Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Hz Ali'ye Değişik Bakışlar.
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
Sayfalar: 1 2
Hz. Ali'ye İnanış Bakımında Değişik Açılardan Bakışları İrdelemek için Bir Konu Başlığı Açmak İstedim Değişik Örnekler Vereceğim.


1. Örnek;

Şemsettin Kubat'ın Hz.Ali Düşüncesi


Kubat'ın Hz.Ali hakkındaki düşüncesini belirlemeden önce Hak kavramının Mevlüd'de kullanılan anlamının bilinmesi gerekir. Kubat, kavramı iki anlamda kullanır. Birincisi Allah, hakikat, gerçek anlamıdır. Bu daha çok Allah anlamında kullanılan şeklidir. İkincisi bir sıfat olarak kullanımıdır. Kubat, önemsediği şahsiyetler için sıfat olarak "hazret" kavramının yerine, bu anlamı ifade etmek üzere kullanır.


Hz.Ali, derdi olanın dertlerini bilen, makamı hakikat şehri, yargıları/ahkamı tarikat olan bir kimsedir. . Mekke'de doğduğu gün, Kabe titremiş, Kabe'nin putları yere dökülmüş, teşrifine kurt kuş gelmiş, Hz.Resul'ün nurunu almış, bütün melekler yeryüzüne inmiş, Hz.Muhammed Ali, annesi Esat, babası Ebu Talip Haydar adını koymuş ve Haşimiler sülalesine ziyafet vermiştir.


Cihan nurla dolar. Hz.Muammed, cihanın sultanı geldi diye sevinir. O cihanın pehlivanı ve Zülfikar adlı kılıcın sahibidir. Ayrıca o alemin beyidir. Dolayısıyla tüm varlıklar/mevcudat sevinirler.


Allah, cemaline nazar eylemiş, levh-i mahfuzda "hak arslan" yazmıştır. Dolayısıyla o sırların sırrıdır. Hz.Resul de onu omuzuna bindirmiş, onunla yeryüzünün putlarını döktürmüş, onunla miraca çıkmıştır. Hak "benim arslanım" demiş, Düldül ve Zülfikar'ı vermiştir.


Hz Ali, Cebrail'in mürşidi, evliyanın ve enbiyanın başıdır. Adem yaratılırken çamuruna su taşıyan Ali'dir. Melekler de emrindedir.


Kubat Hz.Ali'nin mucizeleri/mucizat nden bahseder. Mucizelerinden birisi, biraz önce geçen Adem'in suyunu taşıdığı çamuru karmasıdır. Çünkü o, o demin ezelden sultanıdır. Musa Tur Dağı'nda Hakka danışırken Ali, her an Allah'la konuşmaktadır. Bir diğer mucizesi, Arş-ı Rahmanı, ins ve cinni, huri, cennet ve gılmanı,.. Allah'la birlikte vücuda getirmiş olmasıdır. Ayrıca "Elestü"de levh üzerine yazı yazan da odur.


Sekiz cennet, arşı rahman, vahşi hayvanlar, mülk ve melek yok iken yedi cehennem/tamu ve sekiz cenneti/uçmak yapan, yeri göğü şekillendiren, Kubat'ın sözüyle "sırdan direk diken", odur.


O, bin bir şekil, suretle/don hak makamında bulunurdu. O ne Adem'den ne Havva'dan gelmiştir. Çok önceleri o, oradadır. Onların yaratılmasında hizmet etmiş, yeryüzüne inmeleriyle, "saban koşmak"la uğraşırlarken, Ali, bazen gelir Adem'e yardım eder, bazen uçar yedi göklere çıkar, sekiz cennette dolaşır, bazen peygamberlere hak kelamı ve selamı getirir. Bazen Cebrail olur, bazen peygamberlere rehberlik eder. Sözgelimi İbrahim'le Kabe'yi yapar. Çok daha önceleri de Kur'anı bilir ve okur.


Kubat, Zülfikar'la mucizeleri anlatmaya devam eder. Kur'an'ı önce Ali yazar. Cebrail'e verir. Hak Habib'e getirir. Hz. Muhammet merak eder. Cebrail'e, kimden aldığını, kimin yazıp verdiğini sorar. Fakat Cebrail, bir perde arkasından verildiğini, kimin verdiğini bilmediğini, sadece beyaz bir el gördüğünü söyler. Hz. Muhammet, Cebrail'den elin sahibini öğrenmesini ister. Cebrail, perdeyi kaldırıp baktığında Ali'nin Sure-i Ahzab'ı yazdığını görür. Sureyi alır getirir ve elin sahibinin Ali olduğunu anlatır. Hatta Kubat'a göre bir seferinde de Hz.Muhammed'e gelir. Çünkü Ali, bin bir dona girebilmektedir.


Ali'nin mucizelerinde de Kubat, Ali'nin her an Hak ile sohbet ettiğini tekrarlar. Ayrıca Hz.Muhammet, miraca çıktığında Ali'yi görür, aklı gider. Başka bir deyişle korkar. Allah/Hak, ondan korkmamasını, ürkmemesini, onun kendisinin arslanı olduğunu belirterek ilerlemesini isteyerek "gel" diye seslenir.


Ali, miraçta Muhammed'i gören, inip yeryüzüne hatemin verendir. Başka bir deyişle arşı rahmanda gezen, üstün, ayrıcalıklı bir varlıktır.


Ali, bin bir keramet ve velayet sahibi olarak nitelendirilir. Zülfikar'a ilaveten Kevser'in sahibi olduğu belirtilir. Ayrıca o, yezdanın nuru, irfan sırlarına vakıf, ilmi ledün, meydanın merdi, can ve canan, lütuf, ihsan, kerem, Hayber'in fatihi, canlara canan, aleme sultan olan, veliler çeşmesinin nuru, düşmüşlerin sultanı, dertlilerin dermanı olandır.


Ali'nin doğduğunu görünce Cebrail secde kılmış, kanadını altına sermiş, melekler hep yere inmiş, Mikail etrafında dönmüş, İsrafil yüzüne sur üfürmüş, bütün melekler selavat okumuştur. Selman, Ali'yi bir gün mescide getirdiğinde Hak Muhammed hemen ayağa kalkmıştır. Melekler önünde saf tutmuşlar, Cebrail el pençe divan durmuş, Ali olduğunu anladıklarında secdeye kapanmışlardır. Onun bu sultanlığı ise ta ezelden, "elestü birabbiküm kalu bela"dan önce gelmektedir.


Ali ve Muhammed iki nurdan kandillerdir. Bir odada birlikte yanarlar, aydınlatırlar. Cebrail gelir, Ali'nin nuruna konar. Çünkü iki cihan onun nuruyla ışımaktadır ve Cebrail'in de mürşididir. Dolaysıyla Kubat, Hz.Ali'yi "şah" olarak adlandırır. Hak, Hz. Muhammed'i sevdiğini, Ali'yi seveni daha çok sevdiğini söylemektedir. Buradan hareketle Kubat, iki sevgiyi "Hak Muhammed Ali" olarak birleştirir. Bazı şiirlerinde Rahman Suresi'nin "meracel-bahreyni yeltekıyan, yahrucu minhume'l-lü'lüü ve'l-mercan" ifadesine göndermeler yapar. Muhtemelen o, ayetteki buluşan iki nehri, Muhammed ve Ali, iki denizden çıkan değerli "inci ve mercan" taşlarını ise Ehl-i Beyt olarak yorumlamaktadır. Ama gerçek veli, Ali'dir. Çünkü Ali, kainatın rehberidir, kudreti büyüktür ve mucizeleri peygamberlerde bulunmamaktadır.


Dağ taşın bezenmesi, çiçeklerle süslenmesi Ali'den, Ali sevgisinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple insan olarak Ali sevilmeli, onun sevgisiyle bağlanmalı, gönüller o sevgiyle dolmalıdır. Kubat, buna "ikrar vermek" der. İkrar vermek, mümin olmanın gereğidir. İkrar vermek, bağlanmak, bente çekilmektir. Dokuzuncu bölümde ideal bir mümini, bir dev ****foruyla anlatır.


Hz.Ali, bir devi bağlamış, bente çekmiştir. Dev, daha sonra Ali'den ayrı kalmıştır. Bu ayrılığı bin yıl sürmüştür. Bu bin yıl aynı zamanda devin cezasıdır. Cezanın sona ermesi için yıllarca göz yaşı dökmüş, bentin çözülmesi için Adem'e ve İsa'ya gitmiştir. Dev, ikisi arasında yüz bin peygamberi dolaşır. Nihayet ahir zamanda Muhammed'e gelir. Hepsi de bağı çözemeyeceklerini, başı bozamayacaklarını söylerler. Hz.Muhammet, bente çekenin kim olduğunu sorar, deve. Dev, bilmediğini ancak nişanının aslana benzediğini anlatır. Tam bu sırada bir çocuk görür. Çocuğu görünce korkusundan gözlerinden yaşlar akar ve bunca yıldır canını ateşe yaktığını, arayıp baktığının bu çocuk olduğunu söyler. Kubat'a göre devin onca yıl Ali'yi bulamamasının sebebi, Ali'nin bin bir surette/don görünmesi ve türlü nikaplara bürünmesidir.


Kısaca söylemek gerekirse Hacı Bektaş Veli'ye bağlı, Hak Halili Bacı Sultan dergahından, Hüseyniler kolundan olan Kubat, Hz. Ali'nin doğumuyla Nevruz bayramını birleştirmekte, Hz.Ali'yi felsefenin südur teorisindeki ilk akıl ve faal akılla özdeşleştirmekte, onları Ali'nin şahsında birleştirmektedir. Ali, Tanrı'yla birliktedir ve varoluştan öncedir. Varoluş sırasında o etkin bir role sahiptir. Ayrıca Ali, Varlığın Birliği fikrindeki "tecelli" niteliklerini almış görünmektedir. Başka bir deyişle Hak onda tecelli etmektedir. Çünkü o, bin bir donda ortaya çıkmakta, fizik ve ****fizik alemde varolabilmektedir. İnsan suretinde varolduğunda ise Hak Muhammed'le aynı özü taşımakta, diğer nitelikleriyle onu aşmaktadır. Her iki "kandil"in ya da "deniz"in ceminden "Ehli Beyt" ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla ikrar verilmeli, verilen ikrara sadık kalınmalı ve Ehli Beyt sevilmeli, onların yolundan gidilmelidir. Pir Abdülkadir de Ehli Beyt'in Karacalardaki evladıdır. Bu böyle bir düşüncenin ve bağlanışın, Ehli Beyt sevgisinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat Şemsettin Kubat düşüncesinin açıklayamadığı bir sorunu vardır. Kerbela ve şehitleri. Çağrıldığında yardıma koşan, fizikten ****fiziğe, ****fizikten fizik aleme geçen, bin bir dona giren ve bin bir nikaba bürünen, güçlü kudretli ve Hakkın tecelligahı olan Şah Ali, haklı olarak sevenlerini mateme ve acıya gark eden Kerbela'da, kendi evladına yardıma gelmemiş, onların şehadetine duyarsız veya tabir yerinde ise seyirci kalmıştır. Bu tarihsel vaka, onun nitelikleriyle örtüşmemektedir. Kubat, bu sorunun farkındadır, bir şiirinde değişik varlıklara Ali'yi görüp görmediklerini sorarken, bir başka şiirinde Levh'in yazısıyla Kerbela'yı izaha kapı aralamaktadır.


Kaynak Caferilik com..

Devam Edecek.....!
Alevilik formunda namazın yorumu....

Namaz ne demektir? Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamberimizin ve O’nun tertemiz soyu olan Ehl-i Beyt Önderlerinin öğretilerinde namaz ne şekilde yer almaktadır? Namâz-Niyâz ilişkisi nedir? Namazın yerini başka bir ibâdet tutabilir mi? Namaz kılmadan, Müslüman, özellikle de Ehl-i Beyt’e bağlı bir Müslüman olunabilir mi? Ya da namaz kılmayan herkes kâfir midir? İslâm’da kaç vakit namaz vardır? Namaz; herkesin kendi gönlünün istediği şekilde yerine getirebileceği bir ibâdet midir? Her kılınan namaz, namaz mıdır? Her namaz kılan da Müslüman mıdır? Gerçek namaz nasıl kılınır? Namazı ikâme etmenin mânâsı nedir?, ve insanda nasıl bir etki bırakır? Bütün bunlara, elimizden geldiğince ve dilimizin döndüğünce Ehl-i Beyt ’in berrak kaynakları ışığında cevap vermeye çalışacağız.

Namaz; Arapça “Salât” kelimesinin bir karşılığı olarak kullanılmaktadır. Farsça bir kelime olan namâz; dilimizde, belli kural ve kâideler çerçevesinde yerine getirilen bedeni bir ibâdete verilen isimdir.

Salât kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de birbirine yakın ifâdelerle yüzü aşkın âyette geçmektedir. Bu âyetlerin bazılarında, duâ ve niyaz, bazılarında da anladığımız ve gelenekselleşmiş manayı ifade eden namaz ibâdeti kast edilmektedir.

Şurası bir hakikattir ki; Kur’ân; defalarca belirttiğimiz gibi her şeyin özünü, esâsını, temel prensiplerini ortaya koymakta, ayrıntılarını ve genişçe izâhını ise kendisiyle hayat bulduğumuz Efendimize (s.a.a.) ve O’nun hak vârisleri olan ilim ve zikir ehli, Ehl-i Beyt İmâmlarına bırakmaktadır.

Öyleyse; önce Kur’ân-ı Mübin’de geçen salât kelimelerinin, içerisinde yer aldığı bazı âyet meallerine bir göz atalım:

“Allâh ve melekleri Peygambere Salât etmektedirler. Ey imân edenler! Siz de O’na Salât ediniz...” [Ahzab (33): 56] Burada “salât” duâ etmek ve salavât getirmek mânâsında kullanılmaktadır.

“...Onlara (müminlere) Salât et. Muhakkak ki (ey Peygamber) senin salâtın onları yatıştırır, onları sükûn ve huzura erdirir...” [Tevbe (9): 103] Yine burada “salât” duâ ve af dileme (istiğfâr) mânâsında kullanılmaktadır.

“...Her bir canlı kendi Salât ve tesbihini bilmiştir...” [Nûr (24): 41] Burada da “salât” duâ, niyaz ve canlıların kendi âlemlerine has bir ibâdeti mânâsında kullanılmaktadır.

“Onların (müşrik-kafirlerin) Beytullâh (Kabe) yanındaki salâtları da ıslık çalma ve el çırpmadan başka bir şey değildi...” [Enfâl (8): 35] “salât” bu âyette de duâ, niyaz ve câhiliyye anlayışına âit bir ibâdet şekli anlamında kullanılmaktadır.

“İşte Rablerinden Salavât ve rahmet hep onlaradır...” [B]akara (2): 157] Bu âyette de “salavât” af, mağfiret ve bağışlama mânâlarında geçmektedir.

“Sen de içlerinde bulunup onlarla Salâtı ikâme ettiğin vakit, onlardan bir bölük seninle beraber Salâta dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar...” [Nisâ (4): 102] Bu âyette “Salât” ile, savaş ânında kılınacak olan namaz açıklanmakta ve bugün kılmakta olduğumuz namaz mânâsında kullanılmaktadır.

“Salâtı ikâme ediniz, zekâtı veriniz...” [B]akara (2): 110] Burada da “salât” bugün kullanmakta olduğumuz namaz mânâsındadır.

“Salâtı bitirdiğiniz zaman, ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde uzanarak Allâh’ı anın. Güvene kavuştuğunuzda Salâtı ikâme ediniz. Çünkü, Salât müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır.” [Nisâ (4): 103] Yine burada da “salât” bilinen namaz mânâsında kullanılmaktadır.

Görülmektedir ki Kur’ân-ı Mecid’ de “salât” farklı anlamlarda geçmektedir. Hiç kimse bu mânâların bir kısmını göz ardı ederek, salâtı yalnızca duâ ve niyaz-yakarış olarak açıklayamayacağı gibi, salâtın tamamının namazdan ibâret olduğunu da iddia edemez. Zirâ her birinin kendine mahsûs zamanı ve şekli vardır.

Kur’ân-ı Kerim’ de onlarca âyette geçen “salâtı ikâme ediniz” cümlesi ne anlama gelmekte?, başta Peygamberimiz olmak üzere, Ehl-i Beyt ve İtret bu cümlelere ne mânâ vermekte nasıl açıklamaktalar? Şimdi de onlara bir göz atalım:

İmâm Muhammed Bâkır’dan nakledildiğine göre, Resûlullâh şöyle buyurdular; “Mümin bir kul namazı kılmaya başladığında, o, namazdan ayrılıncaya kadar Allâh, o kuluna nazar eder ve onu başının üzerinden göğün en üst ucuna kadar rahmeti ile kuşatır. Melekler yerden göğe kadar onun etrâfını çevirirler ve görevli bir melek başının üzerinde durarak şöyle der: Ey namaz kılan kul! Sana kimin nazar ettiğini, senin kimle konuştuğunu bir bilsen, ebedi olarak bulunduğun hâl ve mevkiden ayrılmazsın.” [156]

İmâm Cafer Sâdık ’dan nakledildiğine göre, Resûlü Ekrem efendimiz buyurdular ki; “Namaz çadırın direği gibidir. Direk sağlam ise çadır bezi ve ipinin bir faydası olur. Direk kırıldıktan sonra ne ipin, ne de örtünün bir faydası yoktur.”

İmâmet güneşinin parlak ışığı İmâm Cafer Sâdık @ buyurdular; “Kim ki, içerisinde neler okuduğunu anlayarak ve ihlâs (samimiyet-tevhid itikâdı) ile iki rekat namaz kılsa, namazı bitirdiğinde bütün günahları affedilmiş olur.” (Büyük günahlar ve Kul hakkı hariç)

Muhammedi İslâm’ın bülbülü İmâm Muhammed Bâkır @ buyurdular; “Namazı gevşek tutmayınız. Öyle ki; Allâh’ın Resûlü ölüm ânında şöyle buyurdular; Namazı hafife alan benden değildir. Sarhoş edici içki içen benden değildir. Vallâhi bu kimseler Kevser havuzunda bana ulaşamazlar.”

Sözünde ve fiilinde sâdık İmâm Cafer Sâdık @’ın naklettiğine göre, Resûlullâh @ şöyle buyurdular; “Mümin beş vakit namazı hakkıyla yerine getirdiği müddetçe şeytân ondan ümidini keser. Ne zaman ki namazlarında bir gevşeklik gösterir de bazı vakitlerini kılmamaya başlarsa, şeytân da bundan cesâret alır ve o kişiyi büyük günahlara daldırır.”[160]

Râşid halifelerden İmâm Muhammed Bâkır’a @; “Onlar ki salâtlarını muhafaza ederler.” [Müminûn (23): 9] âyetindeki salâtlar hangileridir? diye sorulduğunda; Buyurdular ki @; “Buradaki salavât farz olan namazlardır.” “Onlar ki salâta devam ederler.” [Meâric (70): 23] âyetindeki salât hangisidir? denildiğinde ise; “Nâfile namazlardır.” buyurdular.[161]

Beşinci Hak İmâm Muhammed Bâkır @’a soruldu; “Allâh kaç vakit namaz farz kılmıştır.” Buyurdular;“Gece ve gündüzde toplam beş vakit namaz farz kılmıştır.” Soruldu ki: “Yüce Allâh bu beş vakit namazı isimlendirerek kitâbında (Kur’ân’da) açıklamış mıdır?” Buyurdular @; “Evet açıklamıştır.” Yüce Allâh Nebisine emreder ki; “(Ey Resûlüm!) Güneşin dulûkundan, gecenin ğasakına kadar namaz kıl...” [İsrâ (17): 78] “dulûk”; güneşin zevâli, öğle vaktidir. Bu dulûk ile ğasak arasında dört vakit namaz vardır ki Allâh onları isimlendirmiş ve vakitlerini belirtmiştir. Gecenin “ğasak”ı ise, gece yarısıdır. Yine Yüce Allâh buyurdu ki; “...Fecrin Kur’ân’ını da (unutma)!, Muhakkak ki Fecrin Kur’ân’ına (Sabah namazında okunan Kur’ân’a)(hem gece hem de gündüzün melekleri ) şâhit olurlar.” [İsrâ (17): 78] İşte bu da beşinci farz namazdır. Yine Allâh buyurur ki; “Gündüzün iki tarafında (tarafeyi’n nehâr) namaz kıl...” [Hûd (11): 114]“tarafeyi’n nehâr” akşam ve sabahtır. “...ve gecenin yakın saatlerinde (zülefen minelleyli) de namaz kıl.” [Hûd (11): 114] bu da yatsı namazıdır. Yine Allâh buyuruyor; “Namazları ve orta namazı koruyunuz. Gönülden ve saygı ile Allâh’ın huzuruna durunuz!” [B]akara (2): 238] Orta namazdan kastedilen de öğle namazıdır...”[162]

Mustaz’afların önderi İmâm Ali Rızâ @ buyurdular; “Namazın farz kılınışının sebebi, Rab olan Allâh’ın ortağı olmadığını itirâf ve her şeyden güçlü olan Allâh’ın huzurunda kendini küçük görme ve tam haşyet, saygı ve teslimiyet ile, geçmiş günahlarını itirâf edip af dilemeyi sağlamak içindir. Allâh’ı en büyük kabul ederek günde beş kez yere yüz sürmek manasına gelen namaz, Allâh’ı devamlı hatırda tutup unutmamak, korku içinde olarak O’nun önünde kendini küçük saymak, din ve dünyâ alanında verdiği nimetleri arttırmasını istemektir. Gece gündüz Allâh’ı hatırlatarak, insanın azmasını ve haddi aşmasını önleyen namaz, insanın; Mevlâsını, yöneticisini, yaratıcısını unutmamasına da vesile olmaktadır. Rabbini hatırlayarak O’nun divânında baş eğmek elbette ki günahların ve fesatların önünü alır.”[163]

Buraya kadar bir kaçını ancak verebildiğimiz bu açıklama ve beyândan sonra akıllı bir Müslüman’ın, aklı başında bir Ehl-i Beyt dostunun namaz konusunda farklı bir yaklaşım sergilemesi ve namazı önemsememesi mümkün müdür?

Kalbi Kur’ân ve Ehl-i Beyt sevgisi ile çarpan bir Müslüman elbette ki, namaza gereken önemi verecek, namazı bütün ibâdetlerinin bir başlangıcı kabul edecek, namazı terk etmenin ya da önemsememenin, kendisini Allâh’ın rahmetinden ve Ehl-i Beyt’in şefaatinden mahrûm bırakacağını bilecektir. Vahiy evinin öğrencilerinden İmâm Cafer Sâdık @’ın şu sözü kulaklara küpe olmalıdır. İmâm @ buyurmaktadır; “Biz Ehl-i Beyt’in şefaati namazı hafife alana ulaşmayacaktır.”[164]

Ehl-i Beyt’e ve Kur’ân’a bağlı olduğunu iddia eden bir Müslüman nasıl namazını terk eder? İmâm Cafer Sâdık’ın @ şu sözünden hiç mi öğüt almaz? İmâm @ buyurdular; “Bir kulun ilk hesaba çekileceği amel namazdır. Namazı kabul edilen kimsenin diğer amelleri de kabul edilecek, namazı kabul edilmeyenin de bütün amelleri reddedilecektir.”[165]

Anlaşıldı ki namaz ibâdeti mutlak sûrette yerine getirilecektir. Bundan kaçış ve kurtuluş yoktur. Ancak, bu ibâdet nasıl ve ne şekilde yapılacaktır? Herkes kendi aklının estiği şekilde ve ölçülerde mi yapacaktır? Şüphesiz ki hayır... Namaz ibâdeti; ana hatlarını Kur’ân’ın belirlediği, ayrıntılarını ise Resûl-ü Ekrem’in @ ve O’nun pâk Ehl-i Beyt’inin @, İtret’inin @ tarif ettiği şekilde yerine getirilecektir. İnşâallâh bu konudaki rivâyetleri yeri geldikçe vermeye çalışacak ve gereken açıklamaları yapacağız.

Müslüman, Ehl-i Beyt muhibbi ve Alevi olmakla gurur duyan kimse; her şeyin namazla bitmediğini bilmeli, aksine namazın her ibâdetin anahtarı olduğunun şuuruna ermelidir. Nitekim bir çok rivâyetlerde nice namaz kılanların, namazın hedeflediği güzel ahlak, insanlarla insanca ilişkiler ve dürüstlükten uzak olmasından ötürü, istenen güzel sonuca ulaşamadıkları belirtilmektedir.[166]

Nitekim Pirimiz de bu gerçeği ne güzel ifade buyurmuşlar:

“Bir kez gönül yıktın ise,

Bu kıldığın namaz değil.

Yetmiş iki millet dâhi,

Elin, yüzün yumaz değil.”

Namaz ile ilgili söylenecek çok söz olmasına rağmen, biz; sözümüzü Şanı yüce Rabbimiz olan Allâh’ın bir âyeti ve Nebiler serveri Hz. Peygamberimizin bir hadis-i şerifleri, Hak İmâmlarından da bir rivâyet ile noktalıyoruz.

Yüce Allâh şöyle buyuruyor; “...Muhakkak ki (gerçek) namaz, (insanı) fahşâ ve münkerden (her türlü kötülük ve iğrenç hal-hareketlerden) uzak tutar...” [Ankebût (29): 45]

Canımız yoluna fedâ olsun! Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafâ buyuruyorlar; “Beş vakit namaz, kapınızın önünde akan ve kendisiyle günde beş kez yıkanarak temizlendiğiniz nehire benzer. Nasıl ki o nehirde beş kez yıkanmakla kir ve pislikten eser kalmaz ise, beş vakit namazı (hakkıyla) edâ eden kimsede de (büyük günahlar ve kul hakkı hariç) günahtan eser kalmaz.”[167]

İmâm Cafer Sâdık’a ; yüce Allâh’ın kullarına farz kıldığı amellerin en başında hangilerinin geldiği sorulduğunda, buyurdular; “Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed’in Allâh’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmek, beş vakit namazı kılmak, zekatı vermek, Kabe’yi haccetmek, Ramazan ayında oruç tutmak ve biz Ehl-i Beyt’in Velâyetini kabûl etmek. Kim bunları hakkıyla yerine getirir ve her türlü kötülüklerden uzak durursa cennete girer.”[168]

Alıntıdır...
ALINTIDIR
SİTEMİZİN GÖRÜŞLERİNİ YANSITMAMAKTADIR.




Alevilik formunda Farz olan namazlar....

FARZ OLAN NAMAZLAR


Altı çeşit farz namaz vardır:

1-Günlük beş vakit namazlar.

2-Âyât namazı: Ay ve güneş tutulması, zelzele, korkutucu gök gürlemesi ve şimşek çakması durumunda kılınan namaz.

3-Cenâze namazı: Ölü için bir duâ ve Allâh’tan af dilemektir.

4-Kabe’yi tavaftaki farz namaz.

5-Büyük oğul üzerine farz olan, ölmüş anne ve babasının, kazâya kalmış farz namazları.

6-Nezir, yemin, ahd ve benzeri sebeplerden dolayı farz olan namaz.

GÜNLÜK FARZ NAMAZLAR



Günlük farz namazlar beş vakittir. Bu vakit namazlarının, ne zaman ve ne şekilde kılınacakları bizlere güvenilir rivâyetlerle ulaştırılmıştır. Şimdi beş vakit namazın vakitlerini açıklayalım.

ÖĞLE VE İKİNDİ NAMAZLARININ VAKTİ



Öğle ve ikindi namazlarının her birinin husûsi ve müşterek vakitleri vardır. Öğle namazının husûsi vakti; öğle namazını kılma vakti girdikten itibâren, bir öğle namazı kılınacak kadar vaktin geçmesi kadardır. İkindi namazının husûsi vakti ise; akşam namazı kılma vaktinin girmesine bir ikindi namazı kılacak kadar kalan vakittir. Bu iki vakit arasındaki geniş zaman dilimi ise, iki namazın, ayrı-ayrı kametler getirilerek bir biri peşinden kılınabileceği vakittir. Bu şekilde iki namazı ortak vakitlerinde kılmaya “cem-i salâteyn” “iki namazı cem etme” denir ki, bu uygulama, hem Peygamber efendimiz @ ve hem de Ehl-i Beyt İmâmları @ tarafından tatbik edilmiştir.

NAMAZLARIN CEMİ İLE İLGİLİ BAZI RİVÂYETLER


İmâm Cafer Sâdık’ın @ naklettiğine göre; “Resûlullâh @, öğle ve ikindi namazlarını birbiri peşinden öğle namazı vakti girdiğinde cemaatle ifâ etmişlerdir. Yine aynı şekilde akşam ve yatsı namazlarını da güneş batıp akşam namazı vakti girdikten sonra birbiri peşisıra kılmışlardır. Bu şekilde namaz kılmaları için, yolculuk, korku, aşırı sıcak ya da soğuk, yağmur ve benzeri hiç bir sebep de yoktu. Peygamberimiz Efendimiz böyle namaz kılmakla ümmetine vaktin geniş olduğuna dâir bir kolaylık öğretiyorlardı.”[170]

İmâm Muhammed Bâkır @ da buyurdular; “Güneşin gölgenin en kısa olduğu an olan tepe noktasına ulaşıp, batıya meylettiği ve gölgenin uzamaya başladığı anda öğle, ve hemen arkasından da ikindi namazının vakti girmiş olur. Güneş batıp akşam olduğunda ise, akşam namazının ve hemen arkasından da yatsı namazının vakti girmiş olur.”[171]

Sahâbeden Muaz b. Cebel’den (r.a.) nakledilmiştir. Hz. Muaz diyor ki; “Hz. Peygamber ile @ Tebük’e gitmek için yola çıkmıştık. Peygamberimiz @ yolculuk esnâsında öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek (cem ederek) kılıyor, kıldırıyordu.”[172]

İbn-i Abbas’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir. O der ki; “Hazreti Peygamber @ korkulacak bir durum olmadığı ve seferde de (yolculukta) bulunmadığı halde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek kıldırmıştır.”

Yine İbn-i Abbas (r.a.)’dan nakledilmiştir. O diyor ki; “Peygamberimiz Medine’de korkulacak bir durum olmadığı, yağmur da yağmadığı halde öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsı namazlarını cem etmiştir.” “Râvi diyor ki; İbn-i Abbas’a; ‘Hz. Peygamber niçin böyle yaptı?’ diye sordum. İbn-i Abbas (r.a.); ‘Ümmetini güçlüğe-zorluğa sokmamak için’ diye cevap verdi.”[173]

Netice itibâriyle; seferde olduğu gibi yolculuk ve herhangi bir durumun olmadığı normal hallerde de, ihtiyâç duyulduğu zamanlar namazlar cem edilerek kılınabilecektir. Bu, Hazreti Peygamberin @ biz ümmetine tanımış olduğu bir ruhsattır. O halde hangi sebeple olursa olsun Hz. Peygamber tarafından tanınmış olan bu ruhsatı kimsenin kaldırmaya hakkı yoktur.[174]

AKŞAM VE YATSI NAMAZLARININ VAKTİ


Akşam güneşin batmasından sonra, doğu tarafında görülen kızıllığın kaybolduğu andan itibaren akşam ve yatsı namazlarının vakti girmiş olur.

Akşam ve yatsı namazlarının da özel ve ortak vakitleri vardır. Akşam namazının özel vakti akşam namazı girdiği andan itibâren üç rekatlık bir namaz kılacak bir zaman geçinceye kadardır. Yatsı namazının özel vakti de gecenin yarısına dört rekatlık bir namaz kılınacak kadar bir zamanın kaldığı süredir. Bu iki özel (husûsi) vakit arasında kalan geniş zaman dilimleri ise, akşam ile yatsı namazlarının müşterek kılınabilecekleri vakitlerdir.

Peygamber efendimizin @ ve pâk Ehl-i Beyt İmâmlarının @ uygulamaları göz önüne alınarak namazlar belirtilen vakitler içerisinde kılınmalı, hiç bir namaz, diğer bir namazın husûsi vaktine bırakılmamalı, yatsı namazı da gece yarısını geçecek bir şekilde ertelenmemelidir. Bilinmelidir ki en faziletli namaz vaktin evvelinde kılınan namazdır. Bu konularla ile ilgili olarak;

Peygamber efendimizden @ nakledilmiştir; “Yatsı namazının vakti gece yarısına kadardır.”[175]

Hak Ehlinin İmâmı Muhammed Bâkır’a @ soruldu ki; “Her namaz için en faziletli vakit vaktin evveli midir? Vaktin ortası mıdır? Yoksa vaktin sonu mudur?” Buyurdular @; “En faziletli vakit, vaktin evvelidir.” Resûlullâh @ ; “Muhakkak ki Allâh hayırda acele edilmesini sever.” buyurmuşlardır.”[176]

Velâyet bahçesinin gülü İmâm Cafer Sâdık @ buyurdular; “Vaktin evvelinin, vaktin sonuna üstünlüğü, âhiretin dünyâya üstünlüğü gibidir.”[177]

İmâm Cafer Sâdık @ buyurdular; “Yatsı namazının son vakti gecenin yarısıdır.”[178]

SABAH NAMAZININ VAKTİ


Sabaha yakın doğu tarafından bir aydınlanma başlar ki buna “fecr-i evvel” (birinci fecir) denir. Bu aydınlığın yayılıp tamamlanmasından sonra, ikinci fecir ve sabah namazının vakti girmiş olur. Sabah namazı vakti; güneş doğmaya başladığı âna kadar devam eder.

İmâm Muhammed Bâkır @ buyurdular; “Sabah namazının vakti, aydınlığın dikey değil, yatay olarak yayılmaya başladığı ikinci fecir ile güneşin doğmaya başladığı vakit arasıdır.”[179]

GÜNLÜK FARZ NAMAZLAR KAÇ REKATTIR?


Bir gündeki beş vakit farz namaz, toplam onyedi (17) rekattır.[180] Bu rekatların vakit namazlara göre dağılımı ise şöyledir;

Sabah namazının farzı; İki rekat

Öğle namazının farzı; Dört rekat

İkindi namazının farzı; Dört rekat

Akşam namazının farzı; Üç rekat

Yatsı namazının farzı; Dört rekat

Alıntıdır...
ALINTIDIR
SİTEMİZİN GÖRÜŞLERİNİ YANSITMAMAKTADIR






Alevi ibadetlerinde namaz yer almaz. Dolayısıyla; Genellikle Aleviler namaz kılmazlar Alevilerin namaz kılmamasının asıl nedeni ise Alevi felsefesinden kaynaklanır.

Alevi felsefesinde, ibadette içtenlik önemlidir. Bütün ibadetlerin amacı da, Tanrı'ya yönelik kulluğun, Tanrı katından geri insana yansımasıyla, insanın mükemmel olmasıdır. Eğer, insan, inancında samimi ise ibadetin değişik şekilleriyle kendini meşgul etmesi yanlış bile sayılabilir. Çünkü bu, bir oyalanmadır. Yüreğin, Tanrı ile buluşmasını engeleyen bir oyalanma...

Aleviler, ceza veya mükâfat duygularıyla yapılan ibadetin gerçek kulluk olmadığına inanırlar. Hacı Bektaş Veli'nin bu konudaki görüşü, her şeyin içtenlikle yapılması yönündedir. İbadette biçim değil, öz önemlidir.

Namazı temel alan, namaz kılmayı mutlaklaştıran anlayış ile Alevi anlayışı arasında derin felsefi ayrılık vardır.
Ayrıca; Aleviler için dindar olmanın yolu namaz kılmaktan geçmez. Namaz reddedilmez ama, ibadet onunla sınırlandırılmaz. Ayrıca, Alevilerin namaza bakış açısı, Sünnilikteki uygulamadan farklıdır.

Aleviler, Kuran'da namazın bugünkü haliyle dile getirildiğini kabul etmezler. Kuran'da namaz kılınız biçiminde bir ifade de yoktur. Söz konusu olan ?salat?tır. Salat, namaz değil, Tanrı'yı içten anıp; selamlamaktır. Eğer bugünkü anlamda eğilip; doğrulma gibi bir namaz biçimi kesin şart olsaydı, bunun Tanrı tarafından biçiminin bildirilmesi gerekirdi...

Oysa;

1- Kuran'da namazın biçimi yoktur... Nasıl kılınacağı tarif edilmemiştir.

2- Kuran'da, namazın beş vakit kılınacağına ilişkin bilgi de yoktur.

Namazın bir secde olduğu, Kâbe'de putlar önünde eğilmenin bu anlama geldiği de ayrı bir olgudur. İslam öncesinin Arapları da (Müşrikler) bu anlamda namaz kılmışlardır. Bu olgu, diğer bütün dinlerde de bulunmaktadır.

İslamiyette, namaz uzun geldiğinden, kısaltılmıştır; kimi zaman uzatılmıştır; sayısı, değiştirilmiştir. Bu uygulamalar bile, namazın Tanrı'nın kesin emri olmadığını göstermek bakımından yeterlidir. Eğer namaz Tanrı'nın kesin emri ve gelecek zamanlara da uzanmasını istediği bir emri olsaydı; namaz olgusunun böyle boşlukta bırakılmaması gerekirdi. Namazın biçimi konusunda, Ehli Sünnet Vel Cemaat arasında bile yer yer anlaşmazlıklar vardır. Namazı kesin Tanrı buyruğu sayanlar, bu konuyu Kuran'da ve İslam tarihinde derinlemesine araştırmayanlardır....

Alıntıdır...

Devami gelecek....
Ben Merak Ediyorum İlk Namaz Nerede Kimler Tarafından Kılındı. Bizler Ehlibeyt'in Hz. Ali ve Hz. Muhammed'in Yaşadığı Dönemde namaz kıldıklarını biliyoruz. Öncesi Ve ilk Kimlerin kıldığı sorusunu sormadan insan edemiyor kendine...
Sünnilere Göre Hz. Ali

Klasik Ehli-Sünnet anlayışı Hz. Ali`ye dördüncü halife olmanın dışında bir mana vermez. Hz. Ali Ehli-Sünnet için dördüncü halife olmanın dışında bir şey çağrıştırmaz. Bazi iyi niyetli ama yetersiz çabaların dışında Ehli-Sünnet daire içinde bulunan bilginler, önderler adeta Hz. Ali gerçeğini yok sayma, önemsizleştirme çabası içinde bulunmuşlardır. Bu mantık günümüz Ehli-Sünnet taraftarlarınca da sürdürülmektedir. İstisnalar bu manada da kaideyi bozmuyor. Hatta mümkün olsa Hz. Ali ve onun şahsında temsil olunan değerler bütününü tümden yok sayacaklar. Ancak buna güçleri yetmediğinden bu defada önemsizleştirme, sıradanlaştırma çabaları içine giriyorlar.

Sünni anlayış İslam tarihi ve onunla ilintili olarak insanoğlunun gelişim düzeyi manasında Hz:Ali`yi görmezden gelen bir tutum içindedir. Hz. Ali`yi, bırakalım insanlık için taşıdığı öneme, daha doğru dürüst İslam tarihi içinde bile gereken önemi vermemiştir. Halbuki İslam tarihini belirleyen en önemli şahsiyet Hz. Alidir (Ebetteki Hz. Peygamberin konumu çok farklıdır). İslam topluluklarının tarihsel süreçlerini belirleyen Hz. Alidir. Ancak bu tarihsel (ve güncel) gerçeklik kabul görmek şurada kalsın, mümkün mertebe yok sayılmak isteniliyor. Araştırdığımız yığınla Sünni kaynak ve toplumsal deneyimlerimiz, gözlemlerimiz Sünni toplumun Hz. Ali gerçeği hakkında yetersiz, yanlış, eksik, olumsuz bilgilere sahip olduğudur. Onlarca Sünni kaynak orta çağda yaşamış bir Sünni bilgin hakkında en küçük bilgiyi bile kayıt altına alırken, İslam toplumu şahsında insanlığın kaderini etkileyen Hz. Ali hakkında dördüncü halife olmanın dışında bilgiye sahip değildir. Hatta ortalama bir Sünni inançlı kişi Hz. Ali`ye “ilahlık” yükledikleri zannıyla Alevilere dolayısıyla Hz. Ali`ye karşıt bir tutum içindedir. İyi niyetli ama yetersiz çabalar bu gerçeği ne yazık ki değiştiremiyor.
Bu formla hiç bi ilgis yoktur..

Hz. Ali felsefesinde çok önemli bir yere sahiptir. O, gerek yaptıkları, gerekse yaşamıyla, İslamiyet'in gerçekleştirmek istediği insan tipinin örneği olmuştur. İslam tarihinde Hz. Ali'den daha mükemmel bir Müslüman örneği bulmak mümkün değildir.
[FONT=Times] Zaten Alevi felsefesinde Hz. Ali, peygamberlik makamının içyüzü sayılan imametin (velayetin) başlangıcıdır. Bu nedenle adı, Peygamber Muhammet Mustafa ile birlikte anılır.
Hz. Ali, Hz. Muhammet'in amcası, Ebu Talip'in oğludur. Hz. Ali'nin annesi Hz. Peygamber'in atası Haşim'in oğlu Esed'in kızı Fatma'dır. Hz. Ali, Miladi 598 yılında Kâbe içinde doğmuştur ve Kâbe'de doğan tek kişi, kendisidir. Baba ve ana tarafından Haşimi soyundan gelmiş ilk kişidir.
Hz. Ali'nin babası Ebu Talip, Hz. Muhammet'i, dedesi Abdülmuttalip'in vefatından sonra yanına almış ve kendi vefatına dek onu korumuştur. Kureyş boyunun ablukası nedeniyle Müslümanların, Ebu Talip'in evinin bulunduğu mahalleye sığındıkları yıllarda Ebu Talip, Peygamber'e kötülük yapmamaları için gece nöbet tutardı. Bazı geceler, Ali'yi, Peygamberin yatağında yatırır, ona yapılacak bir saldırının Ali'ye olmasını amaçlardı. Ebu Talip, Hz. Hatice'nin vefatından üç gün önce vefat etmiştir. (619 yılı sonları) (Ebu Talib’in ne mükemmel bir mümin olduğunu yaptıkları ve şiirleri açık açık göstermektedir. İbn Kesir’den ilgili bölüm incelenebilir. Buna karşın Emevici yazarlar, onu kafir olarak ölmüş göstermek için yalan hadisler uydurmuşlardır. Ebu Süfyan gibi İslam düşmanını mümin, Ebu Talib gibi mümini de kafir gösteren bu zihniyet, işte Alevi-Sünni felsefesinin ayrışmasındaki işaretlerden sadece birisidir.)
[FONT=Times] Hz. Ali'nin annesi Fatma, Hz. Muhammet'e analık etmişti. Hz. Peygamber; onun hakkında, “Bu, benim anamdan sonraki anamdır” demiştir.
[FONT=Times] İmam Ali'nin künyesi, Ebül Hasan'dı. Peygamber ona Ebu Türab künyesini vermişti, bundan dolayı bu künyeyi severdi.
[FONT=Times] Lakabı arslan anlamına Haydar, Murtaza, Allah'ın arslanı anlamına Esedullah veya Şiriyezdan'dır. Ayrıca Emirülmüminin, Mevlalmuttakıyn gibi birçok lakabı vardı. En meşhuru Murtaza'dır. Anadolu'da, Şah-ı Velayet, Haydar, Murtaza diye anılır.
Hz. Ali, Hz. Fatıma'nın vefatına kadar, başka bir kadın almamıştır. Erkek-kız, otuz üç çocuğu olmuştur. İmam Hasan ve Hüseyin'le, Zeynep ve Ümmü Gülsüm, Fatıma'dan olan çocuklarıdır.
[FONT=Times] Bir kıtlık yılında, Hz. Peygamber, Ebu Talip'in sıkıntısını gidermek için oğullarından Ali'yi yanına aldı. Ali, küçük yaştan beri Peygamberin evinde kaldı ve onun terbiyesi altında yetişti.
[FONT=Times] Tarihi kaynaklara göre, Hz. Peygamber'e vahiy geldikten sonra İslam'ı kabul eden ilk kişi Hz. Ali'dir. Ondan sora Hz. Haticetülkübra İslam'ı kabul etmiştir
[FONT=Times] Aslında Alevilikte, Hz. Ali'nin baştan beri Müslüman olduğu inancı vardır. Hz. Muhammet, Hz. Ali'yi eliyle beslemiş, yanında yatırmış, kendi bilgisine göre yetiştirmiştir. Bu nedenle Ali'nin İslamiyeti kabulüne tarih koymak yanlıştır.
[FONT=Times] XXVI. Sure'nin (Şuara), “Ve en yakın akrabalarını uyar” açıklamasındaki 214. ayet inince Hz. Peygamber, eşi Hatice'ye yemek hazırlattı. Ali'ye de, Abdülmuttalip soyundan olanları çağırmasını emretti. Davet edilenler gelince, Hz. Peygamber söze başlamak istedi ise de Ebu Lehep, buna engel oldu. Ertesi günü yine aynı durumla karşılaşıldı. Üçüncü günü Hz. Muhammet, onları imana çağırdı ve “Bu işte bana kim vezir olacak?” diye sordu. Ali, bu görevi kabul ettiğini söyleyince Hz. Muhammet, “Gerçekten de Ali, benim kardeşimdir, vezirimdir, vasiyimdir, içinizde halifemdir, ona itaat edin” dedi. Orada bulunanlardan, Ebu Talip'le, “Allah, oğlunun sözünü dinlemeni, ona itaat etmeni emrediyor” diye alay edenler bile olmuştu.
[FONT=Times] Peygamber Muhammet Mustafa, Mekke'den Medine'ye hicret edeceği gece, Ali'yi kendi yatağına yatırmış, Peygambere suikastta bulunmak üzere gelenler, yatağında Ali'yi bulmuşlar, Hz. Muhammet'i sormuşlar, fakat bir cevap alamamışlar ve aramaya koyulmuşlardı.
[FONT=Times] “Bakara Suresi”nin “İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah rızasını almak için canını satar ve Allah, kullarını pek esirgeyendir” açıklamasındaki 207. ayeti, Ali'nin, Peygamber uğruna canını vermek için onun yatağına yatması nedeni ile inmiştir.
[FONT=Times] Hicretten beş ay sonra Peygamber, Ansar (Yardım edenler) denen Medineli Müslümanlarla Muhacirin (göçmenler) diye anılan Mekke'den göçen Müslümanları birbirleriyle daha da kaynaştırarak kardeş etti. Kardeşlik töreni bitince yalnız kalan, Hz. Muhammet ile Hz. Ali idi. Ali, “Ya Resulallah, ashabını birbiriyle kardeş ettin beniyse yalnız bıraktın” deyince, Hz. Peygamber “Sen, Musa'ya Harun ne kadar yakınsa, bana o kadar yakınlıktasın. Sen dünyada da benim kardeşimsin, ahrette de” dedi. Ali ile Muhammet böylece kardeş oldular. Kardeşlikleri, ahrette de devam etsin istediler. Bu kardeşlik, Anadolu Alevilerinde bütün canlılığı ile temsil edilmiştir.
[FONT=Times] 623 yılı Muharrem ayının yirmi birinci perşembe günü akşamı, Peygamber tek kızı Hz. Fatimaüzzehra'yı, Ali ile evlendirmiştir.
[FONT=Times]Hz. Ali'nin Yiğitliği [FONT=Times]
[FONT=Times] Anadolu Alevileri, varlıklarını sürdürebilmek için hep savaşmak zorunda kaldılar. Bu nedenle, insancıl dünyalarını savaşımcı bir sembolle sarıp sarmalayarak korumaya çalıştılar. Bu sembol ise, Hz. Ali oldu. Hz. Ali; mücadelenin, yiğitliğin, zulme baş eğmemenin sembolü olarak görüldü. Gerçekten pek yiğit bir er olması, onun hakkında, birçok efsanenin yaratılmasına da neden oldu. Aşağıda, İslamiyet'in yayılması sırasında Hz. Ali'nin mücadelelerinden bazı kesitler yer alıyor.
[FONT=Times] Hicret'in ikinci yılı (624), Ramazan ayının on yedinci günü başlayan Bedir Savaşı'nda, Müslümanların sancağı Ali'deydi. Savaş başlamadan, Ali geceleyin, müşriklerin bulundukları yerdeki kuyudan su çekip İslam ordusuna getirmişti.
Hz. Ali, bu savaşta tek kişilik ordu gibi çarpıştı. Onun savaştaki yiğitliğini açıklamak için şu tarihi gerçek yeterlidir: Bedir Savaşı'nda Ebu Süfyan'ın oğlu Hanzala (Muaviye'nin kardeşi), Utbe oğlu Velit, Münzir oğlu Abdullah, Amr oğlu Harleme de dahil olmak üzere, öldürülen yetmiş Mekkeli'den 27'si, Hz. Ali tarafından katledilmişti.
Uhut'ta, Hz Ali'nin yaptıkları daha da önemliydi. Uhut Savaşı'nda, müşriklerin sancağı kimin eline geçtiyse Hz. Ali onu öldürmüştü.
[FONT=Times] Müşrikler, bozguna uğrayınca, Abdullah bin Cübeyr'in kumandası altına verilen ve bir geçiti korumakla görevlendirilip yerlerinden ayrılmamaları emredilen okçular, ganimet hırsına düşerek yerlerinden ayrıldılar. İslam ordusu, Halit bin Velit'in bu geçitten hücumuyla bozulup dağıldı. Abdullah şehit düştü. Hz. Hamza da şehit edildi. Resulüekrem'in yanında Ali ile birkaç kişi kaldı. Peygamberi bırakıp kaçanların arasında Osman ile Ömer de vardı. Ali, Peygamber'e saldıranları öldürmekteydi. O gün tam on altı yara almıştı. Ashabın, tekrar Hz. Muhammet'in yanlarında toplanmaları, Ali'nin sayesinde olmuştu.
Hendek Savaşı'nda, yiğitlikte bir orduya bedel sayılan Abdu Vedd oğlu Amr, Müslümanlardan, kendisiyle savaşacak birisini istemişti. Fakat hiç kimse kendisinde, ona karşı koyacak cesareti bulamadığından, sesini çıkaramamıştı. Ali kalkıp “Ya Resulullah ben gideyim” demişti. Ve çıkıp Amr'ı öldürmüştü.
[FONT=Times] Hicretin yedinci yılının başlarında, Hayber'e gidildi. Savaşta sancak, Ebubekir'e, ertesi gün Ömer'e verildi; fakat Hayber alınamadı. Hz. Peygamber “Yarın sancağı öyle bir kişiye vereceğim ki o, Allah'ı ve Resul'ünü sever. Allah ve Resul'ü de onu sever, o, kaçmaz, fetehtmedikçe de geri dönmez” dedi.
[FONT=Times] Peygamber, sabahleyin Hz. Ali'yi çağırdı, sancağı ona teslim etti. Ali o gün, kalenin kapısını söküp savaşta kalkan olarak kullandı ve Hayber fethedildi.
[FONT=Times] Hz. Muhammet minbere çıkıp bir hayli konuştuktan sonra, “Ebi Talip oğlu Ali nerde?” dedi. Ali koşup, “Buradayım ya Resulallah” dedi. Resulullah, onu kucaklayıp göğsüne bastı, iki gözünün ortasından öptü ve şöyle seslendi: “Ey Müslüman toplumu, bu, benim kardeşimdir, amcamın oğludur, damadımdır. Bu, Allah'ın arslanıdır. Yeryüzünde, düşmanlarıma Allah kılıcıdır. Allah'ın laneti, lanet edenlerin lanetleri, buna kötülük edene olsun. Allah, buna kötülük edenden uzaktır; ben de uzağım. Allah'tan uzak olmayı, benden uzak olmayı seven, Ali'den uzak olsun; burada bulunan, bulunmayana bildirsin.” Peygamber daha sonra “Ya Ali otur! Senin hakkında bunu, Allah buyurdu, Allah tanıttı” dedi.
[FONT=Times] Huneyn Savaşı'nda, pusuya düşürülen İslam ordusu bozulmuş, Peygamber'in yanında yalnız Ali, amcası Abbas ve birkaç yakınından başka kimse kalmamıştı. Daha sonra halife olacaklar da kaçanlar arasındaydı. Hz. Peygamber, kaçanların ardından gür bir sesle, “Gelin bana ey insanlar, Allah'ın Resul'üyüm ben. Abdullah oğlu Muhammet'im ben! Ey razılık ağacının altında beyatleşenler, ey Akabe'de beyatlenenler kaçmayın!” diye seslendi.
Hevazin Kabilesi, tam hücuma kalkarken Hz. Ali, önlerini kesti, kara renkli bayraklarını taşıyan Ebu Cervel'i öldürdü, bayrak yere düştü, saldırganları püskürttü. Peygamber, “Tandır şimdi kızdı” dedi. Hz. Peygamber'in yanında toplanan sahabe hücuma geçti ve müşrikler bozguna uğradılar.
[FONT=Times] Hicretin dokuzuncu yılı Zilhicce'sinde, Kuran'ın IX. Suresindeki ilk ayetler inince, Hz. Muhammet, bunlardaki emirleri Mekkelilere bildirmek ve Hac etmek üzere Ebubekir'i üç yüz kişiyle Mekke'ye göndermişti. Kafile yoldayken Hz. Ali'yi çağırdı, Ebubekir'e yetişmesini, emirlerini Mekke'ye kendisinin bildirmekle görevli olduğunu söylemesini ve Mekke'ye inip halka bunları bildirmesini söyledi. Ali'yi kendi devesine bindirip gönderdi. Ali, Cuhfe'de Ebubekir'e ulaştı ve Hz. Peygamber'in emirlerini bildirdi. Mekke'ye doğru devam etti. Ebubekir, geri dönüp Medine'ye geldi ve Hz. Muhammet'e “Benim için bir şey mi indi?” diye sordu. Hz. Muhammet, “Allah tarafından, bu emirlerin bizzat benim tarafımdan, ya da benden, Ehlibeytimden olan biri tarafından bildirilmesi emredildi” dedi.
[FONT=Times] Bu olay, Hz. Ali'nin yerinin, bütün sahabelerden apayrı olduğunu göstermesi bakımından öğreticidir.
[FONT=Times]Gadiru Hum Olayı [FONT=Times]
Hz. Muhammet, ömrünün son günleri yaklaşırken, Mekke'ye, Veda Haccı diye anılan ziyarete gitti. 140 bin Müslümanla birlikte Medine'ye dönerken, Gadiru Hum denilen vahada Maide suresinin 67. ayeti indi. Ayet şöyledir:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan korur. Doğrusu, Allah kâfirlere yol göstermez.”
[FONT=Times] Ayetin anlamı çok açık ve çok önemli... “Tanrı'nın isteklerini bildirmezsen elçilik görevini yapmamış olursun” deniyor. Ve Hz. Muhammet'in çekinmemesi için “Allah, seni insanlardan korur” diye güvence veriliyor.
Hz. Muhammet, ayeti alır almaz ileri gidenleri çağırttı.
[FONT=Times] Tüm kafile bir araya gelince, Peygamber deve semerlerinden yapılan yüksek bir konuşma kürsüsüne çıktı. Tanrı'ya şükrettikten sonra, “Ey insanlar, ahrete göçmekte hepinizden ileride bulunuyorum. Orada benimle buluştuğunuz zaman, sizden iki paha biçilmez şeyi soracağım. Bunlardan biri, Allah'ın kitabıdır. İkincisi, benim Ehlibeytim” dedi. Daha sonra kalabalığa sordu:
“Ben, inanan her erkek ve kadının mevlası mıyım?”
[FONT=Times] İnsanlar, “Evet ya Resulullah” dediler.
[FONT=Times] Bunun üzerine Hz. Muhammet, yanına çağırdığı İmam Ali'yi sağ yanına alarak elini tutup yukarı kaldırdı. Orada hazır bulunanların anlattığına göre, ikisinin de koltuk altları görüldü. Allah'ın Resulü bu arada: “Men küntü mevlah ve haza Aliyün mevlah” dedi. Hz. Muhammet, kalabalığa, “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.” diyerek, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde vasi olacak kişiyi göstermiş oldu.
Hz. Muhammet; kendi öldükten sonra yerine Hz. Ali'nin geçeceğini açık açık Tanrı emri olarak belirttikten sonra;
“Allah'ım, onu seveni sev, sevmeyeni sevme. Ona yardımcı olana yardım et. Gerçeği her yerde ona yoldaş kıl” diye Ali için dua etti.
Hz. Muhammet, orada bulunanların tümünün kendi hanımları da dahil Ali'ye biat etmelerini emretti. Oradakiler bu emre uydular. Ömer gelip şunları söyledi: “Kutlu olsun, ne mutlu sana ey Ebu Talip oğlu. Bu gün, benim ve her erkek ve kadın müminin mevlası oldun” diye Ali'yi gözle görünür bir heyecanla kutladı. Ebubekir de kutlamaya katılmıştı.
[FONT=Times] O arada “Maide Suresi”nin 3. ayeti inmişti:
“Bugün size dininizi bütünledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslamiyet'i beğendim.”
[FONT=Times] Böylece, İslamiyet'in tebliği işi sona eriyordu. Bundan sonra tebliğ edilen (bildirilen) dinin özünün açıklanma dönemi başlıyordu. Bunu, yani İslamiyet’in özünü açıklamayı da ancak Hz. Muhammet'in bilgisine sahip birisi yapabilirdi. Bu kişi ise İmam olurdu. Hz. Ali, ilk imam olarak bu görevi üstlenmiştir. Peygamber'in vasiyeti gereği Müslümanların mevlası (velisi-imamı) olan Ali için, halifelik hiç önemli olmamıştır. Halifelik, İmam Ali'nin yaşamında, ona engel olan bir ek görevden öte gitmemiştir. Ve Alevilere göre Hz. Ali, halife değildir, imamdır.
Gadiru Hum'da Hz. Muhammet'in yaptığı konuşmayı, sahabeden üç yüze yakın kişi bizzat kulaklarıyla duyduklarını söylemiştir. Ali, Halife Ömer’in ölümünden sonra toplanan şurada, Hz. Muhammed'in Gadiru Hum'da yaptığı konuşmayı naklettiği zaman, on dördü Bedir savaşına katılmış olan otuz sahabe tanıklık etmiştir.
Gadiru Hum olayı, Sünni bilginlerin kitapları da dahil olmak üzere, yüzlerce kitapta doğrulanmıştır.
[FONT=Times]Ali'nin Eşitlikçiliği [FONT=Times]
[FONT=Times] Hz. Ali halife olunca, hazineye atadığı Ammar'a, kimsenin başka bir kimseden üstün olmadığını bildirip herkese üç dinar vermesini emretti. “Bana bile üç dinar getir” dedi. Ammar, hazineye Ebul Heysem ve birkaç kişiyle gitti. Beytülmalde üçyüz bin dinar bulundu; yüz bin kişiye dağıtıldı. Hiçbir kimsenin öbüründen üstün tutulmaması, bazılarına ağır geldi. Hatta Sehl bin Huneyf bile “Ya Emirülmüminin! Bu, dün benim kölemdi; bugün azat ettim onu! Ona ne verdiysen bana da onu verdin” dedi. Hz. Ali, “Evet sana ne kadar verdiysem, ona da o kadar verdim” dedi.
Talha, Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Said bin As ve Mervan, ayrıca Kureyş'ten bazı kimseler de buna razı olmadılar. Velit bin Utbe de bunlardandı. “Osman'ın verdiği kadar vermezsen, seni bırakır, Şam'a gider Muaviye'ye katılırım” dedi. Talha, Zübeyr ve Abdullah, memurlara, “Bunu, siz mi yapıyorsunuz, Emirülmüminin mi?” diye sordular. Memurlar dediler ki: “Biz onun emri olmadan bir şey yapamayız.”
[FONT=Times] Bunun üzerine, Ali'yi aradılar. Hz. Ali'nin güneş altında, tuttuğu bir işçiyle çalışmakta olduğunu gördüler. “Hava çok sıcak, şuraya gidelim” dediler, bir gölgeliği gösterdiler, Ali, “Peki” dedi, gölgeliğe sığındılar, konuşmaya başladılar. “Bizim Resulullah'a yakınlığımız var, savaşlarda bulunduk. Ne Ömer böyle verirdi, ne Osman. Sen bizi herkesle bir tutuyorsun” dediler.
Hz. Ali, “Benden önce mi Müslüman oldunuz?” diye sordu. “Hayır” dediler. Daha sonra, “Peygamber'e siz mi yakınsınız, ben mi?” diye sordu. “Onun senden daha yakını yok; fakat biz de ona ayak uydurduk, müşriklerle savaştık” dediler. Hz. Ali “Benim kadar mı savaştınız?” dedi. “Hayır” dediler, “Senin gibi savaşan yoktur.”
[FONT=Times] Bunun üzerine, Hz. Ali “Andolsun Allah'a, benimle işçim arasında bile bir fark gözetmem ben” dedi.
[FONT=Times] Ertesi günü, Talha'yla Zübery, mescitte bir bucağa oturdular, yanlarına Said bin As ve Zübeyr'in oğlu Abdullah da geldi, Ali'yi kınamaya koyuldular. Bunlar, kendilerine verilen parayı da almamışlardı.
Ammar, “Ali'ye karşı bütün insanlar birleşseler, ben gene elimi ona veririm. Şehadet ederim ki, Peygamber'in, Allah'ın emriyle gönderildiği günden beri, ondan üstün tuttuğu kimseyi bilmiyorum” dedi.
[FONT=Times] Bu hali duyan Ali, Ammar'la Zübeyr'i ve Talha'yı çağırttı. Konuştular, her ikisi de, “Bizimle konuşmadan niçin bu işi yaptın?” dediler. Bunun üzerine Ali onlara, “Yenbu'da malım var, isterseniz size onları vereyim” dedi. Onlar da kabul etmediler. Kufe ve Basra valiliklerini istediler.
[FONT=Times] Ali, “Oyunuza başvurmam gerekebilir, benimle kalmanız daha doğru” dedi. Bu söz üzerine Talha ve Zübeyr umre etmek üzere Mekke'ye gideceklerini söylediler. Ali, “Siz umre etmeyi değil, hıyanette bulunmayı kuruyorsunuz. Beyatten dönmeyin, Müslümanların birliğini bozmayın” dedi. İkisi de dönmeyeceklerine dair söz verip onun yanından ayrıldılar. Fakat sözlerinde durmayıp isyan bayrağını çektiler.
Hz. Ali, bu çıkarcıları Camel savaşı ile tepeledi. Fakat Şam Valisi Muaviye'yi ezmek için topladığı ordusu zayıfladı. Sıffın'da Muaviye ile giriştiğ savaşı da kazandı. Yalnız, Harici adı verilen ayrılıkçı anarşistlerin dayatması sonucu, hakeme başvuruldu. Muaviye'nin hakemi Amr İbnül As, Hz. Ali'nin hakemi Ebu Musa el-Eşari'yi kandırdı. Bu kandırma olayı şöyle oldu: Amr İbnül As, hakemliklerini üstlendikleri her iki insanın da bu davranışlarıyla ortalığa zarar verdiklerini söyleyerek Musa'yı ikna etti... Bu inanan Musa, parmağındaki yüzüğü çıkararak, “Bu yüzüğü parmağımdan nasıl çıkarıyorsam, Ali'yi de halifelikten öyle alıyorum” dedi ve yüzüğü yere koydu... O anda yüzüğü kaparak parmağına takıveren Amr, “Bu yüzüğü parmağıma nasıl geçiriyorsam Muaviye'yi de halifeliğe öyle geçiriyorum” dedi... Ve Ali'nin halifeliği, bu hiç beklenmeyen aldatmacayla sona ermiş oluyordu. Hakeme başvurulmasını isteyen Hariciler bu sonuçtan Hz. Ali'yi sorumlu tutunca, İmam Ali, onlarla savaşa tutuştu. Nehrivan'da 10 bin civarında Harici öldürüldü. Fakat, başkent Kufe'de 661 yılında bir Harici olan Abdurrahman İbn-i Mülcem, Hz. Ali'yi zehirli kılıçla camide başından yaraladı ve şehadetine sebep oldu.
[FONT=Times]Hz. Ali'nin Düşünce Yapısı [FONT=Times]
Hz. Ali, İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük hatiplerden birisidir. Güzel ve etkili konuşmanın en mükemmel örneklerini vermiştir.
[FONT=Times] Kendisini, Peygamber bizzat terbiye etmiş, kendi bilgisini ona da aktarmış ve “Ben, bir ilim şehriyim; Ali de onun kapısıdır. Şehri isteyen, kapıya gelsin” demiştir. Hz. Peygambere göre, bilginin 10'da 9'u Ali'dedir. Kalan bilgide de Ali, diğer insanlardan üstündür.
Hz. Ali, Peygamberin gerek dış dünya ile ilgili, gerek iç dünyaya ait bilgilerini almış, onun sırdaşı, kardeşi olmuştur. Peygamber, onu yakın bilmiş, soyunun onunla sürmesini istemiştir.
Hz. Ali, Türkiye'de Aleviler arasında hep savaşcı yönü ile tanındı, düşünceleri ikinci plana atıldı. Fakat onun asıl büyüklüğünün, yedinci yüzyılda yaratılan İslam hareketini gerçek anlamda sürdürmesi olduğu ortadadır.
Muhammet sonrası Muhammet düşüncesi, Ali'de ve onun soyunda yaşadı...
Ali, Muhammet düşüncesini değişen koşullara göre, öze uygun bir biçimde anlattı. İslamiyet'e derin, insancıl bir öz kattı. İslam felsefesinin temellerini atan Hz. Ali'dir. Ne kendi çağında, ne daha sonra, dinsel görevle yüklü hiçbir lider, onun ölçüsünde derin düşünceler yaratamamıştır.
[FONT=Times] Basra Valisi Huneyfoğlu'na yazdığı mektubundan bir bölüm şöyledir:
“Huneyfoğlu! Basralılardan bir bölüm, duyduk ki, seni düğüne çağırmış, sen de hemen gitmişsin. Renk renk yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna gitmiş. Oysa, ben sanmazdım ki, yoksulları çağrılmayan, zenginleri davet edilen bir topluluğun davetine gidesin!.. Dişlediğin yemeğe bir bak! Helal olduğundan şüphen olursa, at o yemeği ağzından; helal olduğunu iyice bilirsen, birazcık ye.”
[FONT=Times] Derin bir insan sevgisi, kılı kırk yaran eşitlik anlayışı, örnek bir utanma duygusu ile dolu olan Hz. Ali, bütün canlılara karşı şefkatlidir. Vergi memurlarına yolladığı bir buyruktaki hayvanlarla ilgili şu ifadeler, onun kişiliğinin ne kadar ince, duygusal olduğunu göstermeye yetecektir:
[FONT=Times] “Emin olduğun kişi onları toplayacaksa, tembih et, dişi deveyi, sütüne tamah ederek almasın, yavrusuna zarar vermiş olur. Bir de, ona binerek hayvanı yormasın. Binmekte, sütlerini sağmakta adalete riayet etsin; getirirken yorulanları dinlendirsin, ayağı sürçen, yürümekte güçlük çeken hayvanları yavaş sürsün. Hayvanları suya rastladıkça sulasın, otlak yere gelince otlatsın, vakitten vakite onları dinlendirsin; sulak, otlak yerlerde onları suvarıp yaysın. Böylece de size semiz, yorulmamış, sağlam hayvanlar getirsin de onları Peygamber'in isteğine göre Müslümanlara bölüştürelim, gereken işlere kullanalım. Bu, Allah'ın izniyle ecir ve sevap bakımından daha büyük, doğru iş işlemene daha yakın bir harekettir.”
[FONT=Times]Hz. Ali'nin Bazı Özdeyişleri [FONT=Times]
Hz. Ali'nin düşünür yönünün anlaşılması için onun bazı özlü sözlerini aktarıyoruz. Görüleceği gibi, ne diğer halifeler ne başka biri, böyle derin görüşleri dile getirmiştir.
[FONT=Times] ® Akıl gibi zenginlik, bilgisizlik gibi yoksulluk, edep gibi miras, danışmak gibi arka olamaz.
[FONT=Times] ® İlim maldan hayırlıdır, ilim seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. Mal sahipleri malın yitmesiyle yitip giderler.
[FONT=Times] ® İnsanlar, bilmedikleri şeye düşmandırlar.
[FONT=Times] ® Öfke delilikten bir bölümdür. Çünkü, sahibi nadim olur, nadim olmuyorsa deliliği adamakıllı pekişmiş demektir.
[FONT=Times] ® Bilgi, tükenmeyen bir hazinedir; akıl eskimeyen, yıpranmayan bir elbisedir.
[FONT=Times] ® Akıl, gurbette yakın bulmaktır; ahmaklık vatanda gurbete düşmektir.
[FONT=Times] ® Bilgin kişinin rütbesi, rütbelerin en yücesidir.
[FONT=Times] ® İki şey vardır ki, sonu bulunmaz: Bilgi, akıl.
[FONT=Times] ® Kendini bilmeyen, başkasını nasıl bilir?
[FONT=Times] ® Cahil dostundan ziyade akıllı düşmanına güven.
[FONT=Times] ® Kullar, bilmedikleri şeylerde duraksasalardı ne kâfir olurlardı, ne de sapıklığa düşerlerdi.
[FONT=Times] ® Kendini bilen, Rabbini bilir.
[FONT=Times] ® Renkten renge giriş, inançtan inanca geçiş, ahmaklığın alametlerindendir.
[FONT=Times] ® Bilgiyle dirilen, ölmez.
[FONT=Times] ® Söyleyene bakma, söylenene bak.
[FONT=Times] ® İnsanların en acizi, insanlardan kardeş edinemeyenidir, ondan daha aciziyse kardeş edindikten sonra onu yitirendir.
[FONT=Times] ® Büyük günahların kefareti, zulme düşünlere yardım etmek, acze düşünleri ferahlandırmaktır.
[FONT=Times] ® Dindarlığın en üstünü, dindarlığı gizlemektir.
[FONT=Times] ® Hayrı yapan, hayırdan da hayırlıdır; şer isteyense şerden de kötüdür.
[FONT=Times] ® Halka istemediği, hoşlanmadığı şeyleri söyleyen kişi hakkında halk da, istemediği şeyleri söyler.
[FONT=Times] ® İnsanların en fazla bağışlaması gerekeni, ceza vermeye en fazla gücü yetenidir.
[FONT=Times] ® Cömertlik, istemeden vermektir. İstendikten sonra vermekse, utançtandır ve kötüdür.
[FONT=Times] ® Dil yırtıcıdır, bırakıldı mı salar, parçalar.
[FONT=Times] ® İnsan, dilinin altında gizlidir.
[FONT=Times] ® Soruya verilen cevap çoğalınca, doğru gizli kalır.
[FONT=Times] ® Dostunu ihtiyatla sev, olabilir ki, bir gün sana düşman olur. Düşmanla da ihtiyatlı düşmanlıkta bulun, olabilir ki bir gün sana dost olur.
[FONT=Times] ® Günaha alt olarak üstünlük bulan, üstünlük elde etmemiştir, şerle üst olan alt olmuştur.
[FONT=Times] ® Zalime gelip çatan adalet günü, mazlumun uğradığı cevir ve cefa mihnetinden çetindir.
[FONT=Times] ® Şiddet son dereceyi buldu mu, ferahlık gelir çatar. Bela halkaları tam daraldı mı, genişlik yüz gösterir.
[FONT=Times] ® Ayıbın en büyüğü, ona benzer bir ayıp sende varken, başkasını ayıplamandır.
[FONT=Times] ® Konuşun da tanışın, çünkü insan, dilinin altında gizlidir.
[FONT=Times] ® Gerçekle savaşan, elbette alt olur gider.
[FONT=Times] ® Bir insanda güzel bir huy varsa o huya benzer başka huylarını da bekleyin.
[FONT=Times] ® Nice zengin vardır ki, yoksuldan da yoksuldur; nice büyük kişi vardır ki, her aşağılık kişiden de aşağıdır, nice yoksul vardır ki, bütün zenginlerden daha zengindir.
[FONT=Times] ® İki şey vardır ki, yitirmeden kadri bilinmez: Gençlik ve mutluluk.
[FONT=Times] ® Utancın üstünü, insanın kendinden utanmasıdır.
[FONT=Times] ® Nice kan vardır ki, onu dil döker.
[FONT=Times] ® Mazluma yardımcı ol, zalime düşman kesil.
[FONT=Times] ® Soyluluk; babaların, anaların mensup oldukları soyla boyla değil, övülecek üstünlükle kazanılır.
[FONT=Times] ® İnsanda dil olmazsa, insan söz söylemezse, surete bürünmüş bir varlıktan, yahut başıboş bırakılmış otlayan bir hayvandan başka ne olabilir ki?
[FONT=Times] ® Mazlumun zalimden öç alacağı gün, zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetindir.
[FONT=Times] ® Aç kalmak, alçalmaktan hayırlıdır.
[FONT=Times] ® Bilmediğiniz sözü söylemeyin, çünkü gerçeğin çoğu, inkâr ettiğiniz şeylerdir.
[FONT=Times] ® Aleyhine kesin delil olmayan kişiyi mazur tutun; o kişi benim.
® Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.
[FONT=Times]Mevlana, Hz. Ali'yi Anlatıyor [FONT=Times]
[FONT=Times] Bütün büyük İslam düşünürleri gibi, Mevlana da Hz. Ali'ye hayran ve bağlıdır. Onu, şöyle anlatıyor:
“Doğruluğu ve güzel işi, Ali'den öğren, Tanrı Arslanı'nı hileden, düzenden arınmış bil. Değil mi ki (ya Ali) sen, o bilgi şehrinin kapısısın. Değil mi ki, dostluk güneşinin ışığısın, ey rahmet kapısı, dengi olmayan Tanrı barigâhı, kapanma, ebedi olarak açık kal... Yiğitlikte Tanrı Arslanı'sın, erlikte ise kimsin, kim bilebilir ki?”
[FONT=Times]Hz. Ali, Bugün de Semboldür [FONT=Times]
Hz. Ali, Aleviler tarafından imam bilinip sonsuz bir sevgiyle bağlı olunduğu için, şeriatçılar tarafından tutulmaz. Sıradan bir insan düzeyine indirilmeye çalışılır.
Hz. Ali'nin Peygambere yakınlığı, İslamiyet için yaptıkları, düşünce yapısı görmezlikten gelinir... Bunun dışında; Hz. Ali, Sünnileştirilip, bir molla haline getirilir. Hz. Ali'nin yalnız namaz kılması dikkate alınır; diğer özellikleri unutturulmak istenir.
Hz. Ali; gerek yaşantısı, gerek yaptığı eylemler, gerekse dile getirdiği görüşleri, düşünceleri ile tam bir Alevidir. Alevi felsefesinin ve yaşamının kaynağı Hz. Ali'dir.
[FONT=Times] Aleviliği bilmeyen bazıları, Aleviliği siyasal amaçlarına araç yapmak isteyen kimi görüşler; Hz. Ali'nin bir Arap olduğunu, 1400 yıl önce yaşayıp öldüğünü, onun başına gelenlerin bugünkü insanları ilgilendirmeyeceğini söylerler. Aleviliği, yalnızca halifelik sorunu ile sınırlı sanan bazıları da, kimin halife olduğu, kimin olmadığı bugün beni ilgilendirmez diyerek geçmişle bağlantısını kopartır. Hatta, Aleviliğin Hz. Ali ile sembolleşmesini bile görmezlikten gelerek onu yok saymaya kalkarlar. Bu, siyasi olarak da, kültürel olarak da, felsefi olarak da Aleviliği çöküşe götürmek isteyen son derece tehlikeli ve yıkıcı bir tutumdur. Böyle düşünenlere, Spartaküs örneğini verelim: Bir Romalı köle olan Spartaküs, kölelerin özgürleşmesi uğruna can vermiştir. Bu, her çağda insanoğlunun saygı duyacağı bir tavırdır. Şimdi bu olay iki bin sene önce olmuştur diye kaldırıp atacak mıyız? Veya, “O Romalı bir adamdı, biz modern dönemin insanıyız. Boş ver onu...” mu diyeceğiz?
[FONT=Times] Elbette, insanlık bugünlere, bu güzel değerlere, büyük evlatları sayesinde gelmiştir. Onların anılarına ve düşüncelerine sonuna değin sahip çıkacak, o düşünceleri daha geliştirerek, daha güzelleştirerek gelecek kuşaklara aktaracaktır.
[FONT=Times] Hz. Ali'yi daha tanımadan, onu reddetmeye kalkışanların, aslında insanlığın genel değerlerini reddettiklerini unutmamaları gerekir.
[FONT=Times]İftiranın En Yamanı [FONT=Times]
Hz. Ali hakkında şimdiye değin hiçbir yerde görülmemiş iftiraları Prof. İlhan Arsel'de görüyoruz. Arsel, entelektüel kesim arasında oldukça popüler olan Şeriat ve Kadın adlı kitabında; peygamber Muhammet'e karşı takındığı açık ve büyük düşmanlığının sınırlarını pervasızca genişleterek, onun en yakınlarını ve en sevdiği kişileri de iftira çemberinin içine alıyor.
Hz. Muhammet'i, yalnızca, aklı uçkurunda bir şehvetperest gibi göstermeye çalışan yazar, cazip gördüğü bir yalanı üç kez, beş kez, hatta on kez tekrar ediyor.
[FONT=Times] 1- Yazar Arsel, islamiyet için getirdiği tezlerinin tümünü yalan hadislere dayandırıyor. Emevi hanedanının, Hz. Muhammet ve soyunu kötülemek için yalancı alimlere uydurttuğu hadisler, köleci toplum yaratmanın ideolojik dayanakları olarak ortaya çıkmıştır. Yazar, örnek verdiği hadislerin tümünü gerici Sünni yazarlardan alıyor. Bu şeriatçıların uydurduğu hadisleri doğruymuş gibi vermek, bilimsel ölçü ile hiç mi hiç uyuşmaz.
[FONT=Times] 2- Hz. Muhammet'i şiddetli bir seks tutkunu göstermek, onun gerçekleştirdiği işleri, halkın kafasında halen egemen olan seks karşıtı feodal şartlanmadan yararlanarak kötülemeyi amaçlayan dürst olmayan bir tutumdur. Bir tür psikolojik tuzak, psikolojik avcılıktır. Bu durum, şeriata karşı görünen yazarın, insanları şeriatın şartlandırmalarına göre yakalamaya ve yönlendirmeye çalışmasının örneğidir.
[FONT=Times] 3- Yazar, Hz. Muhammet'i Arap peygamberi diye tanımlayarak, İslamiyet'i Yahudilik gibi bir kabile dini haline getirmeye çalışmaktadır.
[FONT=Times] 4- Yazar; zaman ve zemin kavramını birbirine karıştırıyor. 1400 yıl öncesini, bugünün psikolojik yapılanması ve değer yargıları ile yargılamaya kalkışıyor. O derece tek taraflı davranıyor ki, İslamiyet hakkında, koskoca kitapta tek olumlu söz bulamıyoruz. Böylece kötü bir akımın (!) nasıl olup da bu derece yaygınlık kazandığını da elbette açıklayamıyor yazar.
[FONT=Times] 5- Arsel, İslamiyet ile şeriatı da özdeş görüyor. Halbuki şeriat, İslamiyet'in özü değil, biçimidir. Peygamber dönemindeki bildirim (tebliğ) aşamasını kapsar. İslamiyet'in özü ise Aleviliktir. Yazar, bütün Sünni bilim adamlarımız gibi Alevilik olgusunudan habersiz görünüyor. Bu nedenle de Alevilikteki kadının konumuna hiç değinmiyor, değinemiyor...
[FONT=Times]Hz. Ali'yi Karalama Çabaları [FONT=Times]
Arsel, önyargılı yaklaşımlarını kanıtlayabilmek için, açık açık yalana da başvuruyor. Bir iki örnekle, ne büyük hatalar yaptığını açıklayalım:
[FONT=Times] “Ebubekir'in, hilafete bizzat Muhammet tarafından vekil kılındığını bilen halk... (sayfa 92)
[FONT=Times] Çünkü, gerçekten de Muhammet, ölmeden çok önce, Ebubekir'i hilafete layık görmüş ve kendinden sonra devletin başına onun geçmesini vasiyet etmişti (sayfa: 93)
[FONT=Times] (...) Muhammet, (kızı Fatıma'yı) teselli maksadıyla, 'Ali iyi bir Müslümandır, asil bir ailenin çocuğudur, zekidir' vs. gibi laflar ederdi. Fakat, bunları söylerken, söylediklerine muhtemelen kendisi de inanmazdı. Nitekim, Ali'nin pek zeki ve akıllı olmadığını herkesten çok o bilirdi. Nitekim, kendisinden sonra halifeliğe, damadı Ali'yi değil fakat Ebubekir'i uygun görmesi, onu aklen ve fikren Ali'ye üstün kabul etmesindendir.
(Muhammet) ilk başlarda Ali'yi Fatıma'dan sonra en çok sevdiği kişiler arasında sayarken, Ali'nin beceriksizlikleri ve iyi bir asker olmadığını anladıkça, ondan soğumaya başlamış ve Ebubekir'i ona tercih eder olmuştur. (s. 278)”
[FONT=Times] Yazar Arsel, bu kasıtlı yalanlarını hangi kaynağa dayandırdığını açıklayacak durumda değildir. Ebubekir'in peygamber tarafından hilafete vekil kılındığını hiçbir ciddi kaynak yazmaz. Bu Emevi yalanını, yazar, çok ince hesaplar yapıp olduğu gibi almaktadır. Amaç, peygamber geleneğini sürdüren Hz. Ali'yi haksız çıkarmak, böylece İslamiyet'e bir darbe vurabilmektir. Hiçbir kaynakta yer almayan, Ebubekir'in Muhammet tarafından halife atandığı yalanını gözü kapalı alıp birkaç kez, inançla tekrarlaması, yazarın duygularına aşırı ölçüde esir olduğunu göstermesi bakımından öğreticidir.
Hz. Ali, bir eylem adamı olduğu kadar büyük bir düşünürdür, filozoftur. Dört kelime ile özdeyiş söyleyecek kadar dile egemendir. Arap dilinin temellerini kuran kişidir. Mantık, kelam gibi İslami ilimlerin temelini atandır. İyi bir ozandır. Elimizde “Nehcül Belaga” ve “Divan” adlı iki felsefi ve ebedi yapıtı bulunmaktadır. Ebubekir'den ise bir cümlecik metin bile kalmamıştır. Yazar, Hz. Ali'nin özdeyişlerinden haberdar olmuş olsa idi, kıt akıllının Hz. Ali değil, kendisi olduğunu anlardı.
[FONT=Times] Çokeşli Arap toplumunda tekeşli evliliğin güzel bir örneğini yaşayan Ali-Fatıma çiftini lekelemek için yazar, ne yapacağını, hangi yalana sarılacağını bilmiyor. Hz. Ali'nin bir karıncayı bile incitmekten çekinen son derece duygulu ve insan sevgisiyle dolu birisi olduğunu kabul edemeyen yazar; ona, Muaviye soyunun en akıl alamaz iftiralarını kullanarak saldırmaktan zevk duyuyor. Ve kendi yalanlarına kendisi de inanarak yazdıklarının tümünü hiçe indiriyor.
[FONT=Times] “Denebilir ki, Fatıma, ki Muhammet'in en çok sevdiği kızı idi, sırf babasının dileğine uymuş olmak için Ali ile evlenmiştir. Ve bu işi (...) hiç de canı gönülden yapmamıştır. Bunun nedeni de (...) Ali'nin ne mali, ne fiziki yönden cazip bir kimse olmamasıdır. (s. 157)
[FONT=Times] Fatıma, (...) Ali ile sık sık kavgalaşırdı (s. 246)
Ali, bir süre boyunca Fatıma'ya fazlasıyla bağlı kalmış ve fakat her şeye rağmen haremine yeni kadınlar katmak istemiştir (s. 277)”
[FONT=Times] Hiçbir Arap ailesinde görülmeyecek ölçüde güzel geçen Ali-Fatıma evliliğini kötülemek için kendisini zorlayan ve Emevi yalanlarına sarılan Arsel'in bu mantıksızlığını aşağıdaki örnekte açıkça görelim.
[FONT=Times] Yazar, Hz. Muhammet'i kötü göstermek için her türlü kanıta sarılırken; önüne atılan yalanları da olduğu gibi kabul etmekte, hiçbir mantık süzgecinden geçirmemektedir. Şöyle diyor yazar:
[FONT=Times] “Bilindiği gibi, (Muhammet'in) kızı Fatıma'nın, Ali'den Hasan ve Hüseyin adında iki oğlu olmuştur. Bunlardan Hasan, tıpkı büyükbabası gibi şehvetinin çokluğu ile ün salmıştır (...) İki yüzden fazla kadınla evlendiği söylenir. (...) Hüseyin ise şehvet bakımından onunla yarışabilecek çapta değildi. Ve işte bu nedenledir ki Muhammet; her vesile ile Hasan'ı karşısına alıp 'Sünnet ve siyret bakımından bana benziyorsun' demekten zevk alır ve sırf bu yüzden Hasan'ı, Hüseyin'e tercih ettiğini anlatmak üzere etrafındakilere; 'Hasan benden, Hüseyin Alidendir' derdi.
(...) Muhammet (...) Ali'den muhtemelen iki yüz kat fazla şehvete sahiptir diye Hasan'ı örnek alınması gereken erkek tipi olarak tanımlamış ve Hasan'a şehvet bakımından benzemeyi iftihar vesilesi yapmıştır.”
[FONT=Times] Şimdi, bu gözükara yalanın, bu azgın iftiranın üzerinde biraz duralım. Ve peygambere düşmanlığın, yazarı nasıl gülünç hale getirdiğini görelim.
[FONT=Times] Bilindiği gibi Hz. Muhammet, 623 yılında vefat etti. Hz. Ali'nin oğlu Hasan da hicretin ikinci yılında, yani 624 yılında doğdu. Yani, peygamber olan dedesi vefat ettiğinde Hasan 8 yaşında; Hüseyin ise, 6 veya 7 yaşında idi.
[FONT=Times] Şimdi; insanda biraz mantık varsa, bu tarihler ortadayken; en çok 8 yaşındaki bir çocuğun azgın şehvetinden söz etmesi mümkün müdür? Ve 7-8 yaşlarındaki çocuğun şehvetinin azgınlığına (!) bakarak peygamberin mutlu bir biçimde, 'Hasan benden, Hüseyin Ali'dendir' demesi hangi akıl ölçülerine uyar. İnsan, Hz. Hüseyin'i kötülemek için çıkartılan Emevi yalanına böyle mantıksızca sarılırsa, sonuçta gülünç duruma düşer.
[FONT=Times] Yazar Arsel; İslamiyet'in şeriatçı yönünü eleştirmek amacıyla yola çıksaydı, Hz. Muhammet ve soyuna bilimsel ölçülerle yaklaşsaydı, böyle gülünç hatalara düşmezdi.
[FONT=Times] Bütün Emevi yalanlarını gerçek gibi alan yazarın; Hz. Ali ve çocuklarına ilişkin görüşlerinin iftiradan başka şey olmadığı, tarihi biraz karıştırmış olan, akıl yürütmeyi bilen insanlarca kolayca anlaşılacaktır.
[FONT=Times] (İş bu kadarla kalmadı. Kendisine toplumcu diyen kesim, Hazreti Ali düşmanlığını öyle ilerletti ki “Alisiz Alevilik” adlı kitap bile yazdırıldı. Böylece Aleviler ile Hazreti Ali’nin ilgisinin bulunmadığı gösterilmeye çalışıldı. Bunu kanıtlamak için de Emevici Arap yazarların kitaplarındaki Ali’ye düşmanlık için konulmuş bilgiler kullanıldı. Alevi toplumunu kökünden kopartmaya çalışan bu zihniyete kendisini Alevi gösteren bazı aydınlar, yöneticiler, dernekler de destek verdiler. Fakat Alevi kitle, Ali’sini bugün de herkesten çok sevmeye devam ediyor.)
[FONT=Times]Hz. Ali ve Kahramanlık Olgusu [FONT=Times]
[FONT=Times] Alevi edebiyatında ve kahramanlık öykülerinde, Hz. Ali, her şeyden önce, savaşçı yönüyle belirginleşir... Bu savaşçı tavır; Alevilerin yüzyıllar boyunca savaş koşullarında yaşatılmalarının doğal sonucudur. Sürekli saldırı karşısında kalan ve savunma konumunda bulunan Aleviler; yok olmamak için, mücadele etmenin zorunlu olduğunu öğrenmişlerdir. Bu mücadelenin sembolleştirilmesi için ise İmam tanıyıp yolun başı saydıkları Hz. Ali'nin kişiliğinden yararlanmışlardır.
Hz. Ali'nin bireysel planda (teke tek dövüşte) yenilmeyen bir savaşçı olması, Alevilerin bu sembolleştirme arzularına son derece uygun düşmüştür. Feodal dönemdeki yiğitlik olgusu olan teke tek dövüş, Hz. Ali'nin kişiliğinde en mükemmel temsilcisini bulmuştur. Kendi manevi önderlerinin bu özelliğini daha da işleyen Aleviler; onu, bütün engelleri yıkıp geçen bir tanrısal güç biçimine sokmuşlardır.
[FONT=Times] Yapmak istediklerini, Hz. Ali'nin kişiliğinde gerçekleştirmek düşü içinde olan Aleviler, bu sembolden yararlanarak düşmanlarına karşı yiğitçe çarpışmayı geliştirmişlerdir. Bu sembol, onlar için bir can simidi bile olmuştur. Aleviler, Hz. Ali'nin yenilmezliği ile kendilerini özdeşleştirerek, bir gün mutlaka düşmanlarını yeneceklerine inanmışlardır. Bu inanç, pratikte gerçekleşmediği zaman da, Mehdi kavramını gündeme getirerek, bozulan düzenin yine kendi imamları tarafından düzeltileceğine inanmışlar; bu düzeltme işinde de seve seve görev almışlardır. Düzeltme çabaları başarısız olsa bile, bu amaçlarından asla vaz geçmemişlerdir.
Hz. Ali'nin düşünür ve sanatçı (ozan) yönünün Anadolu Alevileri arasında göz ardı edilmesinin temel nedeni, Hz. Ali'nin mücadele simgesi yapılması ve bu özelliğinin kasıtlı olarak ön plana çıkartılmasından kaynaklanmaktadır. Osmanlı saldırıları karşısında can derdine düşen Alevi katmanların, ortak mücadele sembolleri bulmaları zorunlu olmuş ve bu sembol de Hz. Ali olmuştur.
Hz. Ali ve onun kılıcı Zülfikar'ın, insanları sürekli kesmesi olayı, Alevilerin yaşadığı katliamların tersten yansımasından başka bir şey değildir. Kesilme yani katliam olgusu, Alevilerce gündelik yaşamın bir parçası gibi görülmüştür. Aleviler yemin ederken, eskiden, “Yalan söyleyeni, İmam Hüseyin kessin...” diyorlardı. Kesilme, yani topluca öldürülme olgusu ile burun buruna yaşayan kitle; ister istemez gündelik dilinden edebiyatına ve siyasal literatürüne değin bütün konulara, böyle bir bakış açısı getirmektedir. Alevilerde, tamamen savunmaya dönük olarak oluşturulan bu tavır, onların derin insan sevgisine asla zarar vermemiş; aksine, insan kutsallaştırılarak, katliamdan kurtulmalarının yolları aranmıştır.

Alıntıdır...
Sayfalar: 1 2