Yüzyıllardır baskı, sürgün, katliam ve başkaca her türlü yol kullanılarak sindirilmek istenen Alevilik, nihayet tam yok oldu denilirken yeniden doğuyor.
Kim ne derse desin günümüzde Alevilik açısından tam bir rönesans yaşanıyor. Bu rönesansı engellemek artık hiç bir biçimde mümkün değildir. Ancak yine de Alevilik karşıtlarının son bir hamle ile ona kendi inançsal ve siyasal kimlikleri doğrultusunda yön verme çabalarının yaşanmakta olduğu da yadsınamaz. Biz buna "Aleviliği başkalaştırma çabaları " diyoruz. Söz konusu başkalaştırma çabalarının dayandığı en önemli savlardan biri de Aleviliğin homojen olmadığı / birden fazla Aleviliğin olduğu savıdır. Kesinlikle biliyoruz ki, son tahlilde bu çabalar da başarılı olamayacaktır. Çünkü Aleviliğin sarsılmaz kimliği kendini her çeşit yozlaşmanın olumsuz etkisinden koruma gizilgücüne / potansiyeline sahiptir. Bu gizilgüç, Aleviliğin dinamizminin de bir parçası olarak görülmelidir. Özün korunması çerçevesinde Alevi inanç ve kültürü devingenliğinin doğal sonucu olarak kendini modern ve kentsel koşullara uyarlamaktadır.
Bilindiği üzere Aleviliği başkalaştırma çabaları ana hatlarıyla şu şekilde belirmektedir:
1. Alevilik İslam dışıdır ayrı bir dindir. Zerdüştiliğin yada Yezidiliğin bir türevi olup Kürt etnisitesinin historik dinidir.
2. Alevilik Şiiliğin bir koludur.
3. Alevilik İslami bir kültürdür. Aleviler aslında Sünnidir. Beş vakit namaz, Ramazan orucu, Kabe’ye hac vb. Sünni ritüeller Aleviliğin de ritüelleridir.
Aleviliği İslam dışı ayrı bir din olarak gören yada görmek isteyen çevrelerin tezleri ciddi hiçbir dayanağa sahip değildir. İslam dışılık iddiasına dayanak olarak kullandıkları unsurlar aslında İslam ile doğrudan doğruya ilgili olmayıp Ortodoks Müslümanlığın kimi ritüel ve itikatlarından ibarettir. Bu noktada İslam’ın ne olduğunu tespit aslında konunun en yaşamsal alanını oluşturmaktadır. Mezhepsel özelliklerle değil de nesnel ölçütlerle devinildiğinde İslam’ın en temel niteliklerini belirlemek zor değildir. Bu cümleden olarak ifade edelim ki, İslam üç temel öğe üzerinde yükselmektedir. Bunların ilki “Tevhit İnancı” dır. Bu ilke, Türkçe karşılığı “ Tanrı’dan başka tapacak yoktur.” demek olan “lailaheillallah” sözüyle formüle edilmiştir.
İkinci ilke, “Nübüvvet İnancı” dır. Nübüvvet, peygamberlik demektir. Buna göre İslam dininde Tanrı’nın insanlar arasından seçtiği özel kişilere vahiy gönderdiğine inanılmaktadır ki bu kişilere de “ Resul “ yada “ Nebi “ adı verilmektedir. İslam inancına göre ilk peygamber Hazreti Adem’den son peygamber Hazreti Muhammed’e değin dinsel kaynaklarda bildirilen tüm peygamberlere inanmak İslam dinini benimsemenin temel koşullarındandır.
Üçüncü ilke, “ el – emru bi’l – ma’ruf ve’n - nehy- i an’il- münker” dir. Türkçe karşılığı “ iyiliği özendirme ve kötülükten sakındırma “ demek olan bu ilke bilindiği üzere içerik itibariyle yeryüzündeki tüm dinlerin ortak özelliğidir. Tüm dinler gibi İslam’ın da amacı insanlar arasında iyiliği egemen kılma ve kötülüğü mümkün olduğunca yok etmedir.
İşte bu üç ilke İslamlığın kimliğini ortaya koymaktadır. Her hangi bir dinsel akımın İslami olup olmadığının saptanmasında göz önünde bulundurulması gereken ölçütler bunlar olmalıdır.
Bu üç ilke açısından değerlendirildiğinde Aleviliğin İslami bir akım olduğu apaçıktır. Çünkü Alevilikte Tanrı’nın birliği, peygamberlere inanma ve iyiliği özendirip kötülükten sakındırma ilkeleri tüm netliğiyle mevcuttur.
Ahiret İnancı konusunda Aleviliğin batıni / içsel yorumlarının olduğu hatırlandığında ve ruh göçü / tenasüh, devriye inançları çerçevesinde değerlendirilip cennet ve cehennem gibi kavramları reddetmek bir yana onları yeni bir açıklamaya tabi tutarak dışsal soğukluk ve katılıktan kurtarıp tasavvufi / mistik bir anlama büründürdüğü görülecektir.
Melek İnancı da aslında tanrısal güçlerin simgesel ifadesinden başka bir şey değildir. Şöyle ki Tanrı’nın varlığından bağımsız olarak ontolojik anlamda meleklerden bahsetmek söz konusu değildir. Melekler Tanrı’nın güçlerinin anlatıldığı simgeler ve muhayyel varlıklardır. Daha açık ifadeyle, sözgelimi Cebrail Tanrı’nın vahyetme gücü ve özelliğinin simgesel ifadesidir. Alevi – Bektaşi inancında da melekler tam da bu şekilde anlaşılmaktadır.
Kader inancı, bilindiği gibi diğer İslami akımların da üzerinde en çok tartıştığı spekülatif bir dinsel unsurdur. Sünni İslam anlayışındaki haliyle kader inancını reddeden ünlü Mutezile akımı Şiilik ve Aleviliği de etkilemiştir. Buna göre Sünni İslam anlayışının zıddına Alevi ve Şii inancı açısından kişi eylemlerinde özgürdür bundan dolayı da sorumludur. Tanrı kişiyi kendi yaptırdıklarından dolayı sorumlu tutamaz, çünkü o adildir.
Aleviliği namaz, oruç ve hac gibi ritüeller açısından ele aldığımızda da onu İslam dışı saymak hiçbir biçimde olanaklı değildir.
Namaz sözcük anlamı olarak dua, yalvarma ve yakarma demektir. Bunu belli kalıp ve şekillere hapsetmek içtenliği ve manevi zevki sınırlamak ve hatta yok etmek demektir. Alevilikte dua, yalvarma ve yakarma demek olan namaz her türlü kalıp ve şeklin mekanik soğukluğundan kurtarılmıştır. Tanrı’ya yalvarma ve yakarmanın hiçbir kalıp ve şeklinin olamayacağı aslında Kur’ansal bir ilkedir. Nitekim Kur’an’da Tanrı’nın ayakta iken, otururken ve yatarken anılabileceği ve böylelikle ona ibadet edilebileceği belirtilmektedir.(1)
Sünni ve Şiilerin namaz konusunda ileri sürdükleri şekilsel ve zamansal koşullar tamamen gelenek kaynaklı yorumlardır. Söz konusu gelenekler de Ortadoğu halklarının tapınma şekilleridir. Oysa Aleviler, geleneksel Türk / Türkmen tapınma biçimleriyle “namaz“ ibadetlerini yerine getirmektedirler. Alevilikte namazın adı bilindiği gibi cem törenidir. Cem töreni Aleviliğin temel ibadetlerinden olup Kur’an’daki “salat” sözcüğünün “Türkmence”sidir. Alevilikte namaz sözcüğü yerine niyaz ifadesi de kullanılmaktadır.
Sünni ve Şii ekoller geçen bunca yüzyıllara karşın halen namazın şekli ve vakitleri konusunda görüş birliğine ulaşabilmiş değildirler. Sünniler günde beş vakit namazdan bahsederken Şiiler, günlük namazların üç vakit olduğunu savunmaktadırlar. Ayrıca Sünni ekoller kendi içlerinde de bu konuda farklı yorumlara sahiptirler. Sözgelimi yatsı namazından sonra kılınan vitir namazı Hanefilerde “vacip” iken Şafiilerde “sünnet” olarak görülmektedir. Kimi çağdaş Sünni bilginler de Kur’an’da beş vakit değil üç vakit namazın farz olduğunu, üstelik bunların Şii anlayıştaki gibi sabah, öğle ve akşam biçiminde değil sabah, akşam ve gece namazı biçiminde olduğunu ileri sürmektedirler. Sünni İlahiyatçı Prof. Dr. Süleyman Ateş bu görüşün seslendiricileri arasında son dönemde öne çıkmaktadır.
Her ikisi de Sünni ekol olan Hanefilik ve Şafiilik arasında namazlar konusunda aslında pek görülmese de çok derin başkaca ayrılıklar da vardır. Sözgelimi farz namazları cemaat halinde kılarken “fatiha suresi”ni namazı kıldıran imamın okuması yeterli midir, yoksa imamla birlikte cemaattekiler de içlerinden bu sureyi okumak zorunda mıdırlar, şeklinde bir tartışma mevcuttur. Bu basit bir tartışma değildir. Çünkü Şafiiler, Hazreti Muhammed’den rivayet edildiğine inanılan bir söze / hadise dayanarak “fatihasız namaz, namaz değildir.” anlayışıyla cemaatteki herkesin içinden bu sureyi okuması gerektiği, sadece namazı kıldıran imamın okumasının yeterli olamayacağı düşüncesindedirler. Oysa Hanefiler sadece imamın okumasını yeterli görmektedirler. Hatta cemaattekilerin okumasının mekruh / dinen çirkin olduğunu savunmaktadırlar. Buna göre Şafiiler, Hanefilerin cemaat halinde kıldıkları namazları cemaattekilerin söz konusu sureyi okumamalarından ötürü geçersiz görmektedirler. Yine bir diğer fark da bayram namazları konusundadır. Bayram namazları Hanefilerde “ vacip “ iken Şafiilerde ve Malikilerde “ sünnet “ tir.
Bu örneklerle anlatmaya çalıştığımız husus, zannedildiği gibi tek bir Sünniliğin olmadığını ortaya koymaktır. Kendi aralarında bile bu denli farklı yorumlara sahiplerken Sünnilerin Alevileri, kendi anladıkları biçimde namazın varlığını kabul etmemeleri nedeniyle İslam dışı olmakla itham etmeleri en azından dürüst bir tutum değildir. Bu konuda pek çok örnek bulunmaktadır. Bu husus ayrı bir yazı konusu olduğundan burada bu kadarıyla yetiniyoruz.
Oruç ibadeti konusundaki yorum da Aleviliği İslam dışına itemez. Kuşkusuz Tanrı hiçbir şeyi boş yere isteyecek değildir. Bu bağlamda oruç ibadetiyle Tanrı’nın gerçekleşmesini irade ettiği amaç gereğince kavrandığında oruca dair ortaya konan zahiri / dışsal kalıpların ve zamansal koşulların birer araç ve tali unsurlar olduğu anlaşılacaktır. Kur’an’da oruç konusunda pek çok ayet bulunmaktadır. Bunlardan birinde şöyle denilmektedir:
“ Ey İnananlar, Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin de üzerinize yazılmıştır. BU SAYEDE KORUNMANIZ UMULMAKTADIR.” (2)
Görüleceği üzere oruç tutmaktaki amaç korunmaktır. Kişi nefsini kötülüklerden, çirkinliklerden korumak amacıyla oruç tutmalıdır. Kur’an’a göre Tanrı orucu bu amaçla emretmiştir. Yine kuşku yok ki Tanrı amaca giden yolda araçlara takılıp kalacak değildir. Asıl olan araç değil amaçtır. Amaç nefsi ıslah etmek ise bunu belli bir zaman dilimine / Ramazan ayına hasretmek ne derece doğrudur? Aleviler oruç ibadetlerini yüzyılların getirdiği gelenekten kaynaklanan bir tecrübe ile Muharrem ayında yerine getirmektedirler. Buradan hareketle oruç ibadetinin Ramazan ayına has bir ibadet olduğunu ileri sürüp “nefis terbiyesi sadece Ramazan ayında olur.” demek hem zahiriliğe tutsak düşmektir hem de kara mizahtır. Konuya nefis terbiyesi açısından bakıldığında Alevi ahlakının temelini oluşturan “ ele, dile, bele sahip olma “ ilkesi zaten oruçla ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeyi hedeflemekte değil midir ?
Sözün özü Ramazan ayında oruç tutma ritüelini benimsemiyor diye Aleviliği İslam dışı saymak mümkün değildir. Aksini iddia etmek sadece bir iddia olarak kalmaya mahkumdur. Aleviler İslam sayılmak için Ramazan’da oruç tutmaya başlayacak değildirler. Aynı şekilde bundan dolayı kendilerini İslam dışı görecek de değildirler.
Zekat konusuna gelince… Bu konuda Aleviler, Sünni ve Şiilerden daha yüksek bir duyarlılık içerisindedirler. Zekattaki amacın ekonomik anlamda toplumsal dayanışmayı gerçekleştirmek olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Buradan hareketle rahatlıkla diyebiliyoruz ki, Alevilikte toplumsal dayanışma Sünni ve Şii anlayışta olduğundan daha yüksektir. Diğer bir deyişle Zekat, Aleviliğin çok büyük önem verdiği bir ibadet olarak öne çıkmaktadır. Alevilikte buna paylaşma denilmektedir. Tarihte Alevi ocakları toplumsal dayanışma ve paylaşmanın doruğa çıktığı, en güzel örneklerinin yaşandığı seçkin ve kutsal kurumlar olarak bilinmektedir. Bu işlevlerini halen sürdürmeye devam etmektedirler.
Aleviliği Hac İbadeti konusunda değerlendirdiğimizde ise karşımıza çıkan nesnel gerçeklik şudur:
Ortodoks İslam anlayışında Hac İbadeti Allah rızası için yolculuğa çıkıp ihrama girerek, inanışa göre yer yüzünde Allah’a ibadet amacıyla yapılan ilk bina olan Kabe’yi ziyaret ve tavaf etmek, Arafat adlı yerde vakfe yapmaktır. Bu konuda da Kur’an’da çeşitli ayetler bulunmaktadır. Alevi geleneğinde böyle bir ibadet yoktur. Hac İbadetinde Tanrı’nın rızasını kazanmak için bir yolculuğa çıkıp dince kutsal görülen bir mekanı ziyaret etmek esastır. İslam’ın doğduğu coğrafyada dince kutsal görülen yer Kabe idi. Doğal olarak oranın ziyaret edilmesi Hac ibadeti için ihdas edilmiştir. Hac ibadetinin bölgede İslam’dan önce de uygulandığı bilinmektedir. İslam dini çok geniş bir alana yayıldıktan sonra insanların binlerce kilometre uzaklıktaki yerlerden aylarca süren yolculuklarla bin bir meşakkat içinde Kabe’ye varmaları, bu uğurda mallarını harcamaları gerçekten çok büyük sıkıntılara yol açmıştır. Tanrı, insanlar için zorluk isteyecek değildir. İslam’ın ilk yıllarında Arap yarımadasının çeşitli yerlerinden Kabe’ye ziyarete gitmek ile daha sonraki yıllarda ta Orta Asya’dan, Kuzey Afrika’dan Kabe yollarına düşmek eşdeğer bir ibadet olarak görülebilir mi ?
Günümüz koşullarında ulaşım olanaklarının çoğalması ile sorunun başka bir boyut kazandığı düşünülse de uzak mesafeden gelenler ile daha kısa mesafeden gelenler arasında hem harcanan zaman hem de mal bakımından pek de bir şey değişmiş değildir. Yaşadıkları bölgelerde binlerce, milyonlarca insanın açlık ve yoksulluk içinde yaşadığı / yaşamaya çalıştığı gerçeği karşısında Müslümanların yüksek meblağlar harcayarak Hacca gitmeleri ne derece dinidir ? İslam’ın Tanrısı gerçekten böyle bir ibadeti yoksulların yoksulluklarına ve açların açlığına tercih edebilir mi ? Kabe’yi ziyarete gitmek için harcanan paralarla yoksulluğa karşı mücadele edilse daha doğru ve daha dini bir davranış sergilenmiş olmaz mı ?
Bununla birlikte insanlar yine de dince kutsal kabul edilen yerleri ziyaret etme arzularını yaşadıkları yerlerdeki yada o yerlere yakın bölgelerdeki kutsal mekanları ziyaret ederek giderebilirler. Bu da Tanrı rızası için çıkılmış bir yolculuk olarak görülmeli değil midir ?
İşte Aleviler bu düşüncelerden hareketle yoksullara ve kimsesizlere yardım etmeyi ve böylece onların gönlünü ziyaret etmeyi gerçek Hac olarak görmekte, Kabe yollarında harcanacak paralarla yoksulluğa karşı mücadeleyi daha kutsal bir ibadet olarak değerlendirmektedirler. Kabe’nin kimi İslami kaynaklarda “ Tanrı’nın Evi “ biçiminde nitelendiği bilinmektedir. Alevi – Bektaşi inancında Tanrı’nın gerçek evi aslında insanın gönlüdür / yüreğidir / kalbidir. Bu nedenle insanların gönüllerini ziyaret etmek Hacların en kutsalıdır.
Nitekim Büyük Alevi Türkmen ozanı Yunus Emre, bu durumu şöyle dile getirmektedir:
“Çalış, kazan, ye, yedir.
Bir gönül ele getir.
Yüz Kabe’den yeğrektir
Bir gönül ziyareti. “
Alevileri Kabe’yi ziyarete çağıran Sünni – Şii misyonerlere susturucu yanıtı aslında yüzyıllar önce Hünkar Hacı Bektaş – ı Veli vermiş bulunuyor:
Hararet nardadır, sacda değil.
Keramet baştadır, tacda değil.
Her ne ararsan kendinde ara,
Mekke’de, Kudüs’te, Hacda değil.
Alevi – Bektaşi inancında Allah rızası için dince kutsal kabul edilen yerleri ziyaret etme ritüeli de mevcuttur. Bu maksatla türbe ziyaretleri Alevilik açısından Kabe’yi ziyaret emek kadar mübarek ve sevap kabul edilmektedir. Anadolu, Balkanlar ve Orta Asya’daki Ahmet Yesevi, Harabati Baba, Karacaahmet Sultan, Hacı Bektaş – ı Veli vb. Alevi ulularının türbelerini ziyaret, Alevilerce Hac İbadeti olarak görülmektedir. Çünkü bu türbeler dince kutsal kabul edilmektedir. Her biri bir Tanrı dostu olan bu ulular Orta Asya, Anadolu ve Balkanları Müslümanlaştıran İslam önderleridir.
Hal böyleyken Kabe’yi ziyarete gitmedikleri için Alevileri İslam dışı bir topluluk olarak görmek de, Aleviliği İslam dışı saymak da mümkün değildir.
Aleviliği İslam dışı göstermeye çalışanlar bizce iki amaca hizmet etmektedirler:
Birinci amaç Aleviliği yeniden inşa ederek Zerdüştiliğe yada Yezidiliğe bağlamak böylece etnik bölücülüğe yeni bir zemin kazandırmaktır. Alevilik ile Zerdüştilik ve Yezidilik yada Mezopotamya kökenli diğer dinler arasında kurulmaya çalışılan bağlar tam anlamıyla zorlama yorumlarla elde edilen uyduruk bağlardır. Alevilik ile sözü geçen dinler arasında kültürel etkileşimler elbetteki olmuştur. Kaldı ki bu da çok doğaldır. Halkların ve dinlerin birbirlerinden kültürel anlamda etkilenmeleri kaçınılmazdır. Bu etkileşimleri sosyolojik ve historik gerçekleri göz ardı ederek yorumlamaya kalkıp Aleviliği, Zerdüştileştirmeye çalışmak gerçekleşmesi hiçbir biçimde imkan dahilinde olmayan beyhude ve çiğ bir çabadan ibaret kalacaktır. Çünkü tüm açıklığıyla ortadadır ki, Alevilik İslam’ın, başta Türkmenler olmak üzere Türk kavimlerince yapılan özgün bir yorumudur.
“ Alisiz Alevilik “ söylemiyle şöhret bulmuş olan bu çaba, Alevilik inancının odağında yer alan “ Ali “ yi İslam tarihindeki Hazreti Ali’nin dışında başka bir kaynağa raptetme uğraşısını utanmazlık boyutuna taşıyacak derecede çirkinleştirmiştir. Söyleyiş / telaffuz benzerliğini zorlayarak Ali’yi Sümer metinlerinde geçen “ Al “ veya “ Alu “ yada ateşperestlerin ilahının Harran bölgesindeki adlandırması olan “ Alla “ veya “ Al “ ile ilişkilendirmeye çalışmak, gerçeği öğrenmek adına sergilenen masumane bilimsel çabalar biçiminde değerlendirilemez. Bunlar, özgün ve historik Aleviliği tam anlamıyla yeniden inşa etmeye matuf mühendislik projelerinden başka bir şey değildir. Bu projenin pratize edilmesi için lazım gelen hiçbir toplumsal ve teolojik olanak yoktur. Hiçbir mühendislik çabası Aleviliği, Türkmen / Türk kültüründen ve İslam’dan koparamaz.
Aleviliği İslam dışı gösterme çabalarındaki bir diğer amaç da onun, İslamilik kimliği istismar edilmek suretiyle Sünni yada Şii teolojisi ve Sünni – Şii ritüelleri içinde boğulmasına engel olmaktır. Bu çaba aslında iyi niyetli bir çabadır. Ancak biz yine de Alevilere beş yada üç vakit namazı, Ramazan Orucunu, Kabe’yi ziyareti dayatma yada empoze etme hedefine set çekmek için ortaya konan bu söylemi deyim yerindeyse “ kaş yapmaya çalışırken göz çıkarmak “ olarak görmekteyiz. Her ne kadar niyet iyi olsa da bu uğraşların varacağı nokta birinci amaç için çalışanlara zemin kazandırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Beş yada üç vakit namazın, Ramazan Orucunun ve Kabe’yi ziyaretin Alevilere dayatılmasına ve bu yolla Aleviliğin eritilmesine engel olmak için İslam dışılık söylemini kullanmak, İslam’ı Sünnilere ve Şiilere bırakmak demektir. Oysa savunulması gereken sav gerçeğin kendisi olmalıdır. Bu da Aleviliğin İslami bir yorum olduğudur. Beş yada üç vakit namaz, Ramazan Orucu ve Kabe’yi ziyaret İslami ritüeller olmaktan ziyade mezhepsel ritüellerdir. Bunlar, İslam’ın değil Sünniliğin ve Şiiliğin ritüelleridir.
“Alevilik İslamdır.” yada “ Alevilik İslam’ın özüdür.”, söylemini kötüye kullanıp Alevilere Sünni yada Şii namazını, Ramazan Orucunu ve Kabe’yi ziyareti empoze etmek isteyen uzman ve sinsi Sünni / Şii misyonerlerin hedeflerini gerçekleştirmelerine engel olmak için gerekli olan teolojik ve tarihsel veriler Alevilikte yeterince mevcuttur. Bu verilerin bir kısmını “ Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik “ adlı kitabımızda ortaya koyduk.
Sünni dinsel eğitimden gelen bir ilahiyatçı olarak tam bir güvenle ifade etmeliyim ki, Alevilik, İslam’ın Türklerce yapılmış özgün bir yorumudur. Türklerin İslam’ı yaşama biçimi olarak anlaşılması gereken Alevilik, aslında İslam dininin Arap ve Fars kültürü içinde eriyip özgün kimliğini yitirerek evrensel bir din olma hüviyetinin pratikte yok olmasına engel teşkil eden yaşamsal bir çıkış kapısı olmuştur. Bu bağlamda gayet net bir biçimde görülmelidir ki, Alevilik, İslam’ın teorik düzlemdeki evrensellik özelliğinin pratikte kendini gösterdiği eşsiz bir örnektir.
Aleviliği Hazreti Ali ve On iki İmam inancı çerçevesinde Şiiliğe eklemleme çabaları da teolojik temelden yoksundur.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, Alevilikteki Hazreti Ali inancı ile Şiilikteki Ali inancı farklıdır. Aleviler Hazreti Ali’yi üstün nitelikleri olan bir insan olarak görmenin ötesinde ona uluhiyet / tanrısallık atfetmektedirler. Oysa Şiilikte bu yoktur. Şiiler Hazreti Ali’yi sadece Hazreti Muhammed’den sonra hilafet / imamet makamına ehil tek kişi olarak kabul etmekteler. Başka bir deyişle Hazreti Ali, Şiiler için Hazreti Muhammed’den sonraki tek meşru halife / imamdır. İmamların bir diğer özelliği de masum / günahsız oluşlarıdır. Tüm on iki imamlar Şiaya göre masumdur. Oysa Alevilikte Ali sadece bir halife / imam değil aynı zamanda tanrının yeryüzündeki tecellisi / yansımasıdır. Alevi inancının kutsal metinleri olan nefeslerde görüleceği üzere Hazreti Ali tanrısal bir kişiliğe sahiptir. Hazreti Ali Tanrı’nın insan suretinde belirmiş halidir. Bu inanç Alevi – Bektaşi ozanlarının nefeslerinde çok açık bir biçimde işlenmektedir. Hazreti Ali’den rivayet edilen kimi sözlerde de onun uluhiyet / tanrısallık özelliğini görmek mümkündür. Kaynaklar Hazreti İmam Ali’nin bir sözünde şöyle dediğini bildirmektedir:
“Benim yücelerin yücesi olup kahreden! Benim ölüleri diriltip ihya eden! Benim dirileri ölü kılan! Benim her şeyden evvel olan evvel, benim her şeyden sonra ahir olan! Benim görünen, benim gizli olan!”
Yine Mevlana’nın Divan – ı Kebir adlı yapıtında Hazreti Ali için yazdığı sözler onun uluhiyetini / tanrısallığını ilan etmektedir. Mevlana adı geçen bu eserinde şöyle demektedir:
“…Hakkın yüksek sıfatları Ali’nin vasfıdır. Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O, Tanrının zatına yapışmış o olmuştur…”
Alevi – Bektaşi ozanlarının nefeslerinde Hazreti Ali’nin tanrısallığına dair sayılamayacak kadar çok örnek mevcuttur. Nefeslerde Hazreti Ali için söylenen niteliklerin bir bölümü tamamen onun uluhiyetiyle ilgilidir:
O, Şah – ı Merdan’dır. Yani yiğitlerin şahıdır.
O, Şah – ı Evliya’dır. Yani velilerin şahıdır.
O, Şir – i Yezdan’dır. Yani Tanrı’nın arslanıdır.
O, Nihan’dır. Yani sırdır.
O, Şah – ı Velayet’tir. Yani veliliğin şahıdır.
O, Ebu Turab’tır. Yani toprağın babasıdır.
O, Bab’ül – İlm’ dir. Yani bilimin kapısıdır.
O, Emir’ül – Mü’minin’ dir. Yani inananların önderidir.
O, Haydar’dır. Yani arslandır.
O, Vechullah’tır. Yani Tanrı’nın yüzüdür, tecellisidir.
O, Kur’an - ı Natık’tır. Yani Konuşan Kur’an’dır.
O, Levh- i Mahfuz Kalemidir. Yani korunmuş levhayı yazan kalemdir.
O, Nur – u Rahman’dır. Yani Tanrı’nın ışığıdır.
( Levh – i Mahfuz, korunmuş levha demek olup arşta bulunan ve tüm kutsal kitapların yazılı bulunduğuna inanılan kutsal levhadır.)
Hazreti İmam Ali’nin uluhiyeti ile ilgili olarak bir nefes sunarak yetinelim. Bu konuda kanıt bulmak konusunda sıkıntı çekmek bir yana hemen hemen tüm nefeslerde bir şekilde bu inanca bir gönderme olduğu görülmektedir.
“Kün!" deyince var eyledi on sekiz bin alemi.
Hem yazandır, hem bozandır, levhi mahfuz kalemi.
Külli dertlerin dermanı, yaraların melhemi.
Hem sakidir, hem bakidir nur – u Rahman’ım Ali.
Yetiş carımıza kurtar medet mürüvvet ya Ali.
Şah-ı Merdan cûşa geldi, sırrın aşikar eyledi:
"Yağmuru yağdıran benim" deyi Ömer´e söyledi.
Ol demde şimşek balkıyıp yedi sema gürledi.
Hem sakidir, hem bakidir nur-u Rahman´ım Ali.
Yetiş carımıza kurtar meded mürüvvet ya Ali.
Ömer vardı Hak Muhammed katına dedi: "eyle beyan,
Hz. Ali midir ol arşa gürleyan,
çarh-ı gerdunun elinden sırr-ı hikmet eyleyen?"
Hak Muhammed buyurdu ki: "Yektir Ali, bir." Dedi.
"Hem evveli, hem ahiri, her şeye kadir." dedi.
”Ali´ye şirk koşanlar mutlaka kafir" dedi.
Bilindiği üzere Sünnilik ve Şiilikte Tanrı’dan başka bir varlığa uluhiyet atfetmek şirktir. Bu açıdan bakıldığında Aleviler, Sünnilik ve Şiilik inancına göre Tanrı’ya ortak koşanlar yani müşriklerdir.
Alevilikte tıpkı Hazreti İmam Ali gibi On İki İmamları oluşturan diğer imamlar da uluhiyet sahibidir. Aleviler On İki İmamları da Şiilerin algıladığı gibi algılamazlar. Şiiler İmamların, kendi anladıkları biçimde namaz kıldıklarına dayanarak Alevileri de namaza çağırmakta ve böylece Şiileştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa Aleviler için On İki İmamlar taklit edilecek değil örnek alınacak önderlerdir. Birebir onların yaşadığı gibi yaşamaya çalışmak, onlar gibi namaz kılmak Aleviliğin kabul edebileceği bir şey değildir. Çünkü Alevilik kalıplara hapsolmayı ve her türlü zahiri sığlığı reddeden bir inançtır.
Aleviliği kimi kur’ansal hükümler karşısında kayıtsız kalmasından ötürü İslam dışı sayanlar da bilmelidir ki, aynı durum tüm İslam orijinli akımlar için de söz konusudur. Kur’an’da olduğu halde Sünni ve Şiilerin de uygulamadıkları pek çok hüküm mevcuttur. Kaldı ki bu hükümlerin çoğu da günümüz koşullarında uygulanma olanağı kalmayan hükümlerdir. Kur’an ayetlerinin çoğu tarihsel yani mensuhtur Hükmü ortadan kalkmış ayetler Kur’an ayetlerinin büyük bir çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bu konuda “ Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik “ adlı kitabımızın “ Aleviler ve Kur’an – ı Kerim “ adlı bölümüne başvurulabilir. Kur’an’ın her çağda geçerli olabilecek hükümleri sadece inanca ve ahlaka dair hükümleridir. Dolayısıyla ibadet ve muamelat / toplumsal ve hukuksal düzenle ile ilgili ayetler zamana ve mekana kayıtlı ayetler olduklarından her çağda ve her toplumda birebir uygulanma olanağı bulunmayan ayetlerdir. Kuşkusuz bu gerçeği en iyi gören İslami akım da yine Alevilik akımıdır. Alevilik bu yönüyle de özgünlüğünü belli etmektedir. Aleviliğin bu konudaki özgünlüğünü de pek çok nefeste olduğu gibi Hünkar Hacı Bektaş – ı Veli’nin şu sözünde duyumsamaktayız:
“Okunacak en büyük kitap insandır !”
Kimi Sünni misyoner çevrelere göre ise “ Alevilik dinsel bir kültürden ibaret olup Alevi ritüelleri de bu dinsel kültürün kültürel bir unsuru olarak etnolojik ve antropolojik değeri bulunan “saygın“ öğelerdir. Alevi ritüelleri asli ibadet olma bakımından dinsel dayanaklardan yoksundur. Bu nedenle Aleviler için de asli ibadet biçimleri Sünni ritüellerdir. Beş vakit namaz, Ramazan Orucu, Kabe’yi ziyaret vb. Sünni dinsel ritüelleri reddetmedikleri sürece yapmasalar bile Aleviler de Müslüman sayılmalıdırlar. Uygulamadıkları bu ibadet biçimlerini de uygulama noktasına zamanla geleceklerdir. Bu nedenle ürkütmeden ve hatta gönüllerini okşayıcı sözlerle kendilerine özgü kültürel ritüelleri de sahiplenerek İslam’ın asli ibadet biçimlerini onlara benimsetmeliyiz. Muharrem orucunu övüp ardından Ramazan orucunu, cem ibadetini övüp ardından beş vakit namazı yavaş yavaş zerketmeliyiz.”
Alevilere duyururum ki, kimi uzman ve sinsi Sünni misyonerlerin izlediği yol budur. O halde Aleviler kesin ve keskin bir kararlılıkla, onların iddia ettiği gibi birden fazla Aleviliğin değil tek bir Aleviliğin olduğunu ilan etmek ve onların istedikleri noktaya gelmeyeceklerini haykırmak için tüm misyonerlere şu yanıtı vermelidir:
Biz sizin gibi namaz kılmayız. Bizim namazımız cemdir.
Cemimizin kaynağı Kırklar Meclisidir.
Biz Ramazan’da oruç tutmayız. Bizim orucumuz Muharrem Orucudur.
Bizim ibadethanemiz camiler değil cem evleridir.
Biz saz çalar, semah döner, böylece Hakk’a ibadet ederiz.
Biz taştan duvara değil insana secde ederiz.
Nefeslerimiz ayet, bağlamamız “ Telli Kur’an”dır.
Biz anlamadığımız bir dille değil anadilimiz olan Türkçe’mizle ibadet ederiz.
Biz mollaların değil, dedelerin / babaların yolundan gideriz.
Biz hurafelere değil bilime itibar ederiz.
Birbirinden farklı Aleviliklerin olduğunu iddia edenler bilmelidirler ki tek bir Alevilik vardır. Bölgeden bölgeye ve yöreden yöreye kendini gösteren kimi küçük farklılıkları Aleviliğin homojen bir inanç olmadığı savlarına dayanak oluşturmak isteyenler Aleviliği istedikleri noktaya sürükleyemeyeceklerdir. Çünkü tüm Alevileri birbirine bağlayan ve TEK BİR ALEVİLİK gerçeğini oluşturan değerler bellidir. Bütün Alevilerin üzerinde ittifak ettiği konuları bir kez daha anımsatarak konumuzu bağlayalım:
Alevilerin ibadeti ayin – i cemdir. Namaz değil !
Alevilerin orucu Muharem’dir. Ramazan değil !
Alevilerin ibadet yeri cem evleridir. Camiler değil !
Alevilerin inanç önderleri dedeler ve babalardır. Mollalar değil !
Alevilere göre okunacak en büyük kitap insandır !
Alevilere göre insan Konuşan Kur’an’dır !
Alevilere göre bağlama TELLİ KUR’AN’DIR !
Alevilere göre devriye ve tenasüh haktır !
Alevilere göre semah Hazreti Muhammed’in müminlere armağan ettiği bir ibadettir.
Alevilere göre Hazreti Muhammed nebi, Hazreti Ali velidir.
Alevilere göre Hazreti İmam Ali tanrısal bir kimliğe sahiptir.
Aleviler taştan bir binaya değil insana secde ederler.
Tüm bunlara karşın yine de büyük bir alçak gönüllülük örneği olarak Alevilerce ifade edildiği üzere “ Yol bir, sürek bin birdir. “
Dipnotlar:
Kur’an- ı Kerim, Al – i İmran Suresi, 191. ayet.
Kur’an- ı Kerim, Bakara Suresi, 183. ayet.
[email protected]
Tek bir Alevilik vardır!
[COLOR="Red"]Eğer ikrar ile yola gidersen
Müminin gözünde duman gerekmez
Hak için sil süpür gönlün evini
Yükün gevher ile saman gerekmez
Ali dedikleri bir ulu kişi
Elinde var idi hüneri işi
Eğer kaldırmazsan tuttuğun taşı
Sana ondan gelen iman gerekmez
Pir Sultan Abdal'ım uğradım derde
Farksızdır sofudan, kalkmyor perde
Gör dinle, bir lokma geldi bir yerde
Sor izle, çiğ ise yemen gerekmez.[/COLOR]
Müminin gözünde duman gerekmez
Hak için sil süpür gönlün evini
Yükün gevher ile saman gerekmez
Ali dedikleri bir ulu kişi
Elinde var idi hüneri işi
Eğer kaldırmazsan tuttuğun taşı
Sana ondan gelen iman gerekmez
Pir Sultan Abdal'ım uğradım derde
Farksızdır sofudan, kalkmyor perde
Gör dinle, bir lokma geldi bir yerde
Sor izle, çiğ ise yemen gerekmez.[/COLOR]