Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: İslamiyetteki Ayrılıklar
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
İSLAMİYET’TEKİ AYRILIKLAR
Hz. Muhammed sallallahü aleyhe ve sellem Efendimizin bu âlemden Hakk’a yürümesinden hemen sonra ilk ayrılıklar başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamber’imiz, kendisinden sonra amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı olan Hz. Ali’yi, yerine vasi tayin etmişti. Buna rağmen, vefatından sonra Hz. Peygamber’in na’şı henüz yerde iken, Ebu Bekir’in halife seçilmiş olmasıdır. Bunun bir uzantısı olan ve bugünAlevi-Sünni ayırımı olarak karşımıza çıkan bu olayı, daha iyi anlayabilmek için tarihe dönmek gerekir. İslam tarihini incelediğimiz zaman, bazı kırılma noktalarını görürüz.

Birinci kırılma noktası: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Hz. Muhammed sallallahü aleye ve sellem efendimizin Hakk’a yürümesinden hemen sonra, na’şı henüz yerde iken Ebu Bekir halife seçilmiş ve bu olay, Hz. Peygamber’i sevenleri derinden yaralamıştır. Hz. Peygamber’in Gadir-Hum vasiyetini ve Hz. Ali’yi yerine bırakacağına en kuvvetli delil sayılan ve velâyet ayeti olarak bilinen Nisa Suresi’nin 59. ayetini hiçe sayarak yapılan bu uygulama, Müslümanları ikiye bölmüştür.
İkinci kırılma noktası: Sıffin Savaşı, hakem olayı ve Nehrivan Savaşıdır. Bu olaylar sonunda hariciler, Hz. Ali’ye karşı cephe oluşturdular.Sıffin Savaşı ve hakem olayından sonra öteden beri Hz. Muhammed ve onun soyuna karşı kin besleyen, her fırsatta Hz. Ali’nin karşısına çıkan Muaviye, hakem olayı sonunda halifeliği ele geçirmiştir. Bu olayı, içlerine sindiremeyen hariciler, Hz. Ali’ye karşı cephe oluşturdular, bunun sonunda da Nehrivan Savaşı gerçekleşti ve bu savaşta pek çok harici yok edildi. Haricileri kızdıran en büyük etken, Hz. Ali’nin Muaviye’nin oyununa gelerek hakem olayını kabul etmiş olmasıydı. O günden itibaren hariciler, etrafına topladıkları Ehl-i Beyt düşmanları ile birlikte, Hz. Ali’ye karşı bir kötüleme kampanyası başlattılar. Akla ve hayale gelebilecek ne kadar kötülük varsa bunları Hz. Hz. Ali’ye atfettiler, söylenebilecek tüm kötülükleri, onun şanına yakıştırdılar. Hatta Kur’an’ın bâtıni yönüne göre hüküm verdiği için “katli vaciptir” diyecek kadar ileri gittiler. Sonunda da Hz. Ali’yi şehit ederek ortadan kaldırdılar. Buna “Hariciyum ekolü” denildi.
Diğer tarafta ise Hz. Ali ve Ehl-i Beyt taraftarları arasında bir başka ekol oluştu. Bu kimseler de Hz. Ali için akla hâyale gelmeyecek methiyeler düzerek, Hz. Ali’yi yücelttiler. Yine akla hâyale gelmeyecek tüm yücelikleri onun şanına yakıştırmaya başladılar. Hatta onu Allah’lık derecesine kadar yücelttiler. Buna da “taraftar anlamına gelen “Şia veya Şii Ekolü” denildi.
İşte bundan dolayıdır ki, Türkler, 9. ve 10. yüzyıllarda İslâmiyet’i kabul ettikleri sırada “Şia” veya “Şii ekolü” nün tesiri altında kaldılar. Hz. Peygamber ve onun Ehl-i Beyt’ini en derin muhabbetle sevdiler ve onlara taraftar oldular. Bu taraftarlığın adına “Şii” veya “Şia” sözcüğü yerine, Ali taraftarı veya Ali yanlısı anlamına gelen “Alevi” denildi. Bu inanç ve muhabbet, daha çok Türkmen Türkleri arasında yayıldı ve kendisine taraftar buldu. Türklerin pek çoğu ise İslâmı, bugünkü “Sünni” inanışa göre kabul ettiler ve Ehl-i Sünnet inancının dışına çıkamadılar.

Üçüncü kırılma noktası: Kerbelâ olayıdır. Hz. Muhammed ve soyuna taraftar olanları, en fazla etkileyen olay budur. Bu olaya kısa bir göz atacak olursak, bunun Alevi-Sünni gruplaşmasında ne denli etkili olduğunu daha iyi görürüz. Bilindiği gibi,Hz. İmam Hüseyin’in mücadelesi, saltanat elde etmek için değildi, onun tüm çabası, İslam’ın değerlerini, İslam’ın esasını korumak içindi, bunun için mücadele veriyordu o. Hz. Hüseyin de çok iyi biliyordu ki, her tarafı sarılmıştı, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan bir zihniyetin karşısında tek başına karşı duramayacaktı. Nerede olursa olsun onu rahat bırakmayacaklardı. Ne Mekke’de ne de Medine’de kalması, ona yarar sağlayamazdı. İktidar hırsıyla gözü dönmüş olan Yezid, İmam Hüseyin’i, kendisine biat ettirebilmek için tüm imkânlarını kullanacaktı, hatta kanını dahi döktürecekti. Nitekim kendisine biat etmeyen İmam Hüseyin taraftarlarına akla hayale gelmeyecek zulümlerde bulunmağa başlamıştı.
Tüm bu olanları ve olacakları çok iyi bilen İmam Hüseyin, hem kendisini, hem ailesini, hem de insani ve İslami değerleri korumak amacıyla, Küfelilerin yapmış oldukları daveti, çok samimi bulmamasına rağmen kabul etti. Çünkü, en uygun yer olarak Küfe’yi seçmişti. Yakınlarının Küfe’ye gitmemesi hususundaki ısrarlarına rağmen, onun Küfe’de ısrar etmesinin en önemli sebeplerinden birisi de Medine ve Mekke’nin dışında kalmak ve buralarda bulunan İslami ve insani değerlere zarar gelmesini önlemekti.
Aslında İmam Hüseyin, Yezid’e biat etmeyip, bu yolu seçmekle; Yezid’in gerçek yüzünü göstermiş oluyordu. Yargılamayı tarihe bırakıyordu ve öyle de olmuştur. İmam Hüseyin, İslam ve insanlık uğruna kendisini, kendi arzularıyla dostlarını, ehlini-âyalini tehlikeye atmak zorunda kalmıştı. Resulallah’a ve dinine karşı kendisini amaç edinenlerin, gerçek yüzlerini, tarih önünde göstermek istiyordu. Süt emen çocuğuna kadar tüm yakınlarına kast edenleri ve Muhammed soyuna reva görülecek olan bu zulmü, bir-bir, safha-safha gözler önüne serip gösterecekti. Böylece, Ümeyye Oğulları’nın ve sözde inanmış gibi görünenlerin zulümlerini, tarihe kanlı bir sayfa olarak geçirecekti ve öyle de olmuştur.
İmam Hüseyin, bu asil davranışı ile dedesi Muhammed Mustafa’nın ve babası Aliyy’el Murteza’nın, yakmış oldukları meşalenin günümüze kadar hiç sönmeden gelmesini sağlamıştır. Kerbelâ olayı, her ne kadar bir hilafet meselesi gibi görünse de aslında Haşim Oğulları ile Ümeyyeoğulları aralarında, öteden beri devam eden bir husumetin, sonucudur, yani mazlumla zalimin kavgasıdır.
İşte bundan dolayıdır ki, Aleviler, Bektaşiler ve tüm Ehlibeyt sevenler, Ehlibeyt dostları, Hz. Peygamber ve onun soyuna yapılan bu zulmü, kınamak ve onların acılarını, kendi yüreklerinde hissedebilmek amacıyla, her yıl muharrem ayının birinden on ikisine kadar, İmam Hüseyin ve yakınlarının yasını tutarlar. Aynı zamanda onlar, “su!-su!” diyerek, İslam ve insanlık uğrunda canlarını feda ettikleri için, Ehlibeyt dostları da bu günlerde onların matemini tutarlar ve on iki gün boyunca oruçlu olurlar.

Görüldüğü gibi, bu üçüncü kırılma noktası, pek çok kimseyi Hz. Peygamber ve onun soyuna yaklaştırırken, bu kimselerin Muaviye ve oğlu Yezid’e karşı kin ve nefret duymalarını sağlamıştır.

Yukarıda da söylediğim gibi Türkler, 9. ve 10. yüzyıllarda İslamiyet’i kabul ettikleri zaman, Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Onların soyundan gelenlerin sevgisi ve muhabbeti ile kabul etmişlerdi.

Hz. İmam Hüseyin’in Yezid’e karşı vermiş olduğu bu mücadele, Türkler arasında büyük saygı toplamıştır. Onun İslam uğruna yaptıkları, tüm ehlini-ayalini İslam’ın kurtuluşu uğrunda feda etmesi, Türkleri derinden etkilemiş ve kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmelerini sağlamıştır. İmam Hüseyin’in bu hareketi, İslamiyet’i kabul eden Türkmen Türklerini, Hz. Muhammed ve yakınlarına sıkı sıkıya bağlarken, Muaviye ve oğlu Yezid’de karşı da kin ve nefret duymalarını sağlamıştır. İşte Alevi-Sünni ayrılığının en önemli faktörleri, buraya kadar açıklamaya çalıştığım bu “kırılma noktalarıdır.”

Hakkı Saygı (Baba)
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı