You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

Tarihsel Bir Gerçeklik mi, Ütopya mı?

Tarihsel Bir Gerçeklik mi, Ütopya mı?

Administrator
Tarihsel Bir Gerçeklik mi, Ütopya mı?
]TARİHSEL BİR GERÇEKLİK Mİ ÜTOPYA MI
]KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ-I

Haşim Kutlu / Kızılbaş Meydanı

“Rıza Şehri
Ve bir Tabak dolusu nar sundu
Rıza Şehri yabançısı sofu
İstedi ki gönül sarayının sultanı da ondan hoşnut olsundu
Lakin, nerden bilsindi ki, burası Şehr-i Rıza idi
-ver rıza al rızalık işler idi.
Bu gönül şehrinin yarenleri
Aşkın narına tutuşup yanar idiler
Değil idi gözlerinde sofunun tabağındakiler
Onlardan var idi ağaçlar dolusu nar
-yoktu önünde bekçisi
Bilirlerdi yangın yeri bahçesi yürekleri
Bilirlerdi, aşkın narında harareti
Daldaki narın kızıllığında değil.
Rıza idi tohumu bu narın sebilen
Rızalık idi dem-i mekânda serpilen
Sevgi idi meyvesi bu narın-ortakça sunulan
Rıza ile ateşine yanıp kül olunan
Çün burası Şehr-i Rıza idi
Gönül işleri böyle idi." - (Şair Kutubi)

“Bilmeyen bilmez bilden de demez” buyurdular erenler ama öyle bir devir gelip çatmıştı ki, bilenin, bildiğini söylemesi gerekiyordu artık ve bilmediğini de hızla arayıp, bulup öğrenmesi kaçınılmazdı.

“Rıza Şehri” konusu da öylesine bir konuydu Aleviliğe dair. İlk dillendirmeye çalıştığım yılları anımsıyorum açtığımız kimi “Meydan”larda; “Biz Aleviler Rızalık Şehri çocuklarıyız” diye söze başladığımı, özellikle kadim sürek Kızılbaşlıkta, “Yola Girme” nin, Rıza Şehrine girmek ve onun yolcusu olma anlamına geldiğini belirttiğimde, ilk tepkinin, özellikle de benim emsal kuşaktakilerden, “nereden çıkartıyorsun, böyle bir söz ne duydum ne de söyleyene rastladım” yollu tepkiler aldığımı, şimdilerde, yolculuğumun zorlu ama güzel anları olarak anımsıyorum.

Tabi ki benim bir yerden çıkardığım yoktu. O zamanlar birilerinin dillendirdiği gibi “Alevileri devrimci -solculara yanaştırmak için” böylesi “kurgular” da üretmemiştim. Ama yine de, bir çoğu, böylesi tepkiler göstermekte haklıydılar. Çünkü, 90’lı yıllara Kadar Alevilik üzerine yazılmış ve Alevilik üzerine neredeyse otorite olarak kabul görmüş, ünü büyük yazarların hiçbirisi, böyle bir konudan sözetmemişti ama Haşim Kutlu, o zamanlar, tıpkı “Alevi” değil de “Alawi” dediği gibi herhalde yine “ikembe-i kübradan atıyor”du!…

Her neyse…günler hızla birbirini kovaladı. Aleviler de hem ayrıştılar hem de, “devlet toplumu” söyleminden biraz daha uzaklaştıkça, daha fazla kendileri oldular. Günün birinde, bir çok biçimde “Rıza Şehri”nden sözedene rastladılar. Rıza Şehri üstüne yazmaya başladı genç nesil Aleviler. Bu yazıların hepsini göremesem de bir kısmı ya doğrudan bana gönderiliyor ya değilse bir kısmına da, bir biçimde ben ulaşıyordum…
Bana gelen veya benim rastladığım “Rıza Şehri” üzerine yazıların çoğunluğu, ondan bir”Alevi Ütopyası” olarak sözediyor.

“Rıza Şehri” konusuna, daha sonraki yıllarda yayınlanmış, “Kızılbaş Kadın” ve “Kızılbaş Alevilikte Yol Erkan Meydan” adlı kitaplarımda, kitapların konu bağlamları içinde yer verdim. Ne ki, hiç bir şeyin ortaya çıktığı gibi kalmadığı, değişime uğradığı gerçeği benim düşünsel evrimim bakımından da geçerli oldu. Dünden bu güne, Aleviliğin, özellikle de, en kadim Alevi süreği olan Kızılbaşlığın bir çok konusunda olduğu gibi “Rıza Şehri” konusu üzerinde de tarihsel izler sürdüm. Ülaştığım sonuçları, şu anda üzerinde çalışmakta olduğum “Kızılbaş Kadın II” kitabında okur ile paylaşacağım. Ne varki kitabın yolculuğu henüz uzun sürecek gibi. Bu nedenle Rıza Şehri’ne ilişkin ulaştığım bilgi birikiminin kısa bir özetini bu yazımda aktarmak istiyorum.

ELİMİZDEKİ TEK YAZILI KAYNAK

Rıza Şehri’yle ilgili olarak bu gün elimizdeki tek yazılı kaynak; “İmam Cafer Buyruğu” olarak adlandırılan, ne zaman ve nerede yazıldıkları belli olmayan ve “Malatya nüshası” veya “Hacıbektaş nüshası” ya da “Erzincan “ , “Tahtacı” nüshası gibi değişik nüshalardan oluşan propağanda risaleleridir(broşür).

Hemen belirtmeliyim ki, Rıza Şehri konusu, bu risalelerin her nüshasında da yer almamaktadır. Elimdeki on kadar nüshadan, esas olarak iki tanesinde, Esat Korkmaz ve Adil Ali Atalay(Vaktidolu) tarafından hazırlanan nüshalarda, Rızalık Şehri konusu yer almaktadır.

Bu nüshalarda yeraldığı kadarıyla Rıza Şehri’nin anlamına, Yol insanı için öneminin ne olduğuna, Yol, Erkan, Meydan bağlamında yerinin ne olduğuna, kuşkusuz değinilmemekte, besbelliki işin “içeri” tarafı, Hizmetli olanlara bırakılarak, Rıza Şehri bağlamında bir öyküye yer verilmektedir.

Genel olarak, en basta Pirler olmak üzere günümüzün Hizmetlileri de bilgi sahibi olmak bakımından, talip düzeyinden çok farklı olmadıkları için, Rızalık Şehri konusu, “İmam Cafer Buyruğu” olarak bilinen bu propaganda risalelerinde, dünden biraz daha farklı, birer öykü olarak kalmaya devam etmektedir.

Bu önemli gerçekliği göz önünde bulundurarak, kısaca bu öyküden sözetmek istiyorum:

Günün birinde bir Sofi(*) dünyayı gezmeye çıkar, Yolu bir şehire uğrar, açlık hisseder ve kendisine ekmek almak için fırına uğrar. Ekmek alır ve karşılığında para çıkarıp vermek ister. Fırıncı parayı görünce şaşkınlıkla Sofinin yüzüne bakar. Sofinin bu şehirden olmadığını, şehir sakinlerinin nitelemesiyle onun, bir “Dünyalı” olduğuna hükmeder ve parayı geri çevirerek, “biz bunu ortadan kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik, anlaşılan sen Rıza Şehri’nden değilsin, “Dünyalı” olmalısın” der.
Hizmetlileri çağırarak “Dünyalı” yı onlara teslim eder. Onlar da kendi aralarında halleşerek, Sofiyi Arifler katına çıkarmaya karar verirler. Arifler Meydanı’na çıktıklarında, sofiye yatacak yer ve yiyecek verilmesini, saygı değer bir konuk gibi ağırlanması söylenir. Hizmetliler, öyle de yaparlar. Üç gün Rıza Şehri’ne konuk olan Sofi, üçüncü günün sonunda gitmeğe kalktığında, Hizmetliler ona, hizmetlerinden razı olup olmadıklarını sorarlar. O da çok memnun kaldığını belirtir. Bunun üzerine Hızmetliler Sofiye gidemiyeceğini, “gidebilmen için bizim de senden razı olmamız gerekir” derler. Sofi kalır. Ona ayrı bir yatacak yer ve iş verirler. Sofi yaşamından mutludur. Rızalık Şehrinde bir hanımla arkadaş da olur ve ona evlenme teklif eder. Hanım, “birbirimizden razı kalırsak tabi o da olur” diye yanıt verir.

Günler böylece geçe dursun, Sofi bir gün, Rıza Şehri bahçesinde gezerken yolu bir nar ağacının önünden geçer. Daldaki narları görünce, sevdiği hanıma bir ikramda bulunmak ister. Narlardan bir miktar toplar ve bir masanın üzerine koyarak hanım arkadaşının gelmesini bekler. Hanım geldiğinde hiç bir olağandışılık göstermez. Sofi hanımın davranışından hiç bir sonuç çıkaramaz. “Neden böyle davrandı” diye kendi kendine sorunurken hanım, “narları görüyorum. Bu bahçede bir dolu nar var, istersem ben de alabilirim. Ama sen bunları alırken kimseye sormadın, onlardan rızalık almadın, bunları şimdi bana sunmak istiyorsun! Belli ki Rıza Şehri’ne bir türlü alışamıyacaksın. İyisi mi sen kendi dünyana dön” der ve görevlileri çağırıp sofinin Rıza Şehri dışına çıkarılmasını sağlar. Sofı erkâna göre belki “dar olur am didar göremez” ve Rıza Şehri’nden ayrılır.
Özetle, Rıza Şehri öyküsü bu şekliyle yeralır söz konusu risalelerde. (Öykünün tamamı için bkz. İmam Cafer-i Sadık Buyruğu- Hazırlayan: Esat Korkmaz. Ayrıca bkz. Haşım Kutlu. Kızılbaş Alevilikte Yol Erkân Meydan . S.142.Yurt Yay. Haşim Kutlu. Kızılbaş Kadın. S. 92-110. Alev yay.)

RIZA ŞEHRİ ÖYKÜSÜ BİR ÜTOPYAYA MI İŞARET EDİYOR

“Yol Erkân-Meydan” bağlamında günümüzün Alevi nesli, artık Otantik Alevilikle bağını koparmıştır. Aidiyet dışında söz konusu Alevilikle hiç bir bağı bulunmamaktadır ya da en fazla bir inanma biçimi ve edinimi olarak yaşamında yer edinmektedir, o kadar. O artık, Modern toplumun bir üyesidir ve onun yasalarına tabidir. Günceldeki hareketi ise anlamını demokrasi ve özgürlükler bağlamında bulmaktadır.

Modern toplumlun bir üyesi olarak bu günün Alevi insanı, kendi geçmişiyle ilgili otantik bilgilerle karşılaştığında, doğal olarak onu, şu anda yaşadığı toplumdan edindiği anlayış-kavrayış kalıpları içinde değerlendirecektir. Öyle de yapılmaktadır genel olarak. Rıza Şehri öyküsünde geçen, “Parayı kaldırmak için çok uğraş verdik, büyük savaşlar yaptık” bilgisiyle karşılaştığında, Paranın, egemen ilişkiyi tayin ettiği, kendi özelliklerini toplumun bütün gözeneklerine dek emdirdiği, onun dışında bir varoluşun mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle, doğal olarak, paranın olmadığı bir dünyanın ancak ütopya olabileceği sonucuna ulaşmaktadır. Tabi k, diğer bir çok etkeni bu değerlendirmenin dışında tutarak ve oldukça iyimser bir yaklaşımla, “ böyle de olmaktadır” demekteyim.

Peki, otantik Alevilik açısından da Rıza Şehri, bir gelecek ütopyası mıydı?
Bir Ortaklık yapılanması olarak otantik Alevilik, hem yapılanma yani toplumsal olarak örgütlenme, örgütlü olma bakımından hem de bu yapılanmaya özgü bilgi ve bilgilenme bakımından, en temel de ikili sisteme sahip olmuştur. Her iki düzeyin korunması, kollanması ve sürekliliğinin sağlanması açısından Yol’un bilgeleri, topluma ait olanlar ve toplumun dışında kalanlar olarak iki temel zemin belirlemişlerdir kendilerine. Topluma ait olanlara “İÇERDEKİ“ ya da kısaca “İçeri“, toplumun dışındakilere ise “Dışardakıler” demişlerdir. Aynı bağlamda, kendi toplumsal yapılanmalarını da “İçerdekiler” ve “Dışardakiler” olarak iki temel zeminde ele almışlardır. Toplumun iç yapısı olarak “İçerdekiler” tümüyle hizmetli yapıdan oluşmakta ve özel eğitimlerle, toplumsal yapılanmanın gereksinmelerine göre yetiştirilen ve görevlendirilenlerden oluşmaktadır. “Dışardakiler” ise bir bütün olarak talipleri kapsamaktadır.

Talipler, maddi ve manevi yeteneklerine göre Hizmetliler arasında yerlerini alabilirler ve hizmetli kademelerinde bulunabilirler. Hizmetliler, Maddi ve manevi olarak maharetle üretir marifetin gereğince, “herkese ihtiyacına göre” pay edeler.

Bu anlatım çerçevesinde Rıza Şehri, Ortaklığın bir diğer adıdır. Hal böyle olunca Rıza Şehri, hem geçmişte yaşanmış, olmuş bitmiş Ata meydanlarına duyulan bir özlem; içinden geçilmekte olunan tarihsellikte, yaşanmakta olan açısından, yaşanılanın hal tercümesi ve süreğin geleceğe aktarılması bağlamında da, bir gelecek tasarımı anlamını taşır.

Kadim geçmişe, “Ana atanın yitik cennetine bir özlemin” ifadesi olarak, yapılanmaya üyeliğin en temel kuralı olarak konmuş ve sürek sağlanmıştır. Aleviliğe giriş, aynı zamanda Rıza Şehri’ne giriş olarak kabul edilmektedir, bu gün bile şeklen de olsa, yaşamaya devam eden Müsahiplik(Eşitlik kardeşliği= Braye Müsaviye) erkânı, Rıza Şehri üyeliğine kabul edilmenin gereği olarak vardır.

Müsahipliğin yerine getirilmesinde takibedilen erkân, tümüyle bu anlama denk düşer; “Hâl içinde hâlleşecek, sonra yar olup yarleşecek, malı mala, canı cana katıp dört baş bir beden olacaksın” belirlemişler Yol’un bilgeleri kuralı. Bu kural, bir Ortaklık Toplumu kuralıdır ve işte buk, “Rıza Şehri” dir. Çünkü talip olacaktan istenenlerin hiç birisi karşılıklı Rıza olmadan olmaz!.. Erenler neden demişler ki; “Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi”… (Devam edecek)

](*) - Sofi: sözcük anlamı bakımından çok değişik yaklaşımlar bulunmaktadır. Kimilerine göre, kendilerini “Allah Adamlığı”na adamış kimselerin, bunun bir belirtisi olarak üzerlerine yünden örülmuş sof kumaşından hırka giymelerine izafeten Sofi dendiğinden- ki Kapitalizm öncesi egemen din toplumlarının tamamında sınıf ve tabakaların kategorik olarak belirlenmiş giyinme tarzları vcardı ve giyim kuşamlarından, hatte giysilerin renklerinden, kimin hangı kategoride yeraldığı bilinirdi- Kimilerine göre Mutasavvuflara verilen bir adlandırmaydı. Belki biraz da bu anlayışlarla özdeşleştiği, dahası, egemen ilişki tarzının bir ögesi haline geldiği için, Yol insanınca olumsuz karşılandığından sözedilebilir. Öyküdeki niteleme, böyle bir nitelemedir.
Ancak, izini sürmekte olduğum kadim bilgi dağarcığında Sofi, anlamını “Bilginin ve Aydınlığın Tanrıçası” Sofia’dan almaktadır. Ortaçağ dönemlerine kadar Yol süreğinde, Yolun bilgeleri Sofi kavramını otantik anlamıyla kullanmışlardır.

Alıntıdır....
Administrator
Tarihsel Bir Gerçeklik mi, Ütopya mı?
TARİHSEL BİR GERÇEKLİK Mİ ÜTOPYA MI

KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ-III

PUTLARIN ORMANINDAN GEÇİYORUZ

İkinci bölümde, sunduğum konunun özellikle genç kuşaklar açısından anlaşılabilmesi için, tarihsel bir yolculuğa çıkmanın zorunluluğundan sözetmiştim. Bu bölümde bir başlangıç olması bakımından, konuya, soluğumun yettiği ölçüde, gidebildiğim kadar eski olandan başlayarak girmek istiyorum.

Hemen belirtmeliyim ki, konu bir kez böyle ele alındığında, bin yıllardan bu yana, katman katman üstüne örülmüş bir putlar ormanından geçerek ve aynı zamanda, bu putları kırarak gitme zorunluluğu vardır. Söz konusu Alevilik(Elewi=Elawi=Alawi) olduğunda, putlar ormanından geçmek, üstelik o putlarla vuruşmaya girerek gitmek, bin kez daha belâlı bir iş olmaktadır. Neden “putlar ormanı”dır ve neden “putları kırarak” gitmek zorundayız?

Konumuzun sınırlarını zorlamamak bakımından sadece sonuçları itibarıyla kimi hususları buraya aktarmakla yetineceğim ve konunun akışı içinde yeri geldikçe de anımsatmağa çalışacağım. Her şeyden önce, bu gün tarih adına önümüze konulmuş olan tarih, yazılı olduğundan bu güne, aslında, en doğru ifadeyle bir “sansür tarihi”dir.Tarih yaşanmıştır ama yaşandığı gibi yazılmamıştır. Gelişmenin her tarihsel uğrağında, uğrağa hükmeden irade, tarihi kendisiyle başlatmış; öncekini “yok” sayması bir yana, kendi tarihini de kendisinden önceki bütün zamanlara yaymıştır. Örnek olsun, tek tanrılı İbrahimi dinler tarihi, bir Semitik peygamberler tarihidir. “Orada halk yoktur” demek çok beylik bir belirleme olur, ben onu söylemeyeceğim. Dahası var; burada tarih, sadece “inananların” tarihi olarak gerçeklik kazanır ve bu bütün “insanlığın”, bütün yaşamın tarihi olarak sunulur.

Tabi ki eril inanırların tarihidir. İnanmayanlar, bu bağlamda insan da sayılmazlar, yaşamın içinde de görülmezler!.. Bu gün Modern Toplumu, bir başka tanımlamayla kapitalist toplumu yaşamaktayız. Milliyetçilik ya da ulusçuluk olarak tanımladığım dinin peygamberleri- ki, Kant’tan Hegel’e tekmil aydınlanma düşünürleri de modern toplumun peygamberleridirler- sözünü ettiğim tarihin “sansürlü” karekterine “akılcılık” ve “gerçekcilik” adına çok daha çetin bir sansür örtüsü çektiler.

Kapitalizm öncesi dini, tüm bir üst yapıdan ayırarak, üst yapının, bir başka ifadeyle siyasal/organsal alanın tamamını, bir toplum formatı olarak kapsayan ve belirleyen dini, sadece bir “inanma”(öte dünya) alanına hapsettiler. Onu da “kişiye özel” olarak tanımlayıp, Anayasal düzenlerinde ancak bu koşulla, hukuken bir yer verip özgürlük tanıdılar. Siyasal alanın tamamını ise “ulusçuluk” denilen dinle tanımladılar. Buraya kadar her şey bir ölçüde anlaşılır bir sonuç ama, kendi yaptıkları bu ayrımı bütün zamanlara yaydılar. Bununla da kalmadılar bütün zamanları ulus formatı içinde değerlendirdiler.

Bugün ulusçuluk, ulus formatı içinde bulunanlar için neyi ifade ediyorsa örneğin, binlere yıl önce yaşamış bir etnik/kandaş topluluk için de aynı anlamı taşıyor olarak gördüler. Önümüzdeki bütün modern tarih anlatımını bu format içinde bulursunuz. Geldiğimiz aşamada, artık bu yaklaşım, yedi kat yerin dibine kanca atmış “Akasya kökü” gibi olmuştur. Bütün beyinler, Akasya kökleriyle kuşatılmış durumdadır, sökebilene aşk olsun!..Akılcılık ve gerçekcilik adına yaklaşık üç asırdır klasikleştirilmiş bu yaklaşımın hegemonyası altında, tarihsel yolculuğa, günümüzden geçmişe doğru her yol alışınızda; kaçınılmaz olarak ve adım adım, “akıldışı” olarak kabul ettirilen, hürafalarla, masallarla yaşam kurmuş geçmiş atalara doğru yolculuk yaptığınız peşin hükmüyle, önünüze çıkan verilere bakar ve tanışık olmaya çalışırsınız!..

Modern topluma ya da akıl toplumuna en yakın olandan en uzak olan, cehalet ve vahşet damgalı atalarınıza doğru bu yargılarla yolculuk yaparsınız hep!.. Bir mühendislik ve mimarlık şaheseri, örneğin Pramitleri gördüğünüzde ya da kadim Kapadokya’ya yolunuz uzayıp da Derinkuyu yeraltı şehrinin kapısında durduğunuzda; hele de yeraltı şehrinin en az 20 bin insana evsahipliği yaptığını, bu gün sadece üç katının ziyaretçilere açık olduğunu ama su ve havalandırma kanallarıyla yeraltı şehrinin 9 kattan oluştuğunu öğrendiğinizde, akılcılığın koşulladığı aklınız allak bullak olacaktır.! Ne ki, klasize olmuş önyargınız sizi terketmeyeceği için sadece en fazla, bir türist kadar ilgili olacaksınız sözkonusu yerlerle. Sormayacaksınız; “binlerce yıl önceki atalarımız, cahil ve hürafalara, masallara inanan, “Kara böcüklere” tapınan secde eden atalarımız nasıl oluyor da böylesi şaheserleri yapabiliyorlardı?!..

“Müslümanların zulmünden kaçan”, ya da biraz daha eski olsun, “ Roma zülmünden kaçan” ilk Hrıstiyanların yapıp sığındığı yerler olduğunu, türist rehberlerinden öğrenerek, sözkonusu önyargınızı rahatlatacaksınız!.. Aynı bölgede, benzer şekilde 35 tane daha yer altı şehri olduğunu, kimi belirlemelere göre toplam 200 bin insan barındırdığını, sadece bu gerçeğin bile, sözkonusu kaçma ve sığınmalarla açıklanamıyacağını sormak aklınıza gelmeyecek!. Eğer gerçekten bu yeraltı şehirleri, şu veya bu sebepten kaçma ve sığınma gereksinimi duyacak ve böylesi bir yeri inşaa edecek kadar zorlandıkları sözkonusu olsaydı; Anadolu ve Mezopotamya’ nın, örneğin, Kızılbaş atalarının, Yezidi ya da Sabii atalarının, bu coğrafyada delip sığınak yapmadığı yer kalmaması gerekirdi. Ne ki, onların bu gün bile sığınabildikleri yerler, dağ koyaklarından öteye gitmemiştir.

Önümde güncel bir örnek var; 27 tarihli Radikal gazetesinde bir haber olarak geçiyor ve Kapadokya’ya komşu(150 km.) antik bir yerleşim yerinin, yenilerde açığa çıkartılan antik Aşıklı Höyüğü’nden sözediyor. Burada yapılan kazının sonuçlarından anlaşıldığına göre, antik höyük, 10 bin yıllık. 10 bin yıl önce burada “çevrecilik” yapılmakta, “beyin Ameliyatı” yapılacak kadar bir gelişkinlikle birlikte, “Obsiden ve nabit bakırı “ işlenebilmekte vs.Kazıyı yapan heyet veriyor bu bilgileri. Bir de web sitesi açmışlar aynı yer için(www.asiklihoyuk.orğ)

Sözkonusu Antik Anadolu ve Mezopotamya olduğunda, bu noktaya kadar haberin bir olağandışılığı yok. Ne ki, yukardan beri sözkonusu ettiğim yaklaşım açısından haberi ele aldığınızda, vahameti anlamakta gecikmeyeceksiniz! Açıklamayı yapan bilim heyetinin söylediklerini kulakları duymuyor!. Bütün bu bilgileri, sadece ve sadece bir nedenle aktarıyorlar; türizme endekslenmiş kâr güdüsünün hizmetine bu bilgiler ne kadar ve nasıl sokulur, bilginin arkası ve önü bundan ibaret.

On bin yıl önce, bu günkü adıyla Aşıklı’da “beyin ameliyatı” yapılıyormuş, bu ne demektir algılayabiliyor muyuz!?.. “Hürafalarla, efsanelerle, akıldışılıkla malül “cehalet” çağının ataları, yine “cahil” olmaya beyinlerimizin kıvrımlarında devam ederken, ürettikleriyle keselerimizi doldurmaya devam edecekler demekki!.. İşte sözünü ettiğim “putlar ormanı”ndan bir demet! Bu putlardan geçerek kadim geçmişe gitmeğe çalışacağız ve günümüzü anlamaya çalışacağız.

Tabi bu sansürlü geçmişe, eklenen, yakıp yıkmaları hiç katmıyorum. Bu gerçeklik temelinde, bir noktadan sonra doğru olarak tarih, “bir sınıflar ve sınıf mücaadeleleri tarihidir” şeklinde ele alınmış olsun, netice olarak, önündeki tekmil veriler, bu, binlerce katmandan üst üste yığılmış sansür artığı veriler olduğundan ve ufku, bununla sınırlı olduğundan o da çarpık olacaktır kaçınılmaz olarak!..

EDEN DENİLEN DÜNYASAL CENNET

İlk iki bölümde de işaret ettiğim gibi tarihsel yolculuğumuz; insanın sürü halinde, beslenebildiği ve barınabildiği yer buluncaya kadar gezgin olmak durumundan çıkıp, ilk toplum haline geldiği, barınabileceği ve beslenebileceği olanakları bizzat kendisinin ürettiği ilk yerleşim yerine dek sürecek. Toplum olmanın çekirdeğini oluşturan ilk Ocağa, toplum anatomisinin bütün özelliklerini içinde barındıran ilk çekirdek “hücre”ye olacak bu yolculuğumuz. O ilk çekirdek hücreyi anlamak, sonraki bütün toplum oluşumlarını, değişim ve dönüşümleri doğru anlamaktır çünkü. Bu bağlamda, Otantik Alevi süreğinde “Rıza Şehri” olarak yer alan bu kadim geçmiş, bölgedeki toplumsal oluşumların hem yapılanmalarını hem de üzerinde yükseldikleri tekmil kutsallık kavrayışlarını derinden etkilemiştir.

Tek tanrılı tarihsel evrede, tek tanrılı kutsallık zemininde oluşan toplumsal yapılarda, bir “tanrı ülkesi” ya da “öte dünya bahçesi” ya da “Göksel bahçe” olarak yeraldı. Isadan sonraki 4.yüzyıldan itibaren cennet–cehennem ikilemi içinde yaygınlık kazandı. Aynı zamanda inanırlarının bilinçaltlarına kazındı. Bu nedenle, kadim Rızalık Şehri’ne gitmeden önce, sözkonusu dinlerde nasıl yeraldı ve nasıl bilinç altlarına yerleştirildi bunun üzerinde durmak istiyorum. Bir bakıma baştan sona doğru değil sondan başa doğru yolculuk yapacağız. Tabi ki vuruşarak yapacağız bunu. Semitik İbrahimi din süreğinin ilk kitabından Tevrat(Tora=Töre), bu başlangıç için yeterli olacaktır. Çünkü, daha sonrakiler, bu süreği belki biraz daha “öte dünyalı”laştırarak, bu bağlamda da daha da olgunlaştırarak devam ettirdiler.

Tekvin Bölümünün, İbranilerin 47 yıl sürdüğü belirtilen ünlü “Babil sürgünü”nden dönüş sonrası, yaklaşık İ.Ö. 6oo’lü yıllarda kaleme alındığı biliniyor artık. “Çıkış”(Exodüs) bölümü ilk yazılan bölüm olmakla beraber, yaratılışın yeraldığı Tekvin(Genesis) bölümü birinci bölüm olarak yeralır Tevrat’da. Aden, bu bölümde anlatılır. Şöyle anlatılır: “Ve Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe yaptı; ve yarattığı Adem’i oraya koydu. Ve RAB Tanrı, görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı, ve bahçenin ortasında hayat ağacını, ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıktı; ve oradan bölündü ve dört kol oldu. Birinin adı Pişon’dur; kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatır; Ve ikinci ırmağın adı Gihon’dur; bütün kuş ilini kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Dicle’dir; Aşur’un önünden akan odur. Ve dördüncü ırmak Fırat’tır”(Tekvin2;8-14) Aden, bir çok İbrani araştırması için, “tat” veya “zevk”alma anlamında tanımlanır. Insanlığa zevk vermesi için Tanrının yarattığı bir bahçe olarak anlamlandırılsa da, gerçekte, Akatça bir sözcüktür. Bir anlamıyla “bozkır” demek olmakla birlikte diğer anlamıyla tarımsal setlere yollama bağlamında “taraça” anlamına gelir ki, orijinal adına uyğun olmasa da, İbrahimi dinlerince RAB Allah’ın topraktan yarattığı, ilk çiftçi atası Adem’in bu işlevine de uygundur bu tanım.

Tek tanrılı dinler, iki temel yapı üzerine oturtulurlar. Birinci yapı dünyasaldır ve tümüyle dünyasal olan maddi yaşam koşullarının düzenlenmesini esas alır. İkinci yapı ise Tanrı Dünyası ya da aynı bağlamda “öte dünya”dır ve yaşam sonrasını düzenler.Dinin kendisi bir “İnanma” edinimi değildir ama bu ikinci yapı “İnanma”yı zorunlu kılar. Dinin temsil ettiği bütün bir kutsallık konsepti, bu ikinci ayak üzerinden oluşturulur ve dünyasal olanın tümünü belirler. Bunun dışında bir varoluş yoktur.

Tekvin’in aktardığım konumuzla ilgili bölümünün anlatımından da kolayca anlaşılacağı gibi, bilinç altına yerleştirilmiş “öte dünya” kutsallığının sultasından sıyrıldığınızda, hemen görebileceğiniz gibi Aden tümüyle dünyasaldır. Onu nerede bulabileceğimiz adeta sınırlarının bile belirlendiği haritasını önümüze koymaktadır. İlk elden, Dicle ve Fırat nehirlerinin suladığı, Kafkas-Toros-Zagros üçgeninin çevrelediği Bereketli Hilal’e, bir solukta ulaşıyoruz. Ne varki, gördüğümüz haritaya oturtmakta zorlandığımız iki unsur hemen göze çarpmakta gecikmıyor.

Dört nehirden ikisi, çizilen haritaya oturmakta zorlanıyor. Kimi araştırmacılar, bunların Fırat ve Dicle’nin kolları ya da Zap ve Aras ırmakları olabileceği üzerinde durmaktalar. Bu kabul edilse bile yine yerine oturmayan bir durum var. Dinin yazıcı önderleri, Gihon ve Pişon olarak adlandırdıkları nehirlerin de hangi diyarlarda olduklarını yazmışlar. Buna göre, Pişon, “kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatıyor”; Gihon ise “bütün kuş ilini “kuşatan”dır. Sıra dışı saydığım kimi üzmanlar, aslında Aden’den kastın, sözkonusu yer olmadığını, “kayıp kıta Mu” olduğu savlasalar da, bana göre kasıt son derece açıktır, açık olandan hareket etmeyi daha uygun buluyorum!.

Burada sözkonusu Gihon ve Pişon nehirlerinin bulunduğu yeri ve bu nehirlerin hangileri olduğunu bulmak önem taşıyor. Aden için, özellikle de ilk köy devriminin gerçekleştiği yerlerden birine doğrudan işaret, Diçle ve Fırattır. O halde, diğerlerini belirlemek için bilinen başlangıç noktasından hareket etmek en doğrusudur ve işaret edilen diğer yerler çok uzakta olmasa gerektir. İbrani tarihçiler, “kuş diyarı” olarak tanımladıkları yerin Mısır’ın güneyi(Sudan-Etiyopya) olduğu bilinmektedir.
Burası Nil ile birlikte anıldığından o halde Gihon Nil’dir sonucuna varabiliriz. Altın, akgünnük ve akit taşlarının çıkarıldığı yerlere gelince, bu kez daha doğyu yönelmek kaçınılmazdır; Hindistan’ın batısı İndus vadisi sözkonusu yerdir diyebiliriz. Tabi ki, haritamızın sorunu burada bitmiyor. Aden derken ayet, sabit bir yerden sözediyor gibidir. Bizim belirlediğimiz alan ise sözkonusu nehirlerle anılan dört kapılı bir alan oluyor!. Kanıma göre, yazıcılar, Aden bilgisini, orijinal metinlerden almadılar. İkincisi kendileri ayrıca birikimlerini de araya kattılar. Bu bağlamda Aden derken tek bir yerden değil, Aden adı altında bir konsepten, ilk yerleşim merkezlerinden, neolitik patlamanın gerçekleştiği, ve yaşayanların zihinlerinde depremler yaratan ilk köy cennetlerinden sözediyorlar ama ana kutsallık tekleştiği için, ana kutsallığın has bahçesini de tekleştirerek sunuyorlar doğal olarak.

Kur’an Adem’den sözettiği yerde,onun konulduğu yer olarak Aden’den sözediyor ama Tevrat gibi coğrafya belirlemiyor. Çünkü, Kur’an’da Rab Allah, eşsiz, benzersiz, mekansız ve sıfatsız olarak tekleştirilmiştir. Dünyasal olandan tümüyle soyutlyanmıştır. Tevrat ise bu konuda henüz “çoklu”dur., Dünyasal olanı da yeterince gizleyememektedir bu yüzden. Söz konusu bölgede uç veren dört uygarlık merkezinin ana rahmi olması bakımından da bu belirlemem, bana göre yerine oturmaktadır ki, bu uygarlık merkezlerinin temelini bu ilk Aden’ler atmıştır. Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve Arapa. Aden’in bir konsept olduğu yolundaki belirlemem bu açıdan da yerine oturmaktadır kanımca. (Devam edecek)

alıntıdır...
Administrator
Tarihsel Bir Gerçeklik mi, Ütopya mı?
TARİHSEL BİR GERÇEKLİK Mİ ÜTOPYA MI
KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ-II

HAŞİM KUTLU-KIZILBAŞ MEYDANI

Rıza Şehri üzerine yaptığım çalışmaları özetlemeye devam ediyorum. Birinci bölümün anlatımından da anlaşılacağı üzere, Rıza Şehri’nin Yol insanı açısından taşıdığı batıni anlamları üzerinde durmuyorum. Bu kısa özeti, kapsamının dışına taşırmamak için şimdilik, tümüyle tarihsel ve toplumsal anlamı ya da karşılığını, bu özetlemeye konu etmeğe çalışıyorum.

Birinci bölümün sonunu, Rıza Şehri kavramının, otantik Alevilikte, toplumsal yapılanmanın Ortaklığa dayandığının temel bir ifadesi olarak, “Yola Girme”nin Rıza Şehri’ne girmek ve Ortaklığın gönüldaş bir üyesi olmak anlamına geldiğini belirterek bağlamıştım.

Artık, Maddi ve manevi etkinliğinin tamamını, Ortaklık üzerine kurmuş bir toplum yapılanmasının geride kaldığı, günün Alevilerinin de, onların örgütlü hareketi olarak Modern Alevi hareketinin de, kökene ilişkin aidiyeti dışında sözkonusu Ortaklık yapılanmasıyla ve o günün Alevi Toplumuyla bir bağlantısı bulunmamaktadır. Onlar artık, “Modern Toplumun” bir başka ifadeyle “Ulus toplum”unun bir üyesidirler. Tabi ki Türkiye gerçeğine uygun düşen bir üyesidirler!…

Bu nedenle, Aleviliğe ilişkin olarak ya da onun otantik sosyalitesine ilişkin olarak belirttiğim “Ortaklık” kavramının somut karşılığı, bu gün somut olarak görülemediği için de yeterince algılanamamaktadır. Özellikle genç kuşak açısından bu, çok daha net olarak böyledir. Bu nedenle, sorunun tarihselliğine doğru bir yolculuğa çıkıp, tarihsel örnekleri buraya aktarmadan önce, “ Mohikanların sonuncusu” örneği, bu gün, farkındalıklarını kaybetmiş olsalar da, benim kuşağımın tanık olduğu bir örneği buraya aktarmak istiyorum.

Aktarmak istediğim örnek, bir Dergâh mekânı ve onun işleviyle ilgilidir.

BİR ANI VE SONUNCU ÖRNEK

Çocukluğum ve gençliğimin bir bölümü, Hünkâr Dergahı’nda bir hizmetli olarak geçti. Vermeyi düşündüğüm örnek, çocuk anılarımın, tıpkı çocuk dizlerde kalan çocukca yaralar gibi bir örnek, Ayrıntıları itibariyle son derece silik ama ana hatları itibariyle son derece belirgin.

Bundan yaklaşık yirmi yıl önce, Alevilik konusunu başlıca çalışma alanım olarak ele aldığımda, Aleviliğe ilişkin onca yaşadıklarımı, bu yaşamdan öğrendiklerimi de veri olarak ele almak, ama onları tekrarlamak değil, yolculuğumun her durağında bu verileri yeniden yeniden dizmek bağlamında, hep göz önünde bulundurdum.

Yaşamını Dergah Hizmetlisi olarak tamamlamış Kurban Baba’dan, anlamını bilmesem de, “Rıza Şehri çocukları” olduğumuzu hep duyardım. O kimileyin “Rıza Şehri” yerine “Işık Bahçeleri” dediği de olurdu ve “biz Aleviler Rıza Şehrı -ya da Işık Bahçeleri- çocuklarıyız” derdi. Tabi, onun ağzından ne zaman bu sözü duysam, daha sonraki yaşlarda değil ama diyelim ilk okul sıralarında, Kurban Baba’nın Bahçevanlığı gelirdi gözümün önüne ve sözünü de hep bu bağlam içinde algılardım!..

***
Ne zaman Rıza Şehri üzerine düşünsem, aklıma, şimdi sözünü edeceğim örnek düşer ve örneğe, bu bağlamda anlam vermeğe çalışırdım.

Örnek Şöyleydi;

Yukarda da belirttiğim gibi çocukluğum ve gençliğimin bir bölümü Hünkar Dergahı’nda, Hunkâr Soyu’nun bu günkü varisleri olan ve geleneksel olarak “Çelebiler” diye bilinen aile “Konakları”nda geçti. Çocukluğumda Hacıbektaş yine ilçe olmasına karşın, çevre köylerin tamamı Hacıbektaş’tan sözettiklerinde, “Hacıbektaş” diye değil “Köy” diye sözederlerdi. Örneğin “Hacıbektaş’a gidiyorum” değil de “Köye gidiyorum” derlerdi. Tabi ki, Çelebiler ile İlçe ve yine Çelebiler ile kaldıkları “Konak Külliyesi” aynı “Kutsallık Konsepti” içinde özdeşleştikleri için de, çoğu kez hepsinin yerine olmak üzere “Konağa gidiyorum” derlerdi. Çünkü, Çelebi ailesinin kaldıkları evlere, “Konak” gözüyle bakılır veya öyle adlandırılırdı.

Burada dillendirilen “Konak” köşk ya da saray karşılığı bir anlama denk gelmiyordu tabi. Dört iklime dört kapısı olan, Meydanında sofrası hep kurulu bulunan, dört iklimden lokmalarıyla koşup gelen “Bahçe Çacukları”nın nasip getirdiği ve aynı gönül ferahlığı içinde nasiplerini alıp yolcu oldukları, bir süreği ve sürekliliği tanımlayan bir anlamı taşıyordu.

Konak, içinde o zaman için 12 kandaş(karındaş) ailenin kaldığı bir kompleksten oluşuyordu ki ilçenin merkezindeydi ve onun ana gövdesini oluşturuyordu. Konak Külliyesi ne zaman oluşturulmuş, kaç kez elden geçirilmiş, tabi ki benim bilmem mümkün değildi ama, çocokluğumun anıları içinde, bu külliyeden aklımdan kalan en temel yapı bölümü “Ambar” ve hemen ona bitişik olan ve onun ön kısmında yeralan Fırındı. 1950’li yılların başında Konak Külliyesi bölüm bölüm yeniden restora edildiğinde, belki “Ambar” kalmıştı ama artık Fırın yoktu!.. Fırının yokluğuna tarih düşüyorum, çünkü, ortaklığa ilişkin olarak en otantik yapı da ortadan kalmıştı onunla birlikte!…1500 yılarında yaşanan büyük kıyımlardan sonra bütün meydan ve mekanlarda inişe geçmiş, Ortaklığa ve Ortaklara ilişkin Yol süreğinin, geride kalmış son örnekleriydiler bunlar ve artık yoklar!..

İlçenin, şahıslara ait iki adet fırını vardı ve özel şahıslara ait tıcari birer kuruluştular. Bu fırının, aileye ait “Konak Külliyesi’nin bir parçası olmasına karşın, işlevi farklıydı. Benim çocukluğumda-ki son demleriydi- Haftada bir gün çalışırdı Konak fırını. Sanırım hala öyledir, o zamanlar Cuma günü, ilçenin Pazar Meydanı’nın kurulduğu gündü ve o gün çevre köylerden insanlar akın akın ilçeye, “Köye” ya da “Konağa” gelirlerdi.

O gün, “fırın Hizmetlileri” geceden kalkar, bütün hazırlıklarını bitirirler ve kuşlukta fırından taze ekmek, “Konak Tayını” çıkmış olurdu. Geliş nedenleri her ne olursa olsun, -belki Osmanlı Sultanı Abdülazız’den o güne, Nakşi değirmenlerinden ince öğütülmüş olanlar hariç- Cuma pazarına gelmiş herkes Konağa uğrar ve “nasıbını” alırlardı. Aynı tayınlardan ilçedeki yoksullar öncelikli olarak, her eve birer ikişer dağıtılırdı. En son olarak da hane içine ve hizmetlilere tayın(yuvarlak,kümbetli fırın ekmeği) çıkarılırdı.

***
Örneğe ilişkin anılarımın ana hatları böyle. Çalışmamın her aşamasında bu örneğe takılı kaldı aklım. Bu örneği yapılanmanın neresine koymalı ve nasıl ele almalıydım?. Açıktır ki, yaşayarak bildiğim bir gerçek, sözkonusu fırın bir imarathane örneği değildi. Kimseye “sevabına” olsun diye yapılmıyordu bu. Sunu, Hacıbektaş ile de sınırlı olmadığı gibi köyleriyle de sınırlı değildi. Dergaha bağlı, özellikle de “harman sonu” geldiğinde, dört bir yandan talipler geliyordu ve onlar da nasipleniyorlardı bundan, daha bir çok hizmet örneklerinden nasiplendikleri gibi. Üstelik gelenler sadece, bu bağlamda nasiplenmiyor aynı zamanda hizmet işlerine de katıyorlardı kendilerini. Şair Kutubinin dediği gibi “almak da vermek de Rızalık” üzerine oluyordu böylece!..

Temel özelliklerini belirlediğim, bu, ayrıntı gibi duran örneği, Aleviğin otantik toplumsallığında nereye koymalıydım? Koyacağım yeri net olarak görebilmem için, örnekten sonraki döneme değil daha önceki döneme yolculuk etmem gerektiğini net olarak görüyordum. Çünkü, 1950’lerde gerek “Konak Külliyesi” gerek Hünkâr Dergahı’na ait araziler, bağlar, bahçeler geleneksel süreğin sonunun başlangıcındaydılar. Soy süreği bir biçimde devam etse de “Konak” önce hanelere, özel evlere bölündü. Özel evler, sınırlarını bütün bir mekanlara yaydılar. Sözkonusu Ortaklık Fırını ve diğer Ortaklık işler, bu gelişmenin ödenmiş bedelleri oldular!..

Bu örnek benim bizzat tanık olduğum bir örnekti. Ancak, çocukluğum ve gençliğimin bu “Ortak Konağı”nda belki gördüğüm değil ama duyduğum tek örnek değildi. Kim nasıl değerlendiriyor olursa olsun. Ortaklık Süreğinin, özellikle de Kızılbaşlıkta Ortaklık süreğinin 1930 yıllara dek yaşamış Dersim örneği, hep duyduğum ve duya geldiğim temel örneklerden birisidir ve araştıracaklar için, başlı başına bir laboratuar gibidir. Derviş geleneğinin son halkası babam Kurban Baba, sanırım son yolcuğuna gözü arkada çıktı. Son bir kez olsun gidemediği için gönül koymuş ve bir gün mutlaka gitmemi istemişti. Ne ki, bu gün Kurban Baba’nın Hakka yolcu olduğu yaşa geldigim halde, Dersim ile aramda sıra dağlar var, aşmak ne mümkün!. (Kurban Baba için Bkz. Haşim Kutlu. Kızılbaş Alevilikte Yol Er^kann Meydan. S. 305. Yurt Yay.Ankara)

Bu bölümü, sonraki bölüme de bir başlangıç olması bakımından bir cümleyle noktalamak istiyorum. “Kızılbaş Kadın” adlı çalışmamda en eski verilerini derleme olanağı bulmuştum. O çalımama bakıldığında da görülecektir; Anadolu ve Mezopotamya’da ilk yerleşim, Kafkas-Zagros-Toros üçkeni içinde kalan, yani tarihçilerin “Bereketli Hilal” olarak adlandırdıkları toprak üzerinde, ilk yerleşim yerlerinin kurulmasıyla ortaya çıktı. En küçük toplum birimi olarak yerleşim Ocak ile başladı. Ocak, üç temel belirleyenle anlam kazanıyordu. Ocak, bir Ortak Barınak’tı, Ocak, Aşın ve işin bir arada görüldüğü yerdi ve Beslemnme meydanıydı. Ve en önemlisi, bütün yüceliğiyle Ocağı ilk şekillendiren ise Ana Ata idi ve Ananın kendisi hem barınak hem beslenmenin temel kaynağıydı. Onun etinden ve sütünden gelenler, aynı “özden gelme”nın karşılığı olarak kardeştiler ve karındaştılar. İlk ortaklık böylece mekân tuttu ve Yol katarına katıldı.

Gelecek bölümde, bu kadim geçmişe yolculuğa çıkarak devam edeceğim.-(Devam edecek)

Alıntıdır...

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren Pir Zöhre Ana Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri İletişim bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.