edilmiştir. Yardımcı doçentlik, “dünyada sadece bizim ülkemize mahsus bir unvan” olarak, 2547 sayılı kanunla ilk defa olarak 1981 yılında ihdas edilmiştir. O tarihlerde bir ihtiyaç olarak, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yardımcı profesörlük (Assistant Profesör) karşılığı olarak düşünülmüştür. Sonradan en çok mağdur edilen kesim bunlar olmuştur. Şartları zorlaştırılan yabancı dil sınavları, tek taraflı ve keyfi olarak oluşturulan jüriler ve sübjektif kriterler yüzünden hak ettikleri noktaya ulaşmaları engellenmiştir. Bu öğretim üyeleri, üniversitelerdeki idari kademelerde çalışarak üniversite, fakülte ve yüksekokulların yükünü omuzlarında taşımış ve taşımaya da devam etmektedirler. Pek çoğu kendi sahasında akademik çalışmalar yaptırmış; yüzlerce lisans ve lisansüstü öğrencisinin yetişmesinde etkili olmuş, tezler yönetmiş, yüksek lisans ve doktora öğrencilerini yetiştirmişlerdir.

Durum bu iken ve Türkiye yeni üniversitelere ihtiyaç duyarken, üstelik öğretim üyelerine duyulan ihtiyaç gün geçtikçe artarken, yetişmiş insan gücünü sübjektif değerler ve zor yabancı dil sınavları sonucu saf dışı bırakmak, çok akılcı bir anlayış değildir. 2547 sayılı kanunun 3. maddesi (m) fıkrasına göre, başlangıçta "öğretim üyesi" sıfatını taşıyan her öğretim elemanının, üniversitelerde kısmi statülerde çalışması öngörülmüştü. Sonradan, söz konusu kanunun ilgili maddelerinde değişiklik yapılarak, önce profesörler, sonra da doçentlerin daimi statüyle atanmaları sağlandı. “Yardımcı doçentlerin kısmi statüdeki atanmaları devam ettirilerek, sürekli olarak baskı altında tutuldu.” Söz konusu baskıların, bazı üniversitelerde, açık veya gizli tehdit şekline dönüştüğü dahi söylenmiştir.

Aslında öğretim üyelerini (profesör, doçent ve yardımcı doçent), kısmi statüde çalıştırmanın amacı, yeni açılan üniversitelerin öğretim üyesi ihtiyacını karşılamaktı. Özellikle Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük merkezlere yığılmış öğretim üyelerinin diğer üniversitelere dengeli dağılımını hedeflemişti. Fakat büyük tepkilere yol açtığı için, “önce profesörler, sonra doçentler daimi statüye alındı”lar. Yardımcı doçentlerin kısmi statüleri devam ettirilerek, açıkça bir haksızlık yapıldı. Yasanın eşitliğe aykırı bu maddesinden dolayı (23. madde) bugün 12 yıl yardımcı doçentlik yaptıktan sonra öğretim görevlisi veya okutman statüsünde çalışmak zorunda bırakılan veya bu duruma düşmemek için emekli olan çok sayıda yetişmiş öğretim üyesi bulunmaktadır. Bu ayıp bile, 2547 sayılı kanunun ve bu kanunla oluşturulan yetkili organların, yardımcı doçentlere bakışını açıklamaya yeterlidir.

Aslına bakılırsa, çağdaş dünyanın diğer ülkelerinde, akademisyenlik doktora ile sınırlıdır. “Doktoranın dışındaki diğer unvanlar ülkelere göre değişiklik arz eder.” Bu unvanlar da tecrübe ve birikime göre olmaktadır. Meselâ Fransa'da, İngiltere'de, ABD'de, Avustralya'da, İtalya'da yardımcı doçentlik ve doçentlik unvanları yoktur. Doçentlik unvanı, Avrupa ülkeleri içerisinde sadece Almanya'da vardır. Amerika Birleşik Devletleri'nde yardımcı profesörlük ve çok istisnai olarak profesörlük unvanı vardır. Doktoradan sonra bazı ülkeler bir veya en fazla iki unvan (o da profesörlüğü çok istisna yapmak suretiyle) öngörürken, ülkemizde doktoradan sonra üç unvan bulunmaktadır.

Başlangıçta oldukça iyi niyetle ve yetişmiş akademik personelin önünü açmak amacıyla çıkarılan, mevcut doçentlerin statüsünü bozmamak için Amerika'daki sisteme benzer nitelikte ihdas edilen yardımcı doçentlik unvanı, sonradan “üniversite içerisinde gittikçe etkili bir konuma ulaşan bir kısım profesör ve doçent unvanlılar” tarafından, gerek derece, gerek atama ve gerekse idari konuma getirme konularında, sınırlı statüde bırakılarak mağdur olmalarına yol açılmıştır.

Mağduriyetlerin en önemlisi, “yardımcı doçentlerin belirli sürelerle atanmış olmaları”dır. Çıkarılan 4584 sayılı kanun ile bu konu ortadan kaldırılmak istenmiş olmakla beraber, uygulamada değişik yorumlar ve farklılıklar yaşanmaktadır. Bilindiği gibi, 22.6.2000 tarih ve 4584 sayılı "Yükseköğretim Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi İle Bu Kanuna Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanun"a eklenen geçici 47. maddesinde, "Yardımcı doçentlik kadrosunda görev yapan öğretim elemanlarının çalışma sürelerindeki sınırlama kaldırılmıştır" hükmüne yer verilmiştir. Mağduriyetleri gidermeye yönelik olan bu hüküm, “üniversite rektörlüklerince, farklı algılanmakta, farklı yorumlanmakta ve farklı uygulamalar yapılmakta”dır. Rektörlerin bir kısmı, geçici maddenin esas maddeyi değiştirmediğini, bu hükmün, sadece af süresi için ön görülen zaman diliminde süreleri dolan yardımcı doçentleri kapsadığını, mevcut durumun ve atamaların eskisi gibi "ikişer veya üçer yıllık sürelerle" devam ettirilmesi gerektiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu anlayıştakiler, uygulamayı bu düşünce doğrultusunda sürdürme eğilimindedirler. Süre deyimi ile, on iki yılın kaldırıldığını; "iki" veya "üç yıllık" sürelerin devam etmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Bir kısmı da geçici maddenin, bu sınıfa giren öğretim üyelerinin haklarını garanti altına almaya yönelik olduğunu, süre sınırlaması getiren ilgili madde değişinceye kadar en son çıkan kanun hükmünün geçerli olduğunu ve tüm süreleri kapsadığını belirtmişlerdir. Hukuk mantığına ve kanunun amacına uygun olan da budur. Öyle anlaşılıyor ki, yasamanın yaptığı kanunu, kendi düşüncelerine göre yorumlayarak eski sistemi aynen sürdürme eğilimi gösteren bazı rektörler, 4584 sayılı kanunun, yardımcı doçentler için öngördüğü süresiz atamadan pek hoşnut olmamışlardır. Yükseköğretim Kurulu ise, şu ana kadar konuyla ilgili olarak düşüncelerini netleştirmemiştir. Oysa yoruma gerek kalmaksızın, kanun metninde, açık olarak, "... çalışma sürelerindeki sınırlama" deyimi ile, "süreler" kelimesi, çoğul olarak kullanılmıştır. 4584 sayılı kanunda kullanılan "... sürelerdeki..." deyimi, 2547 sayılı kanunun 23. Maddesi, (a) bendi ikinci paragrafında belirtilen, "... ikişer veya üçer yıllık süreler için en çok 12 yıla kadar atanabilirler" hükmünün tamamını kapsamaktadır. Zira, 2547 sayılı kanunda geçen "... süreler..." deyimi, her üç süre için ortak kullanılmıştır. Kaldı ki 12 yıllık süreyi kaldırıp "ikişer" veya "üçer" yıllık süreleri arada bırakmanın hukuki veya mantıki izahı olabilir mi? İki veya üç yılın sonunda atama gerçekleştirilmezse, bu durum sürelerden dolayı olmayacak mıdır? O zaman neyin süresi kaldırılmıştır? Şu anda süre konusuyla ilgili olarak mağduriyetleri devam eden öğretim üyeleri vardır. Anayasanın eşitlik prensibine de aykırı olan bu şekil, yardımcı doçentlik unvanını taşıyan öğretim üyelerini mağdur etmiştir.

Çok önemli bir mağduriyet de derece konusunda yaşanmaktadır. “Yardımcı doçentlerin, 3. dereceden yukarıya terfi etmeleri engellenmiştir.” Üniversitelerde akademik unvana sahip olsun veya olmasın bütün öğretim elemanları, yani okutmanlar, öğretim görevlileri, uzmanların vb. 2914 Sayılı Üniversite Personel Kanunu ve 78 sayılı kanun hükmünde kararnamenin üniversitelere tahsis ettiği kadro cetvellerine göre, 1. dereceye terfi etmelerinde bir engel bulunmazken, yardımcı doçentlerin 3. dereceden yukarıya terfi etmeleri imkânsız hâle getirilmiştir. Bu da ayrı bir haksızlıktır.

Başka bir mağduriyet de, merkezi yabancı dil sınavı konusunda yaşanmaktadır. Yardımcı doçentler, sahip oldukları unvanları elde edinceye kadar; yüksek lisans, doktora ve yardımcı doçentlik aşamalarında, yabancı dil sınavlarına girip başarılı olmuşlardır. Bu başarılarına rağmen, "olmadı bir daha" mantığıyla, “yeniden merkezi yabancı dil sınavına tabi tutulmaları” ayrı bir haksızlıktır. 2547 sayılı kanun, ilk çıktığı yıllarda (Yürürlük tarihi: 01.11.1981), doçentlik unvanına sahip olup profesör olmak isteyenlere de, şimdiki sisteme benzer merkezi yabancı dil sınavı öngörmüştü. “Birkaç kez sınava girip başarılı olamayan o dönemdeki doçentler”, bu duruma şiddetle itiraz ettiler, kısa süre sonra 2547 sayılı kanunun ilgili maddesi değiştirilerek, profesör olmak isteyen doçentlerden yabancı dil sınavı şartı kaldırıldı. Böylece “profesörlük daha kolay elde edilebilen bir unvan oldu”. Bunun açık göstergesi, doçent olduktan sonra, zorunlu beş yılın sonunda, hemen herkesin profesör unvanını çok rahat elde etmeleridir. Bu sürenin sonunda profesör olamayanların çoğu, bilimsel eksiklikten ziyade, yönetim kademeleriyle sağlıklı ilişki kuramaması veya yönetim kademeleriyle düşünce paralelliğinin bulunmamasıdır. Ciddi bir denetim sonucunda durumun böyle olduğu görülecektir.

Yardımcı doçentlikten doçentliğe geçişte çok iş istenmesine rağmen, doçentlikten profesörlüğe, kanuni beş yıllık zorunlu bekleme süresi dışında, birkaç yayın yeterli olabiliyor. (Kanunda, yayın sayısı, yayın niteliği çok açık olarak belirtilmemiştir). Dolayısıyla bu unvan, çok rahatlıkla elde edilebiliyor. Sürenin sonunda doçent olamayanların çoğu, yukarıda da belirtildiği gibi bilimsel yetersizlikten ziyade, başka sebeplerle bu unvanı elde edemiyorlar. Doçent olduktan sonra, kanuni beş yıllık zorunlu bekleme süresinin sonunda, profesör olamayanların yüzde kaç olduğu araştırılırsa, belirttiğimiz görüşün sonucu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.Milli Eğitim Bakanlığı, "Milli Eğitim Sayısal Veriler 2000", kitapçığına göre Türkiye çapında, 1999-2000 öğretim yılı için 8239 profesör, 4774 doçent, 9118 yardımcı doçent bulunmaktadır. İstatistik bilgisine çok az sahip olanların bile, rakamların hangi gerçeği ifade ettiğini açıklıkla anlayabileceklerini zannediyoruz.
Benden evvel ben oldum
Beni bende ben buldum
Sahralara indim durdum
Bana Ali dediler

Merdan idim dirildim
Her bedene verildim
Kırk Kapı dört makamda
Öldüm öldüm dirildim.

Mürşit Zöhre Ana..
Posting Freak
Türkiyede akademik ünvan almada karsılasılan güçlükler
Doçentlik
Ülkemizde akademik kariyer olarak doçentlik unvanı 18.06.1946 tarihinde, 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu ile kabul edilmiştir. Daha sonra 20.06.1973 tarihinde kabul edilen ve 07.07.1973 tarihinde yürürlüğe giren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu ile sınavında değişiklik yapılmıştır. En son değişiklik ise 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile gerçekleştirilmiştir. “2547 sayılı Kanun, doçentlik için bir ayırıcılık getirmiştir”. 24. Madde, "Doçentlik Sınavı" başlığını taşımaktadır. Diğer öğretim üyeleri için sınav değil, "yükseltme ve atama" öngörülmüştür. 2547 sayılı kanunda, yardımcı doçentler için, kanun ve yönetmelikte belirtilen, yabancı dil sınavı ve üç öğretim üyesinin, eserleri hakkındaki görüşleri dikkate alınarak ilgili birimin yönetim kurulu teklifi, rektörün onayı; profesörlük unvanı için ise, beş kişilik jürinin raporları, üniversite yönetim kurulu ve rektörün onayı ile gerçekleştirilir. Atamaların tamamı, tek taraflıdır. Bu sebeple liyakat ve çalışkanlıktan ziyade, kişisel ilişkiler, kişisel dostluklar, siyasi görüş ve düşünceler ön plâna çıkmaktadır.

2547 sayılı kanunun 24. Maddesi, "Doçentlik Sınavı" için önce merkezi yabancı dil sınavından başarılı olmayı öngörmüştür. Şartları Yükseköğretim Kurulunca belirlenen ve oldukça zor olan, doçentlik yabancı dil sınavından, başlangıçta yetmiş alma şartı vardı. Sonra KPDS sınavıyla birleştirildi ve yetmiş alma şartı devam ettirildi. Şimdi ise ÜDS şekline dönüştürülerek en az 65 almak şartı getirilmiştir. ÜDS'de 65 alarak başarılı olan adaylar, üniversiteler aracılığıyla doçentlik sınavı için Yükseköğretim Kuruluna müracaat ederler. Yükseköğretim Kurulu ilgili biriminin, her aday için, bilgisayar marifetiyle tespit ettiğini iddia ettiği beş kişilik jüriler oluşturur. Ancak jürilerin bu şekilde oluşturulması çok tartışma yaratmaktadır. Bilgisayarla nasıl tespit edildiği, bilgisayar kuralarının kimler tarafından ve ne şekilde çekildiği, belli ve şeffaf olmadığı için karanlık kalmaktadır. Çoğunlukla, bir aday için bilgisayarın belirlediği öğretim üyeleri, nasıl oluyorsa, her seferinde aynı kişilerden oluşuyor. İşte bu ve benzeri olumsuzluklar, ister istemez büyük rahatsızlıklara yol açmaktadır.

Merkezi yabancı dil sınavından (ÜSD) en az 65 alanların, doçentlik bilim sınavının bundan sonraki aşaması iki kademede gerçekleşmektedir.

1) Jüri tarafından adayın yaptığı bilimsel çalışmaların (eserlerin) incelenmesi,

2) Eser incelemesi olumlu sonuçlanırsa adayın tabi tutulacağı sözlü sınav.

Gerek eser incelemesi esnasında, gerekse sözlü sınavlarda jürinin neyi ölçü olarak kabul edeceği, eserleri hangi kriterlere göre, nasıl değerlendireceği, sözlü sın avda ne tip sorular soracakları, adayı neye göre sınavdan geçirecekleri, sınavda başarı için neleri ne kadar bilmesi gerektiği, en önemlisi sınava giren adayın ne gibi hakkı olduğu, bu hakkını nasıl kullanacağı konusunda kesin bir ölçü mevcut değildir. Her şey beş kişilik jüriden üçünün verebileceği olumlu veya olumsuz karara bırakılmıştır. Olumsuzluk hâlinde, jürinin raporları ilgili üniversite daire başkanının nezaretinde sadece okunabiliyor, fotokopi veya sureti dahi alınamıyor. Adayın kendi eserleri ve çalışmaları hakkında yazılmış raporlar alması kadar tabii bir şey olabilir mi? Aslında, adayın varsa bilimsel hataları açık ve net olarak belirtilmeli, hataların düzeltilmesi için yardımcı olunmalıdır.

Bugün Türkiye'de “sadece dört makale ile doçent olanların varlığı” iddia edildiği gibi, on veya yirmi eserle bu unvanı elde edemeyen akademisyenler de bulunmaktadır. Doçentlik unvanı için akademisyenlerin çok sıkça tekrarladıkları şey, "doçentlik unvanı elde edilmiyor, veriliyor; jüri tarafından ikram ediliyor". Yani diğer unvanlarda olduğu gibi bu unvanı elde etmede de objektif kriterlerin varlığından söz etmek mümkün değildir. Her şey jürinin niyet ve görüşüne bırakılmıştır. Hattâ söylentilerin doğruluk payı varsa, bazı jüri üyeleri, adayların bilimsel çalışmaları hakkında olumlu ve olumsuz olmak üzere iki rapor hazırlıyorlar; sınav jürisinin bulunduğu merkeze gidiyorlar ve duruma göre, yani ağırlık noktasına göre iki raporundan birini kullanarak adayın doçent olması veya olmamasını sağlıyorlar!..

Açıkçası jürilerin hangi kriterleri ölçü aldığı belli değildir. Kanunun ilgili maddesi ve ona dayanılarak çıkarılan yönetmelikte de ölçüler net ve objektif değildir. Kimin kaç makale, kaç kitap, kaç bildiri, kaç çalışma, kaç yayın vb. ile müracaat edebileceği de açık olmadığı gibi; kaç eser, kaç çalışma, kaç yayınla doçent olduğu veya olacağı da net değildir. Her şey beş kişilik jürinin sübjektif ölçülerine, insafına, adayların dostluk çabalarına kalmıştır. Bunun yanı sıra, “alanında öğretim üyelerinin yokluğu bahane edilerek üç kişilik jüriler de oluşturuluyor”. Üç kişi olarak kurulan jüriler için genel kanı, doçent adayın işi "garanti" şeklindedir.



Sistemin problemli olduğu Yükseköğretim Kurulu tarafından da bilinmektedir. Bu amaçla ilgili kurul tarafından oluşturulan komisyon, problemlerle ilgili rapor hazırlamış ve çözüm için önerilerde bulunmuştur.

Üniversitelerarası Kurulun 9 kasım 1998 gün ve 2354 sayılı yazısıyla Prof. Dr. Tamer Başoğlu, Prof. Dr. Üstün Ergüder, Prof. Dr. Fethi İdiman, Prof. Dr. Gülsüm Sağlamer, Prof. Dr. İsmail Tosun (yürütücü)'dan olmak üzere "Doçentlik Sınavlarında Karşılaşılan Sorunlar"ı incelemek üzere oluşturulan bu komisyon, "2547 sayılı kanunun 24. maddesi ile Doçentlik sınav yönetmeliği uyarınca yapılan doçentlik sınavlarının uygulanması sırasında ortaya çıkan sorunları ve bu sorunların giderilmesi amacıyla alınması gereken önlemleri" değerlendirmiştir. Komisyon, Cumhuriyet gazetesinin eki olan Bilim ve Teknik dergisini zikrederek, diğer basın organları yoluyla kamuoyuna duyuran aksaklıkları dikkate alarak inceleme yaptığını belirtmiştir. Komisyonun tespitlerine göre, 1996, 1997 ve 1998 yıllarında doçentlik sınavına başvuranların sayısı her yıl önemli bir düşüş kaydederken, bu yıl 3 yıl içerisinde doçentlik sınavlarına baş vuran adayların % 40-45'i sağlık bilimlerine; gerisi diğer alanlara yönelik olmuştur.

Son üç yılda doçentlik sınavına baş vuran aday sayısı ve kurulan jürilere ilişkin bilgiler (Kaynak: Üniversitelerarası Kurul, Haziran 1999, Ankara, s.3.) incelendiğinde, 1996'da 2767 aday müracaat ederken, bu sayı 1997'de 2056, 1998'de ise 1834'e düşmüştür. Türkiye'nin bu alandaki ihtiyacı her yıl artarken, getirilen zor sınavlar ve sübjektif değerlendirmeler yüzünden rakam her yıl biraz daha aşağı düşmektedir. Bu tablo, gelişmek arzusunda bulunan Türkiye için olumlu değildir.

Burada değişik sorular karşımıza çıkmaktadır:

1) 2547 sayılı kanunda diğer öğretim üyeleri için merkezi sınav öngörülmediği hâlde doçentlik için buna niçin gerek duyulmuştur? Meselâ “profesörlük unvanı, doçentlik unvanından daha mı önemsizdir?”

2) Doçentlik unvanı, tabloda görüldüğü gibi her geçen yıl zorlaştırılarak daha az sayıda akademisyenin bu unvanı elde etmeleri sağlanırken, doçentliğe göre daha üst akademik unvan olan profesörlük niçin kolaylaştırılmıştır? Yoksa “profesörlük doçentlikten daha alt seviyede bir unvan olarak mı değerlendiriliyor?” Doçent olabilmesi için her bir adayın, en az kaç makale, kaç bildiri, kaç kitap yazması gerekir? Doçentlik için adayların en az çalışma süresi ne olmalıdır? Şu anda doçent olanların kaç eser, kaç makale, kaç çalışmayla bu unvanı elde ettiğine dair objektif bir denetim yapılmış mıdır? Doçent olabilmek için bilimsel yayınlarla ve sözlü sınavlarla ilgili olarak belli bir ölçü var mıdır? Meselâ doktoradan sonra çok az sayıda çalışmayla, (söz gelimi sadece dört beş makaleyle) doçent olanların sayısı kaçtır? Gerçekten üç kişilik jürilerle adeta özel olarak doçent yapılanlar var mıdır? Varsa kaç kişidir ve bu kişilerin kaç eserle doçent olabildikleri konusunda ciddi bir denetim yapılmış mıdır?

3) “Yabancı dili gereklilikten zorunluluğa dönüştürmenin gayesi” nedir? Yabancı dil sınavı yüksek lisans, doktora, yardımcı doçentlik seviyesinde yapıldığı hâlde, doçentlik seviyesinde niçin tekrarlanıyor? Yabancı dil bilimden önemli midir?

4) Kurulan jüriler hangi ölçüleri değerlendireceklerdir? Değerlendirme kriterleri ne olacaktır? Adayın kişisel düşünceleri, siyasi görüşü mü, yoksa yaptığı bilimsel çalışmalar, yetiştirdiği öğrenciler, bilime kazandırdığı hizmetler mi? Adayın yaptığı eserlerin ölçüleri neye göre yapılmaktadır? Bu konuda geliştirilmiş objektif ölçüler var mıdır?

Bu tip sorular bugün için cevap verilmesi gereken önemli sorulardır.
Benden evvel ben oldum
Beni bende ben buldum
Sahralara indim durdum
Bana Ali dediler

Merdan idim dirildim
Her bedene verildim
Kırk Kapı dört makamda
Öldüm öldüm dirildim.

Mürşit Zöhre Ana..
Posting Freak
Türkiyede akademik ünvan almada karsılasılan güçlükler
Profesörlük

2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa göre, “en kolay elde edilen unvan profesörlük”tür. Profesörlüğü elde edebilmenin temel şartı, başta üniversite rektörü olmak üzere yönetim kademesiyle iyi geçinmektir. Her akademik unvanın elde edilmesinde olduğu gibi, profesörlük atamasında da açıkça olmasa bile, siyasi fikir ve düşüncelerin hesaba katılmış olabileceğini göz ardı etmemek lâzımdır. Şu hâlde profesör olabilmenin şartlarından birisi ve en önemlisi yönetimle iyi geçinmek, ikincisi ise kişisel duygu ve düşünce paralelliğidir.

”Doçent olan bir akademisyen, yönetim kademesiyle herhangi bir sıkıntısı yoksa, beş yılın sonunda kurulan jürilerle hiçbir zorluk çekmeden profesör olmaktadır.” Jüriler, üniversite veya Yüksek Teknoloji Enstitüleri'nin yönetim kurulu tarafından seçilmektedir. Bu kurullar genel olarak rektörlerin inisiyatifindendir. Kurullar, rektör inisiyatifi ile kurulduğu için adayın profesör olması veya olmaması, bir ölçüde rektörün isteğine bırakılmıştır. Kanuna göre yönetim kurulları, fakat esasta ise rektörler, profesör adayının çalışmalarını istediği beş profesöre göndererek jürileri oluşturmaktadır. (2547 sayılı kanunun 26. maddesinde, yönetim kurullarının, jürileri kimlerden ve nasıl belirleyeceğine dair kesin, belirgin hükümler yer almamaktadır.) Jüride yer alan profesörler, adayın çalışmaları hakkında olumlu veya olumsuz raporlar yazarak, profesörlüğe atanması veya atanmaması konusunda etkili olmaktadırlar. Ancak, gerek jürilerin rektör tarafından oluşturulması, gerekse raporların yazılım şekli tartışma götürmektedir. Meselâ, bazı hallerde jüride yer alan profesörlere kişisel yakınlık ve dostluklarla telefon, direkt ilişki yahut başka yollarla ulaşılarak, raporların isteğe uygun yazdırılması mümkün olabildiği iddiası çok yaygındır.

Sistem, adeta keyfilik ve sübjektif ölçülerle doludur. Bundan dolayı gün geçtikçe problemin boyutları artarak devam etmektedir. “Problemin acilen giderilmesi, ülkenin en değerli zenginlik kaynağı olan yetişmiş insanımızın zevkle çalışır hâle getirilmesi kaçınılmaz olmuştur.” Bu amaçla, 2547 sayılı kanunun tamamı; özellikle baştan aşağı sübjektif, tek taraflı, ağır yabancı dil ve bilim sınavlarının ve akademik sıfatların yeniden gözden geçirilmesinin zorunlulukları vardır.

Yapılacak yeni bir çalışmayla, “akademisyenliği doktorayla sınırlı tutmak”, doktorasını bitirenleri yardımcı profesör yapmak, profesörlüğü ise istisnai bir duruma getirmek lâzımdır. Ayrıca yönetim kademesini bütün öğretim üyelerine açık hale getirmek gerekmektedir. Şu andaki yönetim kademelerinde doçent ve yardımcı doçentlerin büyük bir etkinliği söz konusu değildir. Rektör, dekan, müdür gibi idari kademelerde, öğretim üyelerinin tamamının, (yardımcı doçent, doçent ve profesör), belli süreler için seçimle görev üstlenmeleri sağlanmalıdır. Üniversite, fakülte, enstitü, yüksekokul gibi birimlerde, senato, kurul ve yönetim kurullarında öğretim üyeleri üniversitedeki sayı oranlarına göre, belirli yıllar için, yine seçimle iş başına gelmelidirler. Hiç değilse, üniversitedeki her öğretim elemanını, kurullarda (üniversite senato ve yönetim kurulu ile fakülte, yüksekokul, bölüm vb. kurul, yönetim kurulu ve varsa diğer kullarda) eşit temsil imkânına kavuşturulmalıdır.
Benden evvel ben oldum
Beni bende ben buldum
Sahralara indim durdum
Bana Ali dediler

Merdan idim dirildim
Her bedene verildim
Kırk Kapı dört makamda
Öldüm öldüm dirildim.

Mürşit Zöhre Ana..
Posting Freak
Türkiyede akademik ünvan almada karsılasılan güçlükler
Sn. Yardımcı Doçent Doktor Kazım Yıldırım'ın Bu Öne Sürdüğü Görüşleri İçin Formulleride Vardır İşte O Formüller;

Yardımcı Doçentlik İçin.

1) Yardımcı doçentlik, sadece bizim ülkemize mahsus bir unvan olduğu için kaldırılması ve mevcutların doçentliğe terfi ettirilmesi sağlanabilir. Böylece merkezi yabancı dil sınavı ve doçentlik bilim jürilerinin sübjektif değerlendirmeleri sona erer ve yardımcı doçentler gerçekten hak ettikleri noktalara ulaşarak mağduriyetleri ortadan kalkmış olur;

2) Akademisyenliği doktora ile sınırlı tutarak, Amerika Birleşik Devletleri'nde olduğu gibi, profesörlük unvanını çok istisnai bir duruma getirerek, doktoradan sonra herkesin (belli bir yıl veya eser sayısı konabilir), yardımcı profesör olmaları sağlanabilir. Hem yardımcı doçentlik, hem de doçentlik unvanları kaldırılır. Bize göre en sağlıklı yol, ülke gerçeğine en uygun çözüm yolu budur.

Doçentlik İçin

1) Akademik unvanın temelini doktora ile sınırlı tutmak; yardımcı doçentlikte olduğu gibi doçentliğin kaldırılmasını sağlamak; Amerika Birleşik Devletleri'ndeki gibi yardımcı profesörlük ve istisnai olarak profesörlük unvanı getirmek olmalıdır. Mevcut doçentler yardımcı profesör, uluslararası önemli başarı gösterenler profesör yapılabilir. "Öğretim Üyeliğine Yükseltme ve Atama Kanunu" ile objektif ölçüler getirilmelidir. Türkiye'nin şartları bu sisteme daha uygundur.

2) Almanya sistemi sürdürülecekse, doçentlik sistemi devam ettirilecek demektir. Bu durumda doçentlik, doktoradan sonraki ilk akademik unvan olmalı, akademik unvanlar için "Öğretim Üyeliğine Yükseltme ve Atama Kanunu" yapılarak doçentlik ve profesörlük için çağdaş dünyanın (özellikle Almanya'nın) kabul ettiği objektif ölçüler getirilmelidir. İnsanların önü sübjektif kriterlerle kesilerek, yılgınlık ve bıkkınlığa yol açılmamalıdır.

Mevcut sistemde, doçentlik sınavı, oluşturulduğu günden itibaren, hem zor, hem de sübjektif olmuştur. Zorluk, ağır yabancı dil sınavlarıyla, sübjektivizm ise, daha ziyade yayınların "niteliği", "orijinalliği", bunların "yeterli" olup olmaması ve sözlü sınavlarla ilgili olmuştur. "Nitelik", "orijinallik" ve "yeterlilik" ölçüleri net olarak ortaya konulmamıştır. Keyfi tutumların ve sübjektif değer ölçülerinin ortadan kalkması için yayınların hangi tür dergilerde ve sayısının en az kaç olması gerektiği önceden belirtilmeli, bir daha "nitelik", "orijinallik" ve "yeterlilik" konusu gündeme gelmemeli, sözlü sınavlar tamamen kaldırılmalıdır. Yabancı dil sınavı ise, doktora aşamasından sonraki her akademik kademede mutlaka kaldırılmalıdır.
Benden evvel ben oldum
Beni bende ben buldum
Sahralara indim durdum
Bana Ali dediler

Merdan idim dirildim
Her bedene verildim
Kırk Kapı dört makamda
Öldüm öldüm dirildim.

Mürşit Zöhre Ana..

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren Pir Zöhre Ana Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri İletişim bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.