05/08/2012, 15:17
Güneri Civaoğlu'nun Geçmişte Yazdığı Mevlana Alevidir Sözüne Başka Sitede Yazdıkları.
Osmanlı padişahlarının içinde zararlı alışkanlıkları olanlar, ya da İslam Dini’nin haram kıldığı nesneleri kullananlar elbette vardır. Padişahlığın babadan oğla, ya da daha genel söylersek kan yoluyla geçtiği bir sistemde, bu tür şeylerin olması da gayet normaldir. Zira böyle bir siyasal sistemde insanların çaplarına, yeteneklerine, ehil olup olma durumlarına, karakter ve kalitelerine, bakma imkânı yoktur. Aynı soydan gelme şartına bağlı olarak kimin yaşı büyükse veya kim daha güçlü ise iktidar onundur. Hele hele bu adamların, bir çoğunun henüz çocuk denilecek yaşlarda padişahlık gibi böyle debdebeli ve şaşalı bir makama oturduklarını dikkate alırsak, bu tür alışkanlıklarını bir noktaya kadar mazur bile görebiliriz. Öte yandan padişah da olsalar, Osmanlı soyundan da gelmiş olsalar, sonuçta onlar da birer insandılar...
Osmanlı padişahları içinde bu tür zararlı alışkanlıkları olanların başında galiba Yıldırım Bayezit ve IV. Murat gelmektedir. Zira Yıldırım Bayezit’in müptela seviyesinde içki içtiği, tütün çekmeyi yasaklamasına rağmen IV. Murat’ın da iyi bir tütün tiryakisi olduğu bilinmektedir.
Ancak böyle olmakla birlikte, yalan yanlış bilgilerle genellemeler yapmak ve bu genellemelerden hareketle ve maksatlı olarak yanlış çıkarımlarda bulunmak son derece tehlikelidir. Böyle bir tavır, tarihçi, yazar ve gazetecilik etik ve ahlakıyla da bağdaşmaz. Bu tür maksatlı yazı yazanların başında galiba Milliyet Yazarı Güneri Civaoğlu gelmektedir. Zira Sayın Civaoğlu, ısrarla, II. Abdülhamit de dahil olmak üzere (bk.25.11.2007 tarihli ve "[B] Sultan Abdülhamid’in ’rom’u ekranda..." başlıklı yazısı) Osmanlı Padişahlarının büyük çoğunluğunun içki içtiğini vurgulamaktadır. Üstelik de içki içmek sanki matah bir şeymiş, erkekliğin şanındanmış ve devlet adamlığının şiarıymış gibi...[/B]
Sayın Civaoğlu, bugün yeni bir adım daha atmış (daha doğrusu Turkcell’in tarife yumurtlayan tavuğu gibi bir yumurta daha yumurtlamış)ve Osmanlı Padişahlarının büyük çoğunluğunun Alevi olduğunu söylemiş. Temel hareket noktası da, "Aleviler, Bektaşiler ve Mevleviler aynı kaptan içerler. Üçünün ibadetinde de müzik vardır" şeklindeki tezi. Mâlum, Osmanlı padişahlarının içinde Mevlevilik tarikatına mensup olanların bulunduğu bilinmektedir. Hatta içlerinde Bektaşilerin de olduğu şeklinde bazı iddialar bulunmaktadır. Ancak şahsen ben, bugüne kadar İslam’ın Alevi yorumu ile amel eden padişah bulunduğunu hiç duymamıştım! Şimdi büyük tarihçi (ve tabii ki tarife yumurtlayan tavuk misali sözüm ona bilgi yumurtlayan) Güneri Civaoğlu’ndan onu da öğrenmiş oldum.
Sayın Civaoğlu’nun tezi galiba şudur: "Aleviler, Bektaşiler ve Mevleviler; üçünün ibadetinde de müzik vardır. O zaman bunların üçü de aynıdır. Bektaşi ve Mevlevi olanlar aynı zamanda Alevidirler. Şu halde, Mevlevi ve Bektaşi olan padişahlar aynı zamanda alevidirler!..".
Yalakalığın da böylesi! Adam, Alevi vatandaşlarımıza yalakalık yapmak, Arap kökenli Emevi kültürünü yermek, içkili yemekler ve resepsiyonlarla başı hiç de hoş olmayan mevcut siyasi iktidarı tenkit etmek, AKP’nin maksadı ve mahiyeti pek de bilinemeyen Alevilik açılımına alkış tutmak adına, neler diyor, neler uyduruyor! Hayret ki; ne hayret!..
Adam Alevi vatandaşlarımıza yalakalık yapma adına, bu ülkedeki çoğunluk halka düpedüz hakaret ettiğinin farkında bile değil. Bakar mısınız lütfen:
"Alevilik, İslam’ın 3 büyük yorumundan biridir. 1-Arap kavimlerinden kaynaklanan ’Sünni-Vahabi’ yorumu... Kutsal kitap Kuran’ın Arapça olması nedeniyle Araplar, Sünniliği temel yorum olarak görürler. 2-Acemlerin İslam yorumu olan ’Şiilik’. Geniş bir tabana sahiptir. Katıdır. 3-’Alevilik’ Maveraünnehr Türklerinin yorumudur. Kafkaslar ve ötesinden de kaynak alır." (bk.30.11.2007 tarihli ve [B]"AKP ve Aleviler" başlıklı yazısı).[/B]
Lütfen birileri çıksın ve Sayın Güneri Civaoğlu’na, Aleviliğin İslam’ın üç büyük yorumundan birisi olmadığını ve ancak büyük yorumlardan birisinin içinde bir ekol olabileceğini, böyle bir savın, Aleviliği Türk İslam’ı olarak lanse etmek isteyenlerin savı olduğunu ve bunun altında aslında Türkiye’ye ısrarla dayatılan Ilımlı İslam modelinin yattığını anlatıversinler. Evet, aslına bakarsanız İslam’ın üç büyük yorumundan birisi Türk’lere aittir ve bu yorum amelde Hanefilik, itikatta Maturidiliktir. Zira hem İmam-ı Azam Ebû Hanife, hem de onun görüşlerini hareket noktası kabul eden İmam Mâturidi Türk’türler[B](1). [/B]
Diyor ki; G. Civaoğlu; [B]"[/B] Anadolu’ya, Türklerle birlikte bu yorum, nehir gibi akmıştır. Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre o nehrin büyük dalgalarıdır...II. Bayezid dahil Osmanlı Sultanları, Alevi Türklerdi. Çevrelerinde Akşemsettin ve Molla Gürani gibi aydın mollalar vardı. 1492’de II. Bayezid, İspanya’daki Yahudilerin Engizisyon’dan, Türkiye’ye göçlerine izin vermiştir. Açık görüşlüydü... II. Bayezid’e kılıç çeken oğlu Yavuz Sultan Selim ile birlikte Osmanlı tahtı Sünniliğe geçmiştir."
Gördüğünüz gibi Sayın Civaoğlu’na göre, Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin yanı sıra Yavuz Sultan Selim’e kadar bütün Osmanlı padişahları Alevi idiler Alevi inancına mensup II. Bayezit’in oğlu olmakla birlikte, Değil mi ki Yavuz Sultan Selim, Alevi olan babasına kılıç çekti, Şii Şah İsmail’e büyük bir darbe indirdi ve Alevi kökenli ayaklanmaları en kanlı şekilde bastırdı o da hemen Sünni oluverdi. Lütfen birileri anlatsın bu adama; II. Bayezit tam tersine aşırı dindar bir adamdı ve bu yüzden "Sofu Bayezit" olarak anılırdı. Suni padişahların birincisi saydığı Yavuz Sultan Selim ise, babasına göre çok daha az dindar ve muhtemelen içki içen birisiydi. Hacı Bektaş-ı Veli’nin çağdaşı olmakla birlikte Mevlâna ve Yunus Emre’nin Alevilikle ve Bektaşilikle uzaktan yakından alakaları yoktu. Hele hele Fatih Sultan Mehmet gibi Sayın Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın "Mareşal" olarak mütalaa ettiği, çoğu tarihçinin ise veli olarak kabul ettiği bir Padişah’a Alevi ya da Bektaşi yakıştırması yapmak hem bu muazzez ruha, hem de tarih bilimine hakarettir. Bunu, Aleviliği, ya da Bektaşiliği aşağılamak amacıyla değil, sırf bu iki kavramı tarihsel ve bilimsel temeline oturtmak için söylüyorum. Kavramları anlatırken abartıya kaçmazsak galiba doğru davranmış oluruz. Zira abartmak bizi yalana ve yanlışa götürür.
Güneri Civaoğlu’nun "Yavuz Sultan Selim, Kahire’yi ele geçirdikten sonra, beraberinde El Ezher’den 2 bin ulema getirmişti. Kendini halife ve devletin dininin Sünni-Müslüman olduğunu ilan etmiştir. Böylece Osmanlı, topraklarında Sünnilik, İslam’ın egemen yorumu olarak uygulanır. Osmanlı, Avrupa’ya yayılırken Alevilik etkin olmuştur." şeklindeki sözleri arasında doğru olanlar elbette vardır. Ancak bu doğrular, Yavuz Sultan Selim’den önceki Osmanlı Mülkü’nün ve yönetim sisteminin tamamen Alevi İslam yorumu üzerine olduğunu göstermez. Tıpkı Yavuz’dan sonraki yönetim sisteminin de tamamen Sünni İslam yorumu üzerine bina edilemeyeceği gibi. Esasen Osmanlı bir şeriat devleti değildi ki; şu veya bu İslam yorumu devlet yönetiminde etkili olabilsin.
Avrupa’ya doğru genişlemede, Alevi-Bektaşi İslam yorumunun etkili olduğuna ilişkin izler elbette vardır. Bugün gerek Balkanlar’da, gerekse çok daha ilerilerde Alevi ve Bektaşi izlerini görmek mümkündür. Macaristan’ın başkenti Budapeşte’deki Gülbaba türbesi ve tekkesi, Romanya’daki Babadağ şehri ve aynı isimdeki camii bunun en açık belgesidir.
Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilikte bazı ayinlerde müzik unsurunun bulunması, bu üç kavramın, ya da bu kavramlar etrafında birleşenlerin birbiriyle aynı olduğunu göstermez. Alevilikte ve Bektaşilikte saz, Mevlevilikte ney olarak kendisini gösteren müzik unsuru, diğer bazı Sünni tarikatlarda def, kudüm ve insan sesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hele hele günümüzde hemen bütün tarikatlarda batı müziği enstrümanlarına varıncaya kadar bir çok enstrüman kullanılabilmektedir.
Dolayısıyla müzik unsuru, mezhepler ve tarikatların birbiriyle yakın ve aynı olması konusunda asla bir karine olamaz. Ayrıca, müzik unsuru kullanılarak yapılan ayinlere ibadet nazarıyla bakmak sanırım doğru değildir. Bu tür ayinleri ilgili tarikat ya da inanç ekolünün birer ritüeli olarak görmek gerekir. İslam’da ibadetlerin ne olduğu aşağı yukarı bellidir ve bu ibadetler, bütün mezhep, tarikat ve diğer inanç ekolleri tarafından az çok benimsenmiş durumdadırlar. İslam’daki ibadetler, genel olarak namaz, oruç, hac ve zekâttan ibarettir ve bu ibadetler hemen hemen İslam’ın bütün yorumlarında mevcuttur. Ancak Semah, semâ ve benzeri âyinler, kesinlikle bu anlamda birer ibadet değildirler.
Netice olarak; ben bir din âlimi, mezhepler tarihçisi ve tarikat mensubu veya uzmanı değilim. Ancak şuna inanıyorum ki; Mevlevilik ile Alevilik birbirinden oldukça farklıdır. Zira Mevleviler genelde sünnidirler. Dolayısıyla benim için Mevlevilik=Alevilik değildir. Bektaşilik ve Alevilik arasında önemli benzerlikler var ve bu yüzden çoğu zaman birbirinin yerine kullanılıyor ise de, bugün bu kavramların oldukça sulandırılarak rayından çıkarıldığına inanıyorum. Kanaatimce, Bektaşilik=Alevilik de değildir. Zira ben Bektaşilerin tamamının aynı zamanda Alevi olduklarına inanan birisi de değilim. Eğer öyle olsaydı, Osmanlı zamanında hemen tamamı Bektaşi olan Yeniçerilerin aynı zamanda Alevi de olmaları gerekirdi. Oysa biz biliyoruz ki; Yeniçeri ordusunun içinde Sünni inancına mensup ailelerin ve bu inanca mensup bölgelerin çocukları da vardı. Eğer öyle olmasaydı, hiç Yeniçeriler Anadolu’da çıkan Alevi kaynaklı ayaklanmalara en acımasız şekilde müdahale ederler miydi? Ya da Otlukbeli ve Çaldıran savaşlarında Şii ve Alevi İslam yorumuna mensup İranlılar ve Türklerle hiç bir anlamda imha savaşı sayılan Meydan muharebeleri ederler miydi? Eğer Hz. Ali’yi aşırı sevmek ve ona aşırı muhabbet beslemek bakımından Aleviliği bir yerlere yaklaştırmak gerekiyorsa, bunu ancak Şiiliğe, bir başka tabirle Ehl-i Şiaya yaklaştırmak uygun olur. Hz. Ali’yi aşırı sevmek ve yüceltmek bakımından, İran’daki Şiilik neyse, Türk’lerde Alevilik, Suriye’de de Nusayrilik aynı şeydir.
Bu itibarla ben, Bektaşiliğin, Alevilik ve Sünnilik kavramlarını da içine alan, daha doğrusu içinde Alevi ve Sünni unsurlar bulunan bir kavram olduğunu, Bektaşiliğin bir tarikat veya mezhepten öte(2), bir davranış biçimi ve yaşam tarzı olduğuna da inanıyorum. Bu yüzden ben, kim ne derse desin, Bektaşilik kavramının çoğu kere Alevilik kavramı yerine kullanılmasını doğru bulmuyorum. Tıpkı, 2 bin Alevi dedesinin, mevcut halleriyle din adamı unvanıyla devlet memuru yapılarak kendilerine maaş bağlanmasını doğru bulmadığım gibi.
Öte yandan eğer bir mezhep veya tarikat olarak ele alınırsa, Aleviliğin, bu kavramlara Bektaşilik’ten çok daha layık olduğuna inanıyorum. Zira ben, "Bektaşinin biri" diye başlayan yakışıksız ve süfli fıkraları çok duydum ama, "Alevinin biri" diye başlayan bu nev’i fıkra ve yakıştırmaları hiç duymadım. Bu yüzden Bektaşiliği Alevilikle özdeşleştirmenin, Alevi vatandaşlarımıza hakaret anlamına geleceğine de inanıyorum... [/B]
Alıntı:
[B]G.Civaoğlu: Mevlânâ Alevi’dir Fatih Sultan Mehmet İse Bir ...!
Osmanlı padişahlarının içinde zararlı alışkanlıkları olanlar, ya da İslam Dini’nin haram kıldığı nesneleri kullananlar elbette vardır. Padişahlığın babadan oğla, ya da daha genel söylersek kan yoluyla geçtiği bir sistemde, bu tür şeylerin olması da gayet normaldir. Zira böyle bir siyasal sistemde insanların çaplarına, yeteneklerine, ehil olup olma durumlarına, karakter ve kalitelerine, bakma imkânı yoktur. Aynı soydan gelme şartına bağlı olarak kimin yaşı büyükse veya kim daha güçlü ise iktidar onundur. Hele hele bu adamların, bir çoğunun henüz çocuk denilecek yaşlarda padişahlık gibi böyle debdebeli ve şaşalı bir makama oturduklarını dikkate alırsak, bu tür alışkanlıklarını bir noktaya kadar mazur bile görebiliriz. Öte yandan padişah da olsalar, Osmanlı soyundan da gelmiş olsalar, sonuçta onlar da birer insandılar...
Osmanlı padişahları içinde bu tür zararlı alışkanlıkları olanların başında galiba Yıldırım Bayezit ve IV. Murat gelmektedir. Zira Yıldırım Bayezit’in müptela seviyesinde içki içtiği, tütün çekmeyi yasaklamasına rağmen IV. Murat’ın da iyi bir tütün tiryakisi olduğu bilinmektedir.
Ancak böyle olmakla birlikte, yalan yanlış bilgilerle genellemeler yapmak ve bu genellemelerden hareketle ve maksatlı olarak yanlış çıkarımlarda bulunmak son derece tehlikelidir. Böyle bir tavır, tarihçi, yazar ve gazetecilik etik ve ahlakıyla da bağdaşmaz. Bu tür maksatlı yazı yazanların başında galiba Milliyet Yazarı Güneri Civaoğlu gelmektedir. Zira Sayın Civaoğlu, ısrarla, II. Abdülhamit de dahil olmak üzere (bk.25.11.2007 tarihli ve "[B] Sultan Abdülhamid’in ’rom’u ekranda..." başlıklı yazısı) Osmanlı Padişahlarının büyük çoğunluğunun içki içtiğini vurgulamaktadır. Üstelik de içki içmek sanki matah bir şeymiş, erkekliğin şanındanmış ve devlet adamlığının şiarıymış gibi...[/B]
Sayın Civaoğlu, bugün yeni bir adım daha atmış (daha doğrusu Turkcell’in tarife yumurtlayan tavuğu gibi bir yumurta daha yumurtlamış)ve Osmanlı Padişahlarının büyük çoğunluğunun Alevi olduğunu söylemiş. Temel hareket noktası da, "Aleviler, Bektaşiler ve Mevleviler aynı kaptan içerler. Üçünün ibadetinde de müzik vardır" şeklindeki tezi. Mâlum, Osmanlı padişahlarının içinde Mevlevilik tarikatına mensup olanların bulunduğu bilinmektedir. Hatta içlerinde Bektaşilerin de olduğu şeklinde bazı iddialar bulunmaktadır. Ancak şahsen ben, bugüne kadar İslam’ın Alevi yorumu ile amel eden padişah bulunduğunu hiç duymamıştım! Şimdi büyük tarihçi (ve tabii ki tarife yumurtlayan tavuk misali sözüm ona bilgi yumurtlayan) Güneri Civaoğlu’ndan onu da öğrenmiş oldum.
Sayın Civaoğlu’nun tezi galiba şudur: "Aleviler, Bektaşiler ve Mevleviler; üçünün ibadetinde de müzik vardır. O zaman bunların üçü de aynıdır. Bektaşi ve Mevlevi olanlar aynı zamanda Alevidirler. Şu halde, Mevlevi ve Bektaşi olan padişahlar aynı zamanda alevidirler!..".
Yalakalığın da böylesi! Adam, Alevi vatandaşlarımıza yalakalık yapmak, Arap kökenli Emevi kültürünü yermek, içkili yemekler ve resepsiyonlarla başı hiç de hoş olmayan mevcut siyasi iktidarı tenkit etmek, AKP’nin maksadı ve mahiyeti pek de bilinemeyen Alevilik açılımına alkış tutmak adına, neler diyor, neler uyduruyor! Hayret ki; ne hayret!..
Adam Alevi vatandaşlarımıza yalakalık yapma adına, bu ülkedeki çoğunluk halka düpedüz hakaret ettiğinin farkında bile değil. Bakar mısınız lütfen:
"Alevilik, İslam’ın 3 büyük yorumundan biridir. 1-Arap kavimlerinden kaynaklanan ’Sünni-Vahabi’ yorumu... Kutsal kitap Kuran’ın Arapça olması nedeniyle Araplar, Sünniliği temel yorum olarak görürler. 2-Acemlerin İslam yorumu olan ’Şiilik’. Geniş bir tabana sahiptir. Katıdır. 3-’Alevilik’ Maveraünnehr Türklerinin yorumudur. Kafkaslar ve ötesinden de kaynak alır." (bk.30.11.2007 tarihli ve [B]"AKP ve Aleviler" başlıklı yazısı).[/B]
Lütfen birileri çıksın ve Sayın Güneri Civaoğlu’na, Aleviliğin İslam’ın üç büyük yorumundan birisi olmadığını ve ancak büyük yorumlardan birisinin içinde bir ekol olabileceğini, böyle bir savın, Aleviliği Türk İslam’ı olarak lanse etmek isteyenlerin savı olduğunu ve bunun altında aslında Türkiye’ye ısrarla dayatılan Ilımlı İslam modelinin yattığını anlatıversinler. Evet, aslına bakarsanız İslam’ın üç büyük yorumundan birisi Türk’lere aittir ve bu yorum amelde Hanefilik, itikatta Maturidiliktir. Zira hem İmam-ı Azam Ebû Hanife, hem de onun görüşlerini hareket noktası kabul eden İmam Mâturidi Türk’türler[B](1). [/B]
Diyor ki; G. Civaoğlu; [B]"[/B] Anadolu’ya, Türklerle birlikte bu yorum, nehir gibi akmıştır. Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre o nehrin büyük dalgalarıdır...II. Bayezid dahil Osmanlı Sultanları, Alevi Türklerdi. Çevrelerinde Akşemsettin ve Molla Gürani gibi aydın mollalar vardı. 1492’de II. Bayezid, İspanya’daki Yahudilerin Engizisyon’dan, Türkiye’ye göçlerine izin vermiştir. Açık görüşlüydü... II. Bayezid’e kılıç çeken oğlu Yavuz Sultan Selim ile birlikte Osmanlı tahtı Sünniliğe geçmiştir."
Gördüğünüz gibi Sayın Civaoğlu’na göre, Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin yanı sıra Yavuz Sultan Selim’e kadar bütün Osmanlı padişahları Alevi idiler Alevi inancına mensup II. Bayezit’in oğlu olmakla birlikte, Değil mi ki Yavuz Sultan Selim, Alevi olan babasına kılıç çekti, Şii Şah İsmail’e büyük bir darbe indirdi ve Alevi kökenli ayaklanmaları en kanlı şekilde bastırdı o da hemen Sünni oluverdi. Lütfen birileri anlatsın bu adama; II. Bayezit tam tersine aşırı dindar bir adamdı ve bu yüzden "Sofu Bayezit" olarak anılırdı. Suni padişahların birincisi saydığı Yavuz Sultan Selim ise, babasına göre çok daha az dindar ve muhtemelen içki içen birisiydi. Hacı Bektaş-ı Veli’nin çağdaşı olmakla birlikte Mevlâna ve Yunus Emre’nin Alevilikle ve Bektaşilikle uzaktan yakından alakaları yoktu. Hele hele Fatih Sultan Mehmet gibi Sayın Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın "Mareşal" olarak mütalaa ettiği, çoğu tarihçinin ise veli olarak kabul ettiği bir Padişah’a Alevi ya da Bektaşi yakıştırması yapmak hem bu muazzez ruha, hem de tarih bilimine hakarettir. Bunu, Aleviliği, ya da Bektaşiliği aşağılamak amacıyla değil, sırf bu iki kavramı tarihsel ve bilimsel temeline oturtmak için söylüyorum. Kavramları anlatırken abartıya kaçmazsak galiba doğru davranmış oluruz. Zira abartmak bizi yalana ve yanlışa götürür.
Güneri Civaoğlu’nun "Yavuz Sultan Selim, Kahire’yi ele geçirdikten sonra, beraberinde El Ezher’den 2 bin ulema getirmişti. Kendini halife ve devletin dininin Sünni-Müslüman olduğunu ilan etmiştir. Böylece Osmanlı, topraklarında Sünnilik, İslam’ın egemen yorumu olarak uygulanır. Osmanlı, Avrupa’ya yayılırken Alevilik etkin olmuştur." şeklindeki sözleri arasında doğru olanlar elbette vardır. Ancak bu doğrular, Yavuz Sultan Selim’den önceki Osmanlı Mülkü’nün ve yönetim sisteminin tamamen Alevi İslam yorumu üzerine olduğunu göstermez. Tıpkı Yavuz’dan sonraki yönetim sisteminin de tamamen Sünni İslam yorumu üzerine bina edilemeyeceği gibi. Esasen Osmanlı bir şeriat devleti değildi ki; şu veya bu İslam yorumu devlet yönetiminde etkili olabilsin.
Avrupa’ya doğru genişlemede, Alevi-Bektaşi İslam yorumunun etkili olduğuna ilişkin izler elbette vardır. Bugün gerek Balkanlar’da, gerekse çok daha ilerilerde Alevi ve Bektaşi izlerini görmek mümkündür. Macaristan’ın başkenti Budapeşte’deki Gülbaba türbesi ve tekkesi, Romanya’daki Babadağ şehri ve aynı isimdeki camii bunun en açık belgesidir.
Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilikte bazı ayinlerde müzik unsurunun bulunması, bu üç kavramın, ya da bu kavramlar etrafında birleşenlerin birbiriyle aynı olduğunu göstermez. Alevilikte ve Bektaşilikte saz, Mevlevilikte ney olarak kendisini gösteren müzik unsuru, diğer bazı Sünni tarikatlarda def, kudüm ve insan sesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hele hele günümüzde hemen bütün tarikatlarda batı müziği enstrümanlarına varıncaya kadar bir çok enstrüman kullanılabilmektedir.
Dolayısıyla müzik unsuru, mezhepler ve tarikatların birbiriyle yakın ve aynı olması konusunda asla bir karine olamaz. Ayrıca, müzik unsuru kullanılarak yapılan ayinlere ibadet nazarıyla bakmak sanırım doğru değildir. Bu tür ayinleri ilgili tarikat ya da inanç ekolünün birer ritüeli olarak görmek gerekir. İslam’da ibadetlerin ne olduğu aşağı yukarı bellidir ve bu ibadetler, bütün mezhep, tarikat ve diğer inanç ekolleri tarafından az çok benimsenmiş durumdadırlar. İslam’daki ibadetler, genel olarak namaz, oruç, hac ve zekâttan ibarettir ve bu ibadetler hemen hemen İslam’ın bütün yorumlarında mevcuttur. Ancak Semah, semâ ve benzeri âyinler, kesinlikle bu anlamda birer ibadet değildirler.
Netice olarak; ben bir din âlimi, mezhepler tarihçisi ve tarikat mensubu veya uzmanı değilim. Ancak şuna inanıyorum ki; Mevlevilik ile Alevilik birbirinden oldukça farklıdır. Zira Mevleviler genelde sünnidirler. Dolayısıyla benim için Mevlevilik=Alevilik değildir. Bektaşilik ve Alevilik arasında önemli benzerlikler var ve bu yüzden çoğu zaman birbirinin yerine kullanılıyor ise de, bugün bu kavramların oldukça sulandırılarak rayından çıkarıldığına inanıyorum. Kanaatimce, Bektaşilik=Alevilik de değildir. Zira ben Bektaşilerin tamamının aynı zamanda Alevi olduklarına inanan birisi de değilim. Eğer öyle olsaydı, Osmanlı zamanında hemen tamamı Bektaşi olan Yeniçerilerin aynı zamanda Alevi de olmaları gerekirdi. Oysa biz biliyoruz ki; Yeniçeri ordusunun içinde Sünni inancına mensup ailelerin ve bu inanca mensup bölgelerin çocukları da vardı. Eğer öyle olmasaydı, hiç Yeniçeriler Anadolu’da çıkan Alevi kaynaklı ayaklanmalara en acımasız şekilde müdahale ederler miydi? Ya da Otlukbeli ve Çaldıran savaşlarında Şii ve Alevi İslam yorumuna mensup İranlılar ve Türklerle hiç bir anlamda imha savaşı sayılan Meydan muharebeleri ederler miydi? Eğer Hz. Ali’yi aşırı sevmek ve ona aşırı muhabbet beslemek bakımından Aleviliği bir yerlere yaklaştırmak gerekiyorsa, bunu ancak Şiiliğe, bir başka tabirle Ehl-i Şiaya yaklaştırmak uygun olur. Hz. Ali’yi aşırı sevmek ve yüceltmek bakımından, İran’daki Şiilik neyse, Türk’lerde Alevilik, Suriye’de de Nusayrilik aynı şeydir.
Bu itibarla ben, Bektaşiliğin, Alevilik ve Sünnilik kavramlarını da içine alan, daha doğrusu içinde Alevi ve Sünni unsurlar bulunan bir kavram olduğunu, Bektaşiliğin bir tarikat veya mezhepten öte(2), bir davranış biçimi ve yaşam tarzı olduğuna da inanıyorum. Bu yüzden ben, kim ne derse desin, Bektaşilik kavramının çoğu kere Alevilik kavramı yerine kullanılmasını doğru bulmuyorum. Tıpkı, 2 bin Alevi dedesinin, mevcut halleriyle din adamı unvanıyla devlet memuru yapılarak kendilerine maaş bağlanmasını doğru bulmadığım gibi.
Öte yandan eğer bir mezhep veya tarikat olarak ele alınırsa, Aleviliğin, bu kavramlara Bektaşilik’ten çok daha layık olduğuna inanıyorum. Zira ben, "Bektaşinin biri" diye başlayan yakışıksız ve süfli fıkraları çok duydum ama, "Alevinin biri" diye başlayan bu nev’i fıkra ve yakıştırmaları hiç duymadım. Bu yüzden Bektaşiliği Alevilikle özdeşleştirmenin, Alevi vatandaşlarımıza hakaret anlamına geleceğine de inanıyorum... [/B]