Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığından "Türkçe İbadetimiz" yazısı..
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
[B]TÜRKÇE İBADET[/B]
İnsanlık, binlerce yıldan beri dönem dönem, çağ çağ gelişmeler göstererek sonunda uyanış süreçleri yaşamışsa da, kıyımlar yaşadığı karanlık çağlar da olmuştur.
İçgüdüsel dürtülerinden kurtulan insan, eğitsel verilerle tam donanamadığı için çelişkiler yaşamış, arayışlar içine girmiş ve çok çekmiş. Sonunda toplumsal bir kavram olan dine sarılma gereksinimi duymuşsa da, sorunu tam çözememiştir. Bu kez de düşünceler arasındaki ayrılıkların çatışması doğmuştur.
Toplumda birbirine düşmanlık, kıyıcılık, kötülük egemen olmuştur. Birbirini suçlayan farklı din mensupları hep suç işlemiş. Yahudi Hıristiyan’a, Hıristiyan Müslüman’a dost gözüyle bakmamış. Hatta dinler arasındaki mezhep ayrımları, düşünce ayrılıkları yüzünden soykırımlar bile yaşanmış. K e r b e l a O l a y ı’yla, Peygamber’in soyunu tüketircesine i l k d i n s e l k a y n a k l ı t o p l u k ı y ı m İslam tarihinde sergilenmişti .
A z i z B a r t h a l a m e u s Y o r t u s u K ı y ı m ı ’nda bir gecede (24-25 Ağustos 1572) 70 bin Protestan’ın öldürülmesi; Yavuz Selim’in İran Şiiliğini bahane ederek Anadolu’da Türk soyundan (ki kendi soyundandır) Alevi Türkmenlerden kırk bin kişiyi çoluk çocuk demeden soykırıma uğratması; zaman zaman ülkemizde Sivas, K.Maraş, Çorum gibi dinsel motifli kırımlar hep bu şiddetin göstergesidir. Tüm bunlar, laik ve çağdaş yoldan sapmanın bir sonucu değilse nedir?
Aslında l a i k l i k, bir B a t ı kavramıdır. Türkiye bu kurumu C u m h u r i y e t ‘le birlikte almıştır. Ancak tam anlamı ile laiklik ölçeğinde olmasa bile, kurumun özellikleri zaten Anadolu’da bir kesim tarafından yüzyıllardan beri uygulanıyordu. Bu benzeyişi laiklik kavramıyla değil de, çağdaş yaşam anlayışıyla tanımlamak kuşkusuz daha yerinde olur. Osmanlı yönetimi, içindeki bu örneği iteleyip uzaklaştıracağına, kendisinden soyutlayacağına biraz sıcak bakabilse, biraz ilgi duyabilseydi, yüzyıllarca gecikmeyle yakalayabildiği çağı çok daha kolay yakalayan ve hatta onu aşan bir konuma ulaşabilirdi.
Laiklik ilkesinin tarihi, Hıristiyanlık dünyasında papalık makamı ile krallar ve imparatorlar arasında, yani kilise ile devlet arasında geçmiş bir savaşımın tarihidir. Özellikle Kutsal Roma İmparatorluğu ile Fransa Krallığı arasında papazın siyasal iktidar sahibi olmasından kaynaklanan bu uzun savaşım, B ü y ü k F r a n s ı z D e v r i m i ’ne (1789) kadar devam etmiştir. Fransız İhtilali’nin düşünce ve din hürriyetini ilan etmesi sonucu laiklik ilkesi benimsenmiş ve devlet, kilise egemenliğinden kurtulmuştur. Bu ilke Fransa’ya A m e r i k a n B a ğ ı m s ı z l ı k B i l d i r g e s i’nden gelmiştir.
Osmanlı’da ise devlet yönetimine dinsel bir nitelik verilerek kamu hizmetleri dinsel kurallara uydurulmuş ve yargı ile eğitim kısmen şeyhülislama bağlı olarak yürütülmüştür. Osmanlının şeriata bağlı düzenini yıkan Atatürk, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde önce yargıyı ve eğitimi din baskısından kurtarmış ve yasalarla din ve devlet işlerini birbirinden ayırmıştır. Laiklik sözcüğünü de 1937 yılında anayasaya koydurmuştur. Birey ya bir dine inanır ya da inanmaz. Çağdaş ve demokratik olabilir. Oysa devlet, tüzelkişidir. Tüzelkişi herhangi bir dine mensup olamaz. Laik devlet yansızdır. Devletin görevi, ulusun sosyal, ekonomik ve kültürel gereksinimlerini güven içinde sağlamak ve toplumu dış tehlikelerden korumaktır. Bu ilke ABD, Fransa ve Türk anayasalarına girmiştir.
Şeriatçılar, “devletin dini olduğu” ideolojik iddiasıyla egemenliği milletten alıp Tanrı’ya vererek, O’nun adına Osmanlı halifelik kurumunu kurup ulusu yönetmek isteğiyle kıvranmaktadır. Oysa din ideolojik değil, vicdanidir.
T ü r k ç e i b a d e t deyince önce kendi dilimiz akla gelir. Sözlükte dil için; insanların düşüncelerini ve duyduklarını bildirmek için sözcüklerle ya da işaretlerle yaptıkları anlaşmadır.
D i l , s o s y a l b i r o l g u d u r . Değişime, gelişmeye, süre içinde aşamalar geçirmeye uğrayan canlı bir varlıktır. Ancak canlı varlık olan bu olguya bazı bilim adamlarının (örneğin Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Arap Dili Eğitim Bölümü öğretim üyesi Emrullah İşler) bilimsel gözle bakması gerekirken; “Bütün dillerin değiştiğini, fakat Arapçanın bu kuralın dışında olduğunu, çünkü onun kutsal olduğunu” ileri sürmesi insanı şaşırtıyor.
Bütün Avrupa Hıristiyanlığı da bu aymazlığa düşmüş, bin yıla yakın “Kutsal dil Latincedir” diye İ n c i l hiçbir dile çevrilmemiş. 500 yıl öncesi Avrupa, yüzyıllarca, kilisenin bağnaz, baskıcı yönetimi içinde ezildi. Halk işkenceden geçti. Nice bilgeler öldürüldü, insanlar diri diri yakıldı. Dili anlaşılmadan, ne okuduğunu bilmeden yapmış olduğu ibadetinin kutsal kitabı adına, o zaman sormak lazım: Hangi kutsal kitapta Tanrı, kendisi için insanların öldürülmesini emretmektedir. Luther’in, İncil’i Almancaya çevirmesiyle büyü bozuldu. Daha önce Latincenin kutsallığından söz edenler, Latincenin o kadar da kutsal olmadığını gördüler. Yine sormak lazım: 1 0 0 Y ı l S a v a ş l a r ı’nın yaşandığı Avrupa’yı kasıp kavuran, insanların din adına birbirini boğazladığı, soykırımların yaşandığı olaylara ne gerek vardı?
“Allah büyük” şeklinde Türkçe tekbirle başlayan, Türkçe surelerle devam eden ilk Türkçe namaz, C e m a l e d d i n E f e n d i tarafından 22 Mart 1926’da İstanbul’da kıldırılmıştı. Ancak cami cemaati camiyi terk etti; Cemaleddin Efendi, şikâyetler üzerine A t a t ü r k’ ü n D i y a n e t İ ş l e r i B a ş k a n ı R i f a t B ö r e k ç i tarafından iki hafta süreyle görevinden uzaklaştırma cezası aldı.
Atatürk’ün dinle ilgili en önemli açıklamalarından birine ilişkin tarihi belge Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde 7 Şubat 1923’deki Türkçe hutbesidir (konuşmasıdır). Hutbelerin (cami konuşmalarının) Türkçe okunmasını isteyen Atatürk, 3 Şubat 1932 gecesi Hafız Sadettin Kaynak’ı yanına çağırdı ve Süleymaniye Camii’nde Türkçe hutbe okumasını istedi. Hutbenin metnini de kendisine verdi [/url]
[B]Türklerin Geçmişteki İnanışlarının Kronolojik Kesiti[/B]

Orta Asya Türkleri üstünde derinlemesine araştırma yapanlar, Türklerde puta tapma inancının alışkanlığının benimsenmesinin çok nadir olduğunu görüyorlar. Bizim milli dinimiz geçmişte, Ş a m a n l ı k. Şamanlıkta puta tapma yok. Şamanlıkta büyük bir natüralist felsefe var. Tanrı Dağı demiş, T a n r ı’nın ismini o 4000 metre yükseklikteki dağa vermiş.

Temeli Türk olan tarikatlarla, temeli Türk olmayan tarikatlar arasında daha sonraki bozuşmalar, didişmeler tamamen bu noktadan kopup geliyor. Biz Türk milleti olarak İslamiyet’i kabul ettikten sonra, Arapların İslamiyet’ten sonra ödedikleri bütün tediyeleri biz layık olmadığımız halde onların adına benimsemişiz.
Güzel sanatlar men edilmiş, müzik men edilmiş; ama biz kanımızdaki ve ırkımızdaki bu büyük varlığı, mezar taşlarında göstermişiz. Ebruda göstermişiz, hüsnühatta göstermişiz, tezhipte göstermişiz. Ben şunu iddia ediyorum: 1416-17’den beri, Türk devletiyle Arap ümmeti arasında gizli açık bir çatışma var. Bu çatışma devam ediyor ve edecek. Bunu önleyemezsiniz.
Y a v u z S e l i m , Ş a h İ s m a i l ’ e giderken o Farsça şiir yazıyordu, Şah İsmail Türkçe cevap veriyordu. Nerede Panislamizm? Böyle bir şey falan yok. Padişahların şahsen takip ettiği politikalar içinde eğer Osmanlı’yı bulmaya çalışıyorsak Osmanlı piramitten daha büyük bilmecedir. Onu çözemeyiz. Hemen hatırlayalım. F a t i h S u l t a n M e h m e t İstanbul’u alıyor. 1453… Ortaçağ kapanıyor. Rönesans geliyor. Onun oğlu II. B e y a z ı t ’a veli unvanı veriliyor. Tamamen dine dönük bir adam.

Bu, istilaya dayalı olan bir devletin yücelme politikasıdır. Bunda din hiç esas değil. Zaten Osmanlı’nın din bakımından bugün ortaya konan bu mutaassıp, radikal cereyanlardan hiçbirine bağlı olduğunu sanmıyorum. Çünkü, II. M a h m u t’un annesinin ölümünden evvel bir Cizvit papazı geliyor, adı A y a s ve padişahın annesi Katolik dinine dönüyor ve bu kişi, Fatih Sultan Mehmet’in bahçesindeki, Fatih’in türbesine gömülen hanımdır, N a k ş i d i l Sultan adıyla. Şimdi eğer siz bu kan esasını esas alarak bir atalık tablosu çizmeye kalksanız Osmanlı hakanlarının kanına dünyanın bütün devletleri karışır. ( “İslam Birliği - İttihad-ı İslam” bir anlamda ümmet birliği demektir.)
Anadolu halkının çoğunluğu Müslümandır. Ancak Anadolu insanının Müslümanlığı, Arabistan’daki gibi bağnaz ve çağdışı düşüncelere zorlayan bir yapıda değildir; ödünsüz çağdaşlığı sergileyen, bağnazlıktan uzak, başka türlü bir Müslümanlıktır.
Anadolu Müslümanlığı İ y o n y a (Ege) kıyılarından, T h a l e s’ten aldığı akılsal bilimi, Asya’dan getirdiği Ş a m a n i z m i n yaşamsal, doğaya dönük kurallarıyla yoğurmuştur. On bin yıllık u y g a r l ı k l a r dizisinin hoşgörüsünü simgeleyen “A l e v i” kavramını oluşturmuştur. Bunun için çağlar boyu Anadolu’da çıkan ve haksızlığa karşı gelenler; çağa, aydınlığa, akla yöneliktir. Ş e y h B e d r e d d i n ’ l e r , B a b a İ s h a k ’ l a r v e P i r S u l t a n A b d a l ’ lar bu zincirin halkalarıdır.
En son örneği yalnız Anadolu’ya değil, geri kalmış bütün ulusların üstüne bir şafak aydınlığı, bir kurtarıcı gibi gelen, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk… İşte böyle olunca Anadolu halkı bağnaz değil, hoşgörülüdür; laik düşüncelidir, çağdaştır, hümanisttir.

[B]Türkçe İbadet Hakkında Düşünceler[/B]

İslam dini niçin Ortadoğu’ya gelmiştir de başka bir bölgede olmamıştır? Dinler tarihine bakılırsa, semavi dinlerin hepsi Ortadoğu’da ortaya çıkmıştır. Çünkü Ortadoğu halklarının inanç bakımından çabuk bozulan bir manevi zayıflıkları vardır. Bu nedenle, geçmiş zamanlarda bunlar yaşandığından bu bölgede semavi dinler ortaya çıkmıştır. Ayrıca İslam, aslında Türklerin İslamlaşması ile hızla gelişmiştir. Türkler de uzun süre Arapça ibadeti kabul etmediklerinden, İslamiyet’i kabul etmeleri geç olmuştur.

E h l i b e y t İ m a m l a r ı , yani O n i k i İ m a m l a r’ın belli bir bölümü, Arabistan’dan Türkistan’a yerleşip oradaki Türk aşiretleri (boyları) ile evlilik nedeniyle kan bağları oluşup da herkesin (Türklerin), kendi dilleri ile ibadet yapabileceği konusunda da serbestlik sağlanması sayesinde, Türklerin bildikleri dilden ibadet etmeye başlaması ile İslamlaşması da o kadar sürat ve hız kazanmıştır ki, Türk boyları İslam’ı kabul etmiş ve yaymışlardır.

Hele P i r - i H o r a s a n i A h m e t Y e s e v i’ n i n ilim ve irfan dergâhı kurulup burada yetişen, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği gerçek İslam dini ve onu takip eden Ehlibeyt, On iki İmamlar’ın doğrultusunda yetiştirilen T ü r k m e n U l u l a r ı tasavvuf ilmi ile bilgilenerek Anadolu’ya ve diğer bölgelere gönderilmesiyle, o, Ehlibeyt ve İslam’ın, Aleviliğin sevgi, barış özellikle de kendi dillerinde ibadeti ön planda tutmaları ile Budapeşte’ye kadar yaydılar.
Özellikle burada dikkat edilmesi gereken, insanların anladıkları dilden ibadet etme isteği… Bu istek, zamanımıza kadar devam etmiştir. Aslında burada çekişen nedir, biliyor musunuz? Türk dili ve kültürü ile Arap dili ve kültürü çarpışıyor… İnanç anlaşılarak yerine getirilsin ve yaşasın diye Türk dili, öte yandan anlaşılmasın ve Arap örf âdetlerine göre yaşasın diye Arap dili çarpışıyor…
Buna güzel bir örnek olarak Arapça bir duayı, Türkçesi olan bir duayla karşılaştırırsak olayı açıklamış oluruz.
İ h l a s S u r e s i’nin Arapçası şöyledir:

“ Bismillahirrahmanirrahim,
Kul hüvvallahû ehat, Allâhüs samet, lem yelitve lem yûlet ve lem yekül vehû küfüven ehat.”
Türkçesi ( İ s m a i l H a k k ı B a l t a c ı o ğ l u’nun “Türkçe Kuran Meali”nden):

“Acıyıcı, esirgeyici Allah adıyla başlarım.
De ki: O, bir tek olan Allah’tır.
Allah Uludur.
Doğurmamıştır, doğurulmamıştır.
O’nun dengi de yoktur.”
(Durumun daha iyi kavranması için, geçmişte olan bir olayı kısaca nakletmek istiyorum. Bu örnekle, insanların anladıkları dilden ibadet etmeleri konusunun daha da netlik kazanacağını umuyorum…Wink
Eşref Bey’in hatıralarında şöyle bir olay gerçekleşiyor: İttihat ve Terakki, yine bir hayalin, yani İttihad-ı İslâm (Siyasi İslam) hedefinin peşinde. Medine’de büyük bir medrese kuruyor. Bu medresenin açılışına üç büyük paşa; T a l a t , E n v e r ve C e m a l P a ş a gidiyorlar. Teşkilat-ı Mahsusa’nın seçkin askerlerini de, yani “Osmancık Taburu”, bugünkü adıyla “Mehmetçik”,o pırıl pırıl, aslan gibi Anadolu çocukları karşılıyor. Arapta deve her bakımdan kıymetlidir. Bu paşalar geliyor diye, ayrıca Hicaz Emiri Ş e r i f H ü s e y i n de orada. Develer kesiliyor.
Arap kadınları ellerinde darbuka, defler deve etinin methini yapıyorlar…
İşte “Deve etinden bu kadar kebap oluyor, bu tarafından haşlama yapılır” falan. Bizim aslan gibi Osmancık, hüngür hüngür ağlıyor. O şarkılar tabii Arapça. Bir kumandan bunun üzerine Osmancık’a soruyor:
“Oğlum, ne ağlıyorsun sen?”
“Kumandanım, bak neler söylüyor.”
“Oğlum ne söylüyor; o, devenin etinin lezzetini anlatıyor.”
O kumandan diyor ki bu üç paşaya, üçünün gayet yakınına gelerek ve hatta onların önlerinde:

“İşte Paşa Hazretleri, gördünüz mü? Bu medresenin bu Anadolu çocuklarına yaptığına; işte sünnetin eseri bu!”

Dünyada Türk milleti kadar hiçbir millet, Kuran’ın Arapça olmasının bedelini ödememiştir. Hâlâ ödüyoruz. Ama aynısı Kuran’da var. “Arap”a diyor ki Kuran: “Sizin anladığınız dil bu olduğu için Arapça geldim.” Kim söylemiş namazda duanın Türkçe okunmayacağını, Türkçe ibadet yapılamayacağını? Kuran’ın Arapça inmesinin bedelini değil de, Arapların yaşadığı bir bölgeye, Kuran’ın kendi dillerinde inmesini, bizim kendi yaşadığımız bölgede, Türkçeye çevirmememizin ve Türkçe ibadet etmememizin bedelini ödüyoruz. Yani bizim Kuran’ı Türkçeleştirmemiş olmamızın bedelidir.

Din neden gelir? Allah’ın emri neden tebliğ edilir?
Anlaşılsın, uygulansın diye herhalde…
(Bunca zaman ulemadan kişiler Kuran’ın Türkçeleştirilmesine karşı çıkmışlar, hatta “Matbaada basılması günahtır” dememişler miydi? Çıkmışlardı, halen de bu tezi savunanlar var. Kuran ille Arapça okunsun, ibadet Arapça yapılsın diye. Çünkü anlaşılmasın ki menfaatleri devam etsin. Kuran’da bir ayette Yüce Yaratan der ki: “Kim ki benim vahy ettiğim dini, bir ücret karşılığı tebliğ ederse, aldığı o ücret mahşerde nâr (ateş) olup karnında yanacaktır.”

Kuran’ın Arapça okunmasıyla bir menfaat ortaya çıkmıyor mu? Cenazede, mevlitlerde, mevta için kırk gün boyunca okunan Arapça Kuran anlaşılmasın ki herkes tarafından okunmasın, belli kesimlerce okunarak bir çıkar sağlansın. Bir de hemen hemen bütün peygamberler ve dinler hep aynı bölgede, yani Ortadoğu’da ortaya çıkmıştır. Neden acaba? Bana göre İslam öncesine, diğer bir deyişle C a h i l i y e D ö n e m i’ne bakılırsa bu daha net anlaşılır. Peki soruyorum, orada yaşayan hangi millet, hangi topluluk var, ona bakıp ona göre durumu değerlendirmemiz yerinde olur…Wink
Yüzyıllarca, bunca ümitlerimizin dalında kurumasının asıl sebebi, başka bir dille ibadetin zorunlu saydırılmasındandı.
“Ve de..
Dinsel bir zorunluluk olmadan…
Madde ve manada her türlü sömürü…
Açıklanamayacak her çeşit art niyet…
Her yapıda emperyalizm girişimi…
..dönmüş dolaşmış. bu baskı aracının kılıflarına ustalıkla bürünmüştür.”
Emevi ve Abbasi saltanatı da burada değil mi? Emevi saltanatı kopkoyu bir Arap şovenizminin eseri değil midir? Bugünkü Arapça söylem bir takıyyedir.
(Araplar hep kendilerinin dışındakileri “Mevali” (Arap olmayan) diye aşağılamışlardır…Wink Bizde aynı düşüncede olanlar, yani Arapçayı savunanlar Araba “kavm-i necip”, yani “seçkin kavim”derken, onlar bize “alçak ırk” demişlerdir.

Bakın, İslam’ın üç temeli vardır. Bir tanesi “Lâ ikrahe fid-din” (Dinde zorlama yoktur). İkincisi “ Lâ Ruhbaniyet Fil İslâm” (İslamda ruhbanlık yoktur). Ama asıl üçüncüsü ve en önemlisi “tagayyür-i ezmanla tebeddül-i ahkâm” (zamanın yapı değiştirmesi ile kuralların o değişen yapıya uyması; yani çağa uyması). İslam’ın son din olmasının sebebi de bu değil midir?..
İslam, bir vicdan ve ahlak hareketidir. İki büyük İslam vardır. Biri; bu dini tebliğ eden, gerçekten insan olarak eşi emsali olmayan ve insanı insan yapmış, insan adını verdiğimiz büyük insan H z . M u h a m m e d M u s t a f a … (Ondan sonra “Emevi ve Abbasi İslamı” uygulanmış, buna karşı çıkanlar olmasına rağmen, onlar da büyük baskı ve eziyet, kıyımlara karşın bugüne kadar yürütmeye çalışmışlar…Wink Aradan 1311 yıl geçtikten sonra, aynı inanışı yaşatmak için çalışan G a z i M u s t a f a K e m a l A t a t ü r k … İşte ikinci İslam o zaman yeniden uygulamaya çalışılmıştır. Yani herkesin anlayacağı, yapacağı İslam… Dininin esasına (Kuran’ın) dokunmadan Türkçe ibadet yapılabilmesinin yolunu açan yüce Atatürk... “Eğer Arapça ibadette diretilirse, o zaman da İslamiyet, Musevilik gibi lokal bir dil ve din olur.”

Hanefi Sünni mezhebinin kurucusu “İmam-ı Âzâm”Ebu Hanife, dinsel ve tarihsel kaynaklarda Kuran’ın çevirisinde Türkçe ibadet yapılmasının kabul edileceğini belirtmiştir. Kutsal kitabı anlamadan Allah’a kulluk edilemeyeceğini, bunun yolunun ancak çeviri ile gerçekleşeceğini kabul ediyor. Ebu Hanife’nin daha sonra bu düşünceden vazgeçirildiği rivayet ediliyor. Arap kültür emperyalizmin baskısı ile…

Yine Şeyh Ebidullah Afganlı, 1910 yılında yazdığı “Kavm-i Cedit” adlı kitabında hutbe ile ilgili olarak şunu söylemiştir: “Hutbeyi öğrenmek için bütün Türklerin Arap olması mı gerekiyor? Yoksa onu Türkçeye çevirmek kadar mantıklı bir şey var mıdır? Zaten İmam-ı Âzâm da “Kuran’ı tercüme edin” diyor ve bunun geçerli olduğunu doğruluyor.

İbrahim Hilmi, “Avrupalılaşmak” isimli yazısında diyor ki: “Biz Türkler, Türkçe tercüme olmadığı için, dinimizin esaslarının ne olduğunu bir şekilde öğrenmemiz en doğal hakkımız değil midir?”

Mehmet Akif, Ahmet Naim Bey, Şerif Mardin, Ahmet Hamdi Aksekili, Şerafettin Yaltkaya gibi önemli isimler, uydurma hadislerden büyük bir keder içerisinde acı acı şikâyet etmişlerdir. Çünkü Y ü c e P e y g a m b e r i m i z ş ö y l e d e r : “ Benim için kim söylemişse, aklın ve ilmin tasdikinde (onayında) ise onun benim olduğunu düşünün. Eğer aklın ve ilmin reddinde (karşı çıktığı) ise onu ben söylememişimdir.”

İlk önce “akli İslam olunması”, yani mantığı, aklı ve zamanı kabul eden İslam olunması; kısacası çağdaş İslam olmak!.. Biz anadilimizle Allah’a kulluk etmek daha çağdaş olur diyoruz. Böylece Arap kültür ve inanç emperyalizmine de karşı çıkarak, Arap ümmetçiliği ile gizli-açık olarak yapılan kavganın da önüne geçmiş oluruz.

Türk milleti. İslamiyetin hayatiyetini, hareketliliğini ve geleceğe dönük olan büyük ufkunu benimsedi. Arabın kabul ettiği İslamiyeti değil… Türkler İslamiyet öncesinde hiçbir zaman insanların kendi yarattığı putlara tapmadılar. Araplar ise kendi yaptıkları putlara taptılar.

Anadille ibadete hiçbir dinsel mani yok.

Bugüne kadar gerçekleşmemesinin çok sebebi vardı ve bunların başında teokratik düzen geliyordu. Atatürk, bu düzendeki “yaşama sistemi” haline getirilmiş bölümleri bir bir ayıkladı, yerine çağdaşlarını koydu; laik Cumhuriyet’i kurdu!

Türk insanı bugün hâlâ ibadetini anadiliyle değil, şoven Arap kültür emperyalizminin aracı olan Arapçasıyla yaptığına göre, bu konuda şimdiye kadar ne yapıldı?

Bakın, size bir milletin kendi diliyle ibadet etmesine en çarpıcı bir örneğini sunalım:

Moldova’da, bir Hıristiyan Türk toplumu olan G a g a v u z l ar (Gök Oğuzlar) yaşıyor. 1936’da, o dönemde Romanya Büyükelçisi olan H a m d u l l a h S u p h i T a n r ı ö v e r ve C e m a l K u t a y oraya gitmişler. Cemaatin din temsilcisi ile tanışırlar. Sohbetin inançla ilgili kısmında temsilci şöyle söyler. “Biz Hıristiyanız. Ama bizim dil özgürlüğümüz var. İncil’i kendi dilimizle okuyor, ibadetimizi kendi dilimizle yapıyoruz. Siz bu haktan yoksunsunuz”

Atatürk’ün kuracağı yeni müstakil Türk devletinin, Arap kıtasıyla olan ilişkisi sadece ve yalnız ibadetin Arapça olarak yapılması noktasına dayanıyor. “Bu, hiçbir zaman Türk milletini ve Türk insanını tatmin eden bir sistem değildir. Türk dini kendi diliyle Tanrısına kulluk vazifesini yerine getirecek bütünlük içindedir.” M e h m e t A k i f E r s o y bile diyor ki: “Hele biçare şeraitle nasıl oynanıyor… ‘Müslümanlık bu mu yahu?’ diye insan yanıyor.” (Yani, Türkçe olmadığı için anlaşılamayan Müslümanlıkla, dinle, ibadetle istedikleri gibi - Arapça olduğu için – oynadıklarını, işlerine geldikleri gibi, inancı kullandıklarını anlatmaya çalışıyor…Wink

Yine bir örnek verirsek:

23 Ocak 1930’da Menemen’de “Şeriat isteriz” sesleri arasında D e r v i ş M e h m e t ’in arkasına takılan 20-30 kişilik kalabalık, talim dönüşü yolda kendileriyle karşılaşan ve ne istediklerini soran yedeksubay öğretmen M u s t a f a F e h m i K u b i l a y’ı (1906 - 1930) ellerinde tüfekle öldürmüşler, kestikleri başını bir mızrağa takarak hükümet binasına doğru yürüyüşlerine devam etmişlerdi.

Daha sonra yakalanarak o zamanki sıkıyönetim mahkemesine (divanıharbe) çıkarılırlar. Orada tutanaklardaki savunmalarında; Derviş Mehmet’in etrafına topladığı insanlarla “Kuran’dan ayetler” olarak yarım yamalak Arapçasıyla okudukları ne Kuran’dı, ne de hadis kitapları…

Bunları inceleyen Diyanet İşleri, medreselerin ilk bölümlerinde Arapça öğrenmek için okutulan hikâyeler ve benzerleri olduklarını tespit etmiş, mahkemenin sorusu da böylece cevaplandırılmıştı.

Mustafa Kemal’in duyduğu büyük acıyı, millete başsağlığı dilekleriyle açıklayan duygularının sonunda faciaya koyduğu bir t e ş h i s vardır ki:

“Meselenin dinle hiçbir alakası yoktur. Asıl sorun dil meselesidir. İbadetin sadece Arap diliyle yapılması yolunda Kuran veya sahih hadislerde ‘nass-ı katı’ halinde bir emir var mıdır? Varsa nerededir, göstersinler.”

Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in ve İbni Reşit’in isyanlarına mani olmak için Arap diyarlarına giden Akif, Arapları çok iyi tanıyor ve biliyordu ve nitekim hasta, siroz bedeninde vatanına dönerken “İslamiyet sadece Türkiye’de” demişti.

Atatürk ve bazı din âlimleri 1935-1936 yıllarının iki yazını Yalova’da ağırlıkla bu konu üzerine geçirmiştir. Zamanın din bilginleri şunlardır: Şemşettin Günaltay (tarih profesörü, ilahiyatçı), Naim Hazım Olat, Velet Çelebi, Hısım Atalay (“Divanı Lügat-ı Türk”ü dilimize çeviren), Ebu Ziya Mandiz, Ahmet Hamdi Aksekili ( D.İ.B.), Diyanet İşleri Başkanı Börekçizade Rifat Efendi, Mustafa Hilmi Gerçeker. Bu teologlar, ilahiyatçılar şu sonuçlara varmışlardır:

Kuran-ı Kerim’in bir emri olsaydı veya Hz. Resul’ün bir hadisi olsaydı; sözgelimi “Dünya üzerinde Arapçadan başka bir dille ibadet yapılamaz” diye bir hüküm olsaydı, bir kıyas olsaydı kimse bugün bunu dile getirmezdi. Ama böyle bir ayet ya da hadis yok. ( Sadece Arap emperyalizmini savunan, dinin anlaşılmaması için elinden geleni yapanlar vardır. Onun dışında Arapça ibadeti savunan yok…Wink

Türk milletidir İslamiyet’e evrensel yapısını veren… Türk milletidir İslamiyet için 652 sene kanını döken… (Osmanlı, savaşa gittiği zaman İslamiyet ve din adına diye savaşa çıkardı, halk da din adına savaşa katılırdı. Savaşta ya şehit olurdu ya da gazi… İslamiyet’te her ikisi de kutsal sayılır.) On üç haçlı seferinin hiçbirisinde İslam ordularına katılmış Arap askeri yoktur. Selçuklu Hakanı K ı l ı ç a s l a n , S e l a h a d d i n E y y u b i Arap değildir. (Türkçe konuşulan veya devletlerin sınırları içinde kabul edilmiş olan milli dillerin dışındaki bir dilde, yani Arapça ile yapılan ibadet, o insanları bâtıla itmiş olur. Hakk’a doğru dönülmesi insanların, milletlerin kendi anladıkları dilden ibadet etmeleriyle gerçekleşebilir. Eğer kendi dilimizle ibadet edersek eminim Allah’la aramızdaki ruhsal durumumuz daha iyi olacaktır. Ona ulaşmaya çalışmamız daha anlamlı olacaktır…Wink

İnsan, diniyle doğmaz; insan, Tanrı’yla doğar… Dinini her zaman değiştirebilir; ama Tanrısını değiştiremez. Tanrı tektir. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonraki onuncu asra rastlıyor, o sıralarda bütün dünyaya evrensel bir şekilde Müslümanlığı yaydılar. Bunun dışında Araptan kimse söz etmiyordu. ( Ülkemizde ise Arapça ibadette halen ısrar edilerek, Arapça çok önemliymiş gibi ihtiyaç duyulma isteği devam ediyor ve savunuluyor. A h m e t Y e s e v i , H a c ı B e k t a ş V e l i , Y u n u s , P i r S u l t a n , K a r a c a o ğ l a n , Â ş ı k V e y s e l Ş a t ı r o ğ l u ve daha nice evliya, abdal, halk ozanı olmasaydı acaba şu anda konuştuğumuz dili konuşabilir miydik? Hayır. Ya Arapça ya da Farsça konuşurduk. Bugün konuştuğumuz Türkçeyi onlara borçluyuz. Çünkü onlar ibadetlerini (İslam dinine göre) Türkçe yaptılar. Deyişlerini, duvazlarını, tevhitlerini Türkçe okudukları içindir ki bugün konuştuğumuz Türkçeyi muhafaza edebildik…Wink

Biliniyor ki Osmanlı’da, akılcı felsefenin öncüsü ve bir Türk olan İ b n i S i n a ile nakilci görüşün temsilcisi İran asıllı G a z a l i arasındaki fikir çekişmesi, sadece bilimsel hayatı değil, devletin varlığını da etkilemiştir.

Hacı Bektaş Veli’nin, Abdal Musa Sultan’ın, Yunus’un aydınlanmacı dergâhları arka plana itilip, akılcılığın önü kesilip. Ne zaman ki statükocu Gazali’nin görüşü kemikleşmiş, işte o andan itibaren bizim “rüsum uleması”nın elinde Osmanlı’da Katolikliğin ruhban sınıfı gibi bir dinsel saltanat kurdu. İbni Sina itildi, Gazali nakilciliği egemen oldu. Arap şeriatı, kural ve tatbikatıyla hayatı eline aldı; önce duraksama, sonra gerileme başladı ve çöküşe kadar devam etti.

Aslında m a t b a a denen, R ö n e s a n s ’ın ( Y e n i d e n D o ğ u ş ) en büyük icadının O s m a n l ı ’ d a 2 7 7 y ı l g e c i k m e s i n i n asıl sebebi budur.

Yerinde sayış, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar sürdü.

Bundan sonraki uyanışın, aradaki boşluğu doldurması da zaten mümkün değildi.

H a l l a c - ı M a n s u r , F a r a b i , E l B i r u n i , İ b n i R ü ş t , H a c ı B e k t a ş, M e v l â n a , S a d r e t t i n K o n e v i , Y u n u s, N e s i m i , S i m a v n a K a d ı s ı o ğ l u B e d r e d d i n şahsiyetleri ve gayeleriyle yok edilmiş olup; şekilci, tekdüze, klişeleşmiş, şeriatı Arap kültür emperyalizminin aracı yapmış hareketi dine, düşünceye, tasavvufa egemen olunca Araplaştırılmaya çalışılmış Türk insanına kendi diliyle ibadeti, değil tatbik etmek, düşünmek ve düşündürmek bile küfür sayıldı.

Yunus’un yakarışı, Mevlâna’nın hikmeti, Farabi’nin felsefesi, Hacı Bektaş Veli’nin hümanizmi bile anılmaz oldu. Nerede Türk insanını bu zamanın gelişmesi içinde geçmişine özgü bir din, iman, ibadet yapısının hür düşünceli ferdi yapacak olan köklü hizmetin nasibiyle yetiştirme özgürlüğü?

Önce 1 8 3 9 T a n z i m a t ı’yla Müslümandan gayri tebaayı da kale alışı, sonra da 1876’daki B i r i n c i M e ş r u t i y e t’le medresenin hayatı düzenleme fonksiyonunun içine parlamentoyu koyuşu ve bir ölçüde bile olsa dinin yanında bir de dünyanın varlığını kabul etmesi…
Bu şartlar içinde doğru ve cesur teşhislerin din ile dünya arasındaki konuların açık konuşulması yolundan geleceği kabulleniliyordu, çünkü başka seçenek de yoktu.

Din adına hurafelerin korkusu nesillerdir yüreklerine sindirilmiş bir milletin aklı üstün tutan düşünceyi bulması ve inanması mümkün müydü? Geçmişte, bin bir kanlı misal ortada iken.

Anlamadığı bir dille ve o anlayamadığı dili yarım yamalak öğrenmiş olmak ayrıcalıklarını, bir ruhban sınıfı yaratmış ve onu din ile dünyanın tek hâkimi yapmışken kurtuluşun tek çaresi olan ibadetini öz diliyle yerine getirme hakkını kimler ona anlatacak, uyaracaktı?

Son din İslamiyetin ahlak ve faziletlerine yabancı bir dilin, yani Arapçanın papağanlığıyla nesiller yetiştiriliyor. Yabancı bir dilin papağanlığıyla değil, öz dilinin aydınlığıyla ibadet ve diğer konularda yetişmesi ve gelmesi gerekir. Allah’a kulluğumuzu gösterirken Türkçe söyleyelim. Allah bütün dilleri bilmiyor mu sanki? Önemli olan, hiç olmazsa biz de ne söylediğimizi bilelim. Allah’tan ne istediğimizi bilelim.

Din, insanların Allah’la aralarında kurdukları kendisine ait bir köprüdür. O köprüden yalnız kendisi geçer… Onun elinden tutacak tek kişi vardır; O da, yüce Tanrı’nın Resulü Hz. Muhammed ve onun Ehlibeyti’dir. Onun dışında kimse insana yol gösterici değildir.

İslamiyet bir hayat düzenidir. İslamiyet salt din değil. Çıplak bir din. Bu bir yaşama düzenidir. Günlük yaşamı ve davranışı belirler.

Yusuf Suresi’nin ikinci ayetinden İslam’ın Kuran’ı anlamak ve akıl etmek prensibine dayandığını, Kuran’ın ancak anlamak için okunması gerektiğini çıkarıyoruz. Öyleyse Arapça bilmeyenler, onu olduğu gibi Arapça okudukları zaman Kuran’ı anlayamazlar ve sadece Arapçayı bilmeden, Arapça okuyup Arapça ile yetinmek Kuran’ı anlamamak olur ve Kuran’ın da esprisine bu tavır ters düşer. Bu da her Müslümanın kendi dilini Kuran’a uygulamasından geçer.

Buna güzel bir esprili örnek olarak şu olayı verebiliriz.

Cumhuriyet’ten önce Harput’un Çarsancak adlı kasabasında beylerden biri ki galiba Mehmet Bey- Harput’un şair ve nüktedan âlimlerinden Nusret Efendi’ye gelir. Kendisine hiç kimsenin bilmediği etkili bir dua öğretmesini ister. Nusret Efendi de ona şu duayı öğretir: “Allümme dubben ceybiren fiy cebelin azim!..” Olduğu gibi naklediyorum. Bu kimsenin bilmediği duayı öğrenmekten sevinen Mehmet Bey, dört yıl bu duayı okur.

Bir gün evine bizim Naimi Bey’in babası Harput’un ünlü âlimlerinden Kemal Efendi gelir, ibâdet ederler. Mehmet Bey, Müftü Kemal Efendi’ye, kimsenin bilmediği dualar bildiğini işittirmek için, ibâdetin ardından, ellerini kaldırıp işitilecek bir sesle, “Allhümme dubben ceybiren fiy cebelin azim!..” der.

Duayı duyan Kemal Efendi, Mehmet Bey’e o duayı bir daha okumasını söyler. Mehmet Bey sebebini sorar. Kemal Efendi duanın anlamını açıklar. “Canım, sen, ‘Allahım beni büyük bir dağda, büyük bir ayı yap’ diyorsun.” Nusret Efendi’ye karşı büyük bir kızgınlık duyar.

İşte kendi dilinden olmayınca ortaya böyle gülünç durumlar ortaya çıkmaktadır. Bunun gibi daha yüzlerce örneğin olması, İslamiyet inancı herkesin kendi dilinde yapamamasından, dolayısı ile, anlamamasından kaynaklanmaktadır. Eğer insanlar anladıkları dilden ibadetlerini yapmış olsalar, hem Tanrı’ya daha çok yaklaşacaklar, hem de insanla Tanrı arasına giren birtakım din bezirgânlarının da aradan çıkmasına yol açacaktır.

Müslümanın Türkçe ya da Arapça ya da Japonca kendi dilindeki duanın farksızlığından Alak Suresi’nde de söz ediliyor. Behçet Kemal Çağlar’ın Türkçesiyle şöyle başlıyor:

“Yaratan Tanrı’nın adıyla oku
Gönül şevki, ağız tadıyla oku.”

Kendi diliyle okumazsa, ağız tadıyla dua etmesi söz konusu olmayacağına göre, tabii Allah her şeyi bilecek ve her şeyi yapacak; ama o zaman hiçbir dinde duanın yeri olmazdı. Bir de şu Kuran’ın Araba indiğini anlatıyor. İbadet kısımları, iman kısımları değil, Kuran’ın ibadetiyle imanını birbirinden ayırmak lazım. Fussilet 41 ya da Secde Suresi’nin 44. ayetinde, “Biz Kuran’ı yabancı dille göndermiş olsaydık, onlar muhakkak derlerdi ki: O’nun ayetleri niçin açık beyan olunmadı? Bu ne? Dil yabancı, muhatap Arap.” (ŞÃ»ara Suresi, 74. ayet) “Ana şehri Mekke ve çevresindekileri eğri yolun sonucundan korkutmak hiç şüphe götürmez, toplanma gününü ihtar etmek üzere sana Arapça Kuran vahiy ettik.” Demek ki Arapça Kuran vahiy edilmesinin ana nedeni ana şehir denilen Mekke ve Medine’nin çevresinde oturan insanların Arapça’nın dışında başka dil bilmemesidir.

Ahkaf Suresi 12. ayeti, Zümer Suresi’nin 41. ayeti, bu ayetleri destekleyen, doğrulayan başka buyruklar da vardır, Tanrısal buyruklar da vardır.

Başka bir örnek daha verelim. Zamanın halifesi İran’ı fethettikten sonra orada, ibadet yapılmaya başlanıyor ve halifeye mektup yazıyorlar; diyorlar ki: “Biz ibâdetimizi yaparken Arapça yapılan dualardan bir anlam çıkartamıyoruz; bize ibâdette kullanacağımız bir duayı, bu da Fatiha suresidir, Farsçaya çevirip gönder, biz onu okuyarak ibâdetimizi yapalım. Bu çok bilinen bir konudur. Halife de Fatiha Suresi’ni Selman-ı Farisi’ye Farsçaya çevirmesi için söyler, o da Farsçaya çevirir ve gönderir. Fars (İran) halkı bu duayla ibâdetlerini yapıyorlar.

Buna da o devirde Peygamber’in saadeti olan, Peygamber’in uygulamalarını çok yakından bilen insanlar, buna ses çıkarmıyorlar; bunu olağan kabul ediyorlar. Öyleyse daha o zamandan ibadetin Arapça dışında, her milletin kendi diliyle yapılması olayı kabul edilmişken, günümüzde Türkçe ibadetin, Türkçe yapılmasına karşı koymak kutsallığın ortadan kaldırılması demek değildir. Bilakis, kutsallığın kaldırılmasından çok, aracı konulmadan Allah’a ulaştırılması demektir. Bu bakımdan ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi lazım.

Kuran dilinin ve diğer duaların mutlaka Türkçeleştirilmesi ve Kuran’ın da okullarda öğrencilerimize Türkçe öğretilmesi gerekiyor.

Öyle ki ölünün başında okunan dualar veya gündelik hayatta kullanılan, kadının miras hakkına, çocuğun babaya karşı davranışına, babanın çevreye karşı davranışına ait olan birtakım ayetler okunuyor, insanlar da ağlıyor. Halbuki onlarda ağlanacak hiçbir şey yoktur. Gündelik hayatın düzenlenmesi için bir takım ayetleri okuyor bize birtakım hocalar, biz de ağlıyoruz. Öyleyse insanlar bunun anlamını bilirse üzülmesi gereken yerde veya duygulanması gereken yerde duygulanacak.
Kuran hiçbir zaman mezarlıklarda okunan kitap değil, gündelik hayata yön veren kitaptır. Bunu görecek ve bu da insanlarımız açısından, Türkiye’deki İslam’ın geleceğinin daha mükemmel olması açısından bir aşama olacaktır.
Bilindiği üzere, 1946 yılından itibaren ilkokulların 4.ve 5. sınıflarında isteğe bağlı din dersi okutulması kuralı getirilmişti. Bu konudaki siyasal karar: “Çocuğuna okulda din dersi verilmesini İSTEYEN veli, bu isteğini okul yönetimine yazılı olarak bildirir” biçimin-deydi.
Uygulayıcı Milli Eğitim Bakanı bir “ hile-i şer’iye” yaptı. Kararda geçen “isteyen” sözcüğünü “istemeyen” sözcüğü ile değiştirdi. Öğretim izlencesinde karar “Çocuğuna okul da din dersi verilmesini İSTEMEYEN veli, bu isteğini yazılı olarak okul yönetimine bildirir” biçiminde yer aldı. Kimse çıkıp böyle bir yazılı başvuruda bulunmayınca da, sanki her veli bunu istiyormuş gibi ilköğretim okullarında din dersi oturaklaştı.

Din dersi ve sözde din kültürü zorunluluğunu laik Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına yerleştiren generallerimizden biri bile söz konusu uygulamayı kullandı. “Baksanıza, 1946’lardan beri ilkokullarda din dersi var. Kimse çıkıp ben çocuğuma okutmam dememiş. Demek ki halk bunu istiyor” dedi. Oysa halk, kendi adına oynanan oyunlardan habersizdi. Laiklik, Atatürk devrim ve ilkeleri adına mangalda kül bırakılmayan ülkemizde, yalnızca rahmetli P r o f . B ü l e n t N u r i E s e n karşı çıktı, çocuğuna din dersi verilmemesine. Dileğini okul yönetimine yazılı olarak iletti.
Bir de, yine rahmetli B e h ç e t K e m a l Ç a ğ l a r karşı geldi okullara din dersi konulmasına. Tepkisini de, hem partisinden hem de milletvekilliğinden çekilerek gösterdi.

[B]TÜRKÇE İBADETİN TARİHÇESİ[/B]

Türkçe ibadetin tarihi seyrini şöyle sıralayabiliriz:

- 07.02.1923 : Mustafa Kemal Atatürk ilk Türkçe hutbeyi Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde okudu.
- 22.01.1932 : İlk Türkçe Kuran, Yerebatan Camii’nde Hafız Yaşar tarafından okundu.
- 30.01.1932 : İlk Türkçe ezan Fatih Camii’nde okundu.
- 06.02.1932 : Süleymaniye Camii’nde Türkçe hutbe okundu.
- 18.07.1932 : Ezanın Türkçe olarak okunması bir kanunla mecburi hale getirildi.
- 16.06.1950 : DP ezanın Arapça okunmasıyla ilgili yasağı kaldırdı.


İlahiyat Fakültesi’nce 1928 yılında, İslam dininde reform sorununu incelemek ve Milli Eğitim Bakanlığı’na öneride bulunmak üzere oluşturulan komisyon tarafından hazırlanan raporda dinin b i l i m s e l l e ş t i r i l m e s i v e u l u s a l l a ş t ı r ı l m a s ı gereği belirtildikten sonra d i n i n g e l i ş i m v e c a n l ı l ı k k a z a n m a s ı i ç i n d e ğ i ş i m e a y a k u y d u r m a s ı n ı n z o r u n l u l u ğ u ortaya konmuştur.

D ü ş ü n ü l e n ö n e r i l e r ; t a p ı n m a n ı n b i ç i m i , d i l i , g ö r ü n ü ş ü v e i d e o l o j i s i olmak üzere dört ana başlık etrafında toplanmıştır. B i ç i m olarak tapınakların temiz, gezinmeye değer ve içlerine sıralar konularak oturulacak bir şekilde olması, elbiselikler yapılması, temiz ayakkabılarla girilmesi üzerinde durulmuştur…

G ö r ü n ü ş konusunda tapınakların güzel coşturucu olmasına, usule uygun söylemeye yetenekli müezzin ve imamlar yetiştirilmesine, tapınaklara müzik aleti girmesine, dinsel müzik niteliğinde çağdaş enstrümantal müziğe yer verilmesi gerektiğine değinilmektedir...

İ d e o l o j i d e ise hutbelerin basılı biçimlerinin yetersizliği ve asıl önemli olanın, içeriklerinin doğrudan doğruya d i n s e l d e ğ e r v e f e l s e f i n i t e l i k taşıması olduğu göz önüne serilmektedir. Bunun dışında yeni bir din e d e b i y a t ı, f e l s e f e s i o l u ş t u r u l m a s ı gereği ileri sürülmektedir…

Kuran-ı Kerim’in Türkçeye yapılan ilk tam çevirisi, 1338 yılında bir Türk lehçesi olan Çağatay lehçesi ile yapılan ve halen İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde bulunan eserdir.
Alevilerin Türkçe ibâdet konusunda sorunları yoktur. Çünkü yaklaşık 1000 yıldan beri Anadolu’da Aleviler ibâdetlerini Türkçe olarak yani, ana dilleriyle yaptılar ve yapmakta da devam ediyorlar. Bu sorun Türkiye’deki diğer inanç gruplarınca genel olarak yaşanmaktadır.

Prof. Dr. Bülent Tanör’ün üstün nitelikli bilimsel yapıtında metnine yer verdiği, gizli ya da açık olarak ülkenin dört bucağına serpilmiş Kuran kurslarında çocuklara içtirilen andı, daha da kaygılandırıcı bir belge olarak eklemeli:

[B]Kuran kurslarında çocuklara içtirilen ant şöyledir:[/B]
“Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliğiyle savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinim, Allah’ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kâsem ederim.” (Cumhuriyet, 26 Ocak 1997)

Şimdi soruyorum: Hiç böyle bir zihniyet, Türkçe ibadeti kabul eder mi? Cumhuriyet’i kabul etmeyen, laikliği kabul etmeyen zihniyet ibadetin her boyutunda Türkçe olarak eda edilmesine rızalık gösterir mi? Yorum, Atatürk’e ve laik Cumhuriyetine içtenlikle bağlı olan yüce Türk halkının…


Dursun ZEBİL Yaşar KARAMAN Abbas ŞAHİN

Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı

Zeki Büyüktanır; “Türkçe Tapınma”

Hulki Cevizoğlu; “Türkçe İbadet”, s. 7

a.g.y. (Adı Geçen Yapıt), s . 8 - 9

a.g y., s. 27

a.g.y., s. 29

Hulki Cevizoğlu; “Türkçe İbadet”, s. 31 - 32

Zeki Büyüktanır; “Türkçe Tapınma”

Hulki Cevizoğlu; “Türkçe İbadet”

Cemal Kutay; “Türkçe İbadet, Ana Dilimizle Kulluk Hakkı” (s. 8)

Hulki Cevizoğlu; “Türkçe İbadet”

a.g.y.

a.g.y.

Cemal Şener; “Anadilde İbadet”, s. 54 - 69

Hulki Cevizoğlu; “Türkçe İbadet” , s. 48

a.g.y., s. 60

Cemal Kutay; “Türkçe İbadet, Anadilimizle Kulluk Hakk”ı, s. 43 – 46 - 62

Hulki Cevizoğlu; “Türkçe İbadet”, s. 122 - 126

Cemal Kutay; “Türkçe İbadet Anadilimizle Kulluk Hakkı” , s. 66 – 67 - 70

a.g.y., s. 127

a.g.y., s. 128

a.g.y.

[url=http://www.aleviislamdinhizmetleri.org/index.php?link=Türkç.html&adi=Türkçe İbadetimiz&ustmenu=Araştırma ve Sohbet Yazıları&ust=Araştırma ve Sohbet Yazıları#_ftnref22] a.g.y., s. 141

[url=http://www.aleviislamdinhizmetleri.org/index.php?link=TÃ
Bunların adı "Alevileri sünnileştirme hizmetleri başkanlığı" olmalıdır...