Pir Zöhre Ana Forum

Tam Versiyon: Alevi İlmihali.. (Caferiliğe Göre)
Şu anda arşiv modunu görüntülemektesiniz. Tam versiyonu görüntülemek için buraya tıklayınız.
ÖNSÖZ

Bismillâhirrahmânirrahim

Hamd, âlemlerin Rabbi Allâh’adır. Allâh’ın selâmı, rahmeti, bereketi ve tüm güzellikler, O’nun habibi; başımızın tâcı, gönlümüzün ilâcı, gözümüzün nûru, insanlığın surûru, nebi ve resullerin sonuncusu olan Hazreti Muhammed’e, O’nun pâk, temiz Ehl-i Beyt’ine, seçkin ashâbına, tüm enbiyâ ve mürselin ile evliyâ, esfiyâ, evsıyâ, şühedâ, sâlihin ve müminlerin üzerlerine olsun. Ebedi lanet ve azâp da, Allâh’a ve Allâh taraftarlarına düşman olanlara, şeytâna ve şeytân taraftarlarına olsun.

Bizler, yeryüzünde bağlıları milyonlarla-milyarlarla ifâde edilen bir dinin mensuplarıyız. Bu dinin mensupları, târihte olduğu gibi, günümüzde de, târihin getirdiği, fıtratın tabii bir sonucu ve bir kısım insanlardan ve cinlerden şeytanlaşmışların saptırması neticesinde, çeşitli görüş ve düşüncelere ayrılmışlar, fırka fırka olmuşlardır.

Din; İnsanları Tevhid’e ve Vahdet’e çağırırken bu ayrılık ve fırkalaşmayı elbette ki tamâmıyla mazûr göstermeye çalışacak değiliz. Hedeflenenler ile içerisinde bulunulan durumlar çoğuzaman birbiriyle uyum içerisinde olmamaktadır. Ancak, bizler gerçekçi davranarak, hedefe giden yolda, mevcûdu en iyi şekilde değerlendirmek ve bu dinin bağlıları olarak; Tek olan Hz. Allâh’a kul, Hz. Muhammed’e ümmet, Ehl-i Beyt’eziynet olmaya gayret etmek zorundayız.

Bu vesile ile, Dünyâ gezegeninin Türkiye coğrafyasında yaşayan ve sayıları oldukça kabarık olan ve kendilerine her bölgede farklı farklı isimler vermekle beraber; Allâh’a ve Resûl’e imân, Kur’ân’ı tasdik, Ehl-i Beyt’e muhabbet ve Oniki İmâm’ların İmâmet ve Velâyetine bağlılıkta ortak paydaları bulunan canlara, yaşamları-hayatları boyunca faydalanabilecekleri, mekteplerine ve yollarına uygun bir dini bilgiler “İLMİHÂL” kitâbı hazırlamayı uygun bulduk. İnşâallâh, can dostlar kendi yol ve erkânlarını emin ve güvenilir bir kaynaktan öğrenmiş olmakla bizlere duâcı olacaklar ve hep birlikte Rabb’imizin geniş rahmetine, rızâsına ve şefâatine nâil olacağız.

Kitâbımızı hazırlarken “hikmet müminin yitiğidir.” düstûrunu kendimize kılavuz edindik. Bir çok kaynağa mürâcaât ettik ve alıntılarda bulunduk. İlmihâlimiz; sahasında tek ve eksiksiz bir eser olmayıp, ulaşabildiğimiz doğruları ve hakikatleri okyanustan bir damla misâli ortaya koymaktadır.[1] Ümidimiz odur ki bundan böyle, daha etraflıca yazılmış ve güzel insanlarımızın anlayışına uygun bir “Ehl-i Beyt yolu - Alevi İslâm İlmihâli” değerli âlim kardeşlerimiz tarafından kaleme alınır ve hizmete sunulur.

İlmihâlimizin hacminin fazla kabarık olmaması için, konuların öz ve özet olmasına, kaynakların da sınırlı olarak verilmesine gayret ettik. Şunu özellikle belirtmeliyiz ki, biz; Ehl-i Beyt mektebinin bağlıları olan Alevi-Caferi-İmâmi-Şii[2] Müslüman’larca, Kur’ân-ı Kerim hâriç, hiç bir kitâp bütünüyle kabul edilebilirözellikte değildir. Ve yine Peygamberler (a.s) ile Ehl-i Beyt’in diğer masûm zatları[3] olan Hz. Fâtıma (a.s.)[4] ve Oniki İmâm’lar (a.s.) hâriç, kendisine saygı duyup değer verdiğimiz hiç bir “Ehl-i Beyt yolu” âlimi ya da “Ehl-i Sünnet yolu” âlimi de tartışmasız mutlak otorite değildirler. O zâtların hak olan kelamlarını tasdik eder, varsa yanlışlarını reddederiz.

Yeni baskıda eseri tekrâr gözden geçirerek bazı eksik kaldığını düşündüğümüz konuları ilâve ettik. Bu arada, gözden kaçan yazım hatalarını da düzeltme imkânı bulduk. Bu vesile ile de yüce yaratanımıza sonsuz hamd ve şükürler ederiz.

Sınırlarını belirttiğimiz ölçüler içerisinde hakkı hak bilip uyan, bâtılı kimin kaleminden ve kelâmından dökülürse dökülsün bâtıl bilip, reddeden kardeşlere selâm olsun.

Çalışmak bizden, başarı Allâh’tandır.

Ehl-i Beyt’e râbıta lillâhi’l Fâtiha.

Kur’ân ve Ehl-i Beyt, ayrılmaz bir bütündür.

ALEVÎLİK NEDİR? ALEVÎ KİMDİR?
Alevilik; Hz. Ali’nin velâyetiyle başlayarak, günümüze kadar gelmiş olan bir inanç sistemidir. Bu sistem çeşitli zamanlarda ve yerlerde mitolojik anlamlar yüklenerek izâh edilmeye çalışılmıştır. Kimileri bu inancı mistik bir geleneğe, kimileri mitolojik bir inanca, kimileri İslâm öncesi Şamanizm ve eski Türk yaşantılarına, kimileri de günün siyâsi anlayışına uygun gelecek tarzda sosyalizme, ateizme, hümanizme, demokrasiye, laisizme... vs. dayandırdılar. Buradan yola çıkılarak ortaya konulan; Anadolu aleviliği(!), Anadolu müslümanlığı(!), Türk aleviliği(!), Türk müslümanlığı(!) vs. (her ne demekse) deyimleri ise insanın tüylerini diken diken eden ve buram buram ırkçılık-faşizm kokan bir anlayışı sergilemektedir. Aklı başında hiç bir insanın, ne Alevilik ve ne de Sünnilik adına bu tür yaklaşımlara onay vermesi düşünülemez. Bu zihniyeti benimseyenlerin de (kusura bakmasınlar ama) Allâh’ın dini olan İslâm ile bir ilişkileri yoktur. Bunlar ne gerçek Alevidirler, ne de gerçek Sünni’dirler. Olsa olsa kendini bilmez, ilimden yoksun, ırkperest şovenist kimselerdirler.

Herkesçe bilinmektedir ki; Alevilik, kendi orijinalliği ile gerçek ve arı-duru olarak “İmâm Ali’nin İmâmet ve Velâyetine inanmaya” dayanmaktadır. Ve Alevilik asırlar boyu bu Velâyet anlayışına yönelik baskı ve saldırılara karşı direnmiş, mücâdele etmiştir.

Evet... Alevilik siyâsi atmosferde şekillenen hiç bir “izm” le izâh edilemeyecek kadar açık, net ve köklü bir inançtır. Bu inancın temelinde Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in ayrılmazlığına inanç ile, İmâm Ali’nin (a.s) tüm şer-şeytâni düzenlere karşı verdiği kutsal mücâdele ve bu mücâdelenin devâmını sağlayan İmâmet anlayışı yatmaktadır.

Alevilik, târih boyunca tüm değerlerini Kur’ân’dan, Hz. Peygamberden (s.a.a.) ve Oniki İmâm’ların (a.s.) öğretilerinden aldığı içindir ki İslâm ile özdeşleşmiş, “ÖZ İSLÂMÎ YOL” olmuştur.

Zaman zaman bu kutsal inanç üzerinde İslâm’ın açık ve gizli düşmanları büyük ve saptırıcı hesaplar yapmaktadırlar. İmâm Ali’nin (a.s.) tüm şiarlarını ve misyonunu içeren Alevilik, siyasal kavramlara, geleneksel ve yöresel anlayışlara hapsedilerek, kültürel bir olay izlenimi verilip, evrensellik anlayışından uzaklaştırılmak istenmektedir. Bu tür saptırmalara gerek görsel basında, gerekse yazılı basında rastlamak mümkündür. Özellikle İslâm düşmanlarının bu konuda yoğunlaşmalarının sebebi, Aleviliği öz membaı olan “Muhammedi İslâm anlayışı” ndan uzak tutmak, Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt’e yönelmeyi engellemektir. Çünkü şeytânın yandaşları iyi biliyorlar ki Aleviliğin rehberleri olan Oniki İmâm’lar (a.s) her türlü beşeri nizâm ve şer düzenlerinden uzaktırlar ve hayatları da bu tür sistemlerle mücâdele içinde geçmiştir.

Yine şeytânın askerleri biliyorlar ki, Ondört Masûmlar (a.s.), ilahi inancı hayatlarının tüm zerrelerinde yaşadılar ve bunu yaşatma mücâdelesi verdiler.

Aleviler, yüzyıllardır toplumsal olarak sosyal, ekonomik ve psikolojik baskı altında ezildiler. Artık Aleviler gerçek kimliklerini sorgulamaya başlamışlardır. Bu sorgulama esnâsında yıllarca kendilerini çeşitli baskılar altında tutan tüm siyâsi, örfi ve idâri mekanizmaları aşarak, bugün kimliklerini ve inançlarını muhâfaza etmeyi ve yaşamayı amaç edinen Aleviler, bu dönemlerde serbest düşünme güzelce araştırma ve öz inançlarına yönelme kulvarına girmişlerdir.

Alevi kimdir?;
Bu bilgiler ışığında diyoruz ki;

ALEVÎ; Yüce Allâh’ın (c.c.) son Peygamberi Hazreti Muhammed’in (s.a.a.), ümmetine emânet olarak bıraktığı Kur’ân ve Ehl-i Beyt yolunda en derin aşk ve sarsılmaz bağlılıkla yürüyen yol ehlidir.

ALEVÎ; Hz. Peygamberimizin (a.s), kendisi için; “...dünyâ ve âhirette kardeşimsin...”buyurduğu İmâm Ali’ye (a.s) candan bağlı olan ve O’na benzemeye çalışan kimsedir.

ALEVÎ; İmâmet ve Velâyet mayasıyla yoğrulan kâmil bir mümindir.

ALEVÎ; İmânını, ahlâkını, düşüncesini, iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı, helâlı-harâmı, kini-sevgiyi, yaşamı, ibâdeti, namâzı, niyâzı, cemi, cemâati, aşkı, muhabbeti... kısaca her şeyini, HazretiMuhammed, Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Zeynelâbidin, Hz. Muhammed Bâkır, Hz. Cafer Sâdık, Hz. Mûsâ Kâzım, Hz. Ali Rızâ, Hz. Muhammed Taki, Hz. Ali Naki, Hz. Hasan Askeri ve Hz. İmâm Muhammed Mehdi’ den (Allâh’ın selamı ve rahmeti onlara, laneti de düşmanlarının üzerine olsun.) öğrenen, kabullenen ve yaşamına aktarandır.

ALEVÎ; “Hablullâh” (Allâh’ın ipi) olan Kur’ân-ı Kerim ve Ondört Masûm’a kalben, kavlen ve amelen sımsıkı sarılandır.

ALEVÎ; Muhammed (s.a.a.), Ali’nin (a.s.) nûrundan nasiplenendir.

ALEVÎ; Halk içinde Hakk’ı, yol içinde Yol’u, can içinde Cân’ı bulandır.

Ve’l-hâsıl...

ALEVÎ;

“Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlullâh, Aliyyün Veliyyullâh” ı kalben ve kavlen tasdik edip, bunun gereklerini amel ile de tatbik edendir.[5]

Ehl-i Beyt’in piri; Hz. Muhammed (a.s)’dir.

DİNLER VE MEZHEPLER HAKKINDA
GENEL BİLGİLER
Din; İnsanoğlunun kendi saâdet ve selâmetini, inanmakta ve uygulamakta gördüğü bir yaşam şeklidir ve genel olarak iki kısımda ele alınabilir.

1-İlâhi dinler.

2-Beşeri dinler.

İlâhi dinler de inancımıza göre; tahrif edilmiş ilâhi dinler ve değiştirilmeden günümüze kadar ulaşmış olan ilâhi din olarak ikiye ayrılır.

Şu açık bir şekilde bilinmektedir ki, gönderildikleri dönemin İslâm dini olan bugünün Yahûdilik ve Hrıstiyanlığı, peygamberlerinin vefâtından sonra aslını yitirmiş ve tahrife marûz kalmıştır. Bunun böyle olduğunu, onların temel kaynakları olan Kitâb-ı Mukaddes ve değerli ilim adamlarının konuyla ilgili yazdıkları eserleri okuyan aklı başındaki herkes rahatlıkla anlayabilir. Zira kutsal kabûl ettikleri kitaplarındaki çelişkili ve tutarsız bilgiler gizlenemeyecek kadar açık ve çoktur.[6]

Tahrif edilmeyen din olarak da, günümüzde hâlâ varlığını sürdüren aslını sâfiyetini ve berraklığını koruyan kendisiyle övünç duyduğumuz hakikat yolu olan İslâmiyet kalmıştır.

Yüce Allâh’ın bir lütfu ve nimeti olarak bu din günümüze kadar gelmiş ve kıyâmete kadar da tertemiz olarak ulaşacaktır.

Peki... İlâhi din nedir?

İlâhi din; İnsanın doğumundan, hattâ ana rahmine düştüğünden, ölümüne, ölüm ötesi yaşamına kadar insanı ve insan hayâtını konu alarak, insana yön veren ilâhi kânûn ve kurallar bütünüdür. Yani;

İlâhi din;

İnsan-Allâh,

İnsan-İnsan,

İnsan-Tabiât ve

insanın; eşi, işi, âilesi, kabilesi, kavmi, âmiri, memuru, büyüğü, küçüğü, komşusu, hemşehrisi, dostu, düşmanı velhâsıl herkes ve her şey ile olan ilişkisini ilâhi öğreti ve kanunlara göre şekillendiren bir yoldur, bir yaşamdır. Bu yaşamın temelleri Kur’âni vahiy üzerine atılmış olup, binâsı ise sevgili peygamberimiz (s.a.a.) ve vârislerinin (a.s) emir ve tavsiyeleri ile yükseltilmiştir.

Beşeri din ise; hayatın kurallarını ilâhi vahiyden almayan, vahiyden uzak bir şekilde tanzim edilen, yalnızca insan zekâsının ürünü olan yasalar-kanunlar ve hayat düstûru kabul edilen emir ve yasaklar bütünüdür. Bu dinler isim olarak çok çeşitli olmakla birlikte kısaca “ŞEYTÂNİZM=SATANİZM” olarak kabul edilebilir. Diğer bütün “izm” ler şeytânizm ağacının dallarıdır, uzantılarıdır. Budizm, Şamanizm, Konfüçyanizm, Brahmanizm, Şintoizm, Taoizm, Hinduizm, Animizm, Materyalizm, Kapitalizm, Nasyonalizm, Faşizm, Sosyalizm, Komünizm, Marksizm-Leninizm, Maoizm, Ateizm, Nihilizm... ..izm. vs. gibi. Şüphesiz ki beşeri dinlerin de bazıları ilâhi hakikatlerden bir takım güzellikleri târih içerisinde kendilerine mâl etmişler, onları kendi öz değerleri imiş gibi insanlığa sunmuşlardır. Çünkü hiç bir bâtıl yüzde-yüz bâtıl olmayıp, bilakis içerisindeki hak ve doğrular üzerine binâ edilmiş, insanlara özellikle hak yüzlerini göstermiş, bâtıl yüz ve yönlerini ise gizlemişlerdir.[7]

Öyle ise; İnsanlığın mutluluk ve saâdeti, bütün beşeri dinleri reddedip, ilâhi din-tevhid dini olan İslâmiyet’e sımsıkı sarılmaktan geçer.

Din hakkındaki görüşlerimiz;
Bizim, Kur’ân ve Ehl-i Beyt taraftarları olarak din hakkındaki inanç ve görüşlerimizden bazıları şöyledir:

a-İnsanlığın ilk dini TEVHÎD DÎNİ olup, neslimizin ilk insanı ve ilk peygamberi olan Hazreti Âdem (a.s) ile başlamıştır.

b-Çeşitli coğrafi, siyâsi, sosyal ve şeytâni sebeplerden ötürü, bu ilâhi din bağlıları, yeryüzünün değişik alanlarına dağılmış, dinleri hakkında da yeterli ve kalıcı bilgileri-dokümanları yanlarında bulunmadığından, beşeri zaaf ve sapmalardan... vb. gerekçelerden, dinin özünü tahrif etmişler, muhtelif dini ekoller ve bâtıl dinler ortaya çıkarmışlardır.

c-Ateşe, puta, Ay’a, Güneş’e, yıldızlara, ruhlara, atalara, cinlere... vb. tapınmalar da ilâhi tevhid dininin tahrifinden sonra ortaya çıkmış sapma ve sapkınlıklardır.

d-Hak yoldan sapan insanlar, Allâh’ın rahmet ve merhametinin bir gereği olarak, tekrar tekrar nebiler ve resuller gönderilerek, ilâhi dine davet edilmişler ve din de aslına döndürülmüştür.

e-Bütün peygamberlerin (s.a.a.) tebliğ ettikleri dine, zamanın diline ve dinin gönderildiği kavme göre değişik isimler verilmiş olsa da, öz olarak hepsi İslâm dinidir ve Allâh’a teslim olmayı ifâde eder.

f-Şartlar gayet müsâit ve insanlık da tekâmüle doğru gittiği içindir ki, en son olarak da İslâm, Hz. Muhammed (s.a.a.) ile insanlara ulaştırılmış, peygamberin sonsuzluğa kanat açmasından sonra da, Vârislerinin (a.s), güzide Sahabilerin (Allâh onlardan râzı olsun.) ve ümmetin gayretli çalışmaları ile gelecek nesillere aktarılmış, Allâh’ın inâyeti ve kudreti ile kıyâmet gününe kadar koruma altına alınmıştır.

Son ve Allâh katında tek geçerli din olan İSLÂM’ın, tüm inananlarına, inanmalarını zorunlu kıldığı inanç sistemi olduğu gibi, yapmalarını da farz kıldığı ibâdet ve ameller manzûmesi vardır. Bu inançlar ve ameller ekseriyetle bütün Müslüman’ların üzerinde ittifâk ettikleri hakikatlerdir. Bu cümleden olmak üzere Kur’ân-ı Mübin’de belirtildiği gibi;

Îmânın esasları;
1-Allâh’a,

2-Meleklere,

3-Kitaplara,

4-Peygamberlere,

5-Âhiret gününe,

imân etmek[8], imânın temel esaslarındandır. Yine, Kur’ân’ın, Sahih Sünnet’in ve Allâh dostlarının, çerçevesini belirttiği tarzda KADERE ÎMÂN da şüphe götürmeyecek imânibir zorunluluktur.[9]

Mezhepler hakkında;
Resûlullâh’ın (a.s) Hakk’a yürümesinden sonra, kısa bir zaman zarfında, gerek cehâlet, gerek yanlış ve eksik anlama, gerekse kasıtlı saptırıcıların çabaları neticesinde ümmet arasına bir takım fitne ve fesatlar girmiş; Müslüman’lar bir dağınıklık ve parçalanmaya uğramışlardır. Ancak Allâh’ın lütfu ve ihsânı olarak kargaşa ve fitneler bir bir atlatılmış, son ve tek din olan dinimizin özüne ilişilememiş, herkes ettiğinin karşılığını almak üzere yüce ilâhi divâna götüren eceline kavuşmuş, İslâm günümüze kadar gelmiştir. İşte bu ahvâl içerisinde onlarca sebeplerin etkisi ile bir takım mezhep ve mektepler zuhûr etmiştir. Bu farklılaşmada mazûr görülebilecek haller olduğu gibi, şeytâni komploların tesirinin de olduğu gün gibi âşikardır. Zira din, tevhidi, vahdeti, bir ümmet olmayı, tefrikaya düşmemeyi emrederken, fırka fırka olmak elbette tedâvi edilmesi gereken bir hastalıktır. Herkesin kendi niyetine göre amellerinin karşılığını göreceği güne itikâd ederek amellerini O güne havâle etmek, Müslüman’ın hüsnü yaklaşımının bir gereğidir.

Târih içerisinde oluşmuş mezheplerin bazıları her ne sebeple olursa olsun, varlığını koruyamamış, ancak bunlardan bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır.

İtikâdi mezhepler ana hatlarıyla;

1-Cebriye

2-Ehl-i Sünnet vel Cemâat (Sünniler)

3-Ehl-i Şia (Ehl-i Beyt yolu taraftarları, Aleviler.)

4-Hariciler

5-Kaderiye

6-Mutezile...vs. dallara ayrılmışsa da bunlar yine kendi aralarındada itikâdi (inançla ilgili) ve fıkhi ekoller denilen kollara, dallara, mezhep, meşrep ve tarikatlara bölünmüşlerdir.

Ehl-i Sünnet ve’l Cemâat mezhebi de itikâdi olarak üçe;

a-Selefiler

b-Maturidiler

c-Eşariler

fıkhi olarak da;

1-Hanefi

2-Şâfii

3-Mâliki

4-Hanbeli

5-Evzâi

6-Sevri

7-Taberi

8-Zâhiri...vb. mezheplere ayrılmış olup, bunlardan yalnızca ilk dördü günümüze kadar ulaşmış, diğerleri ise yalnızca kitaplarda ve târihte kalmışlardır.

Bugün, dört Sünni mezhep denildiğinde akla ilk gelen mezhepler, baştaki dört mezheptir.

Yaşadığımız coğrafyada basılan dini içerikli kitaplarda, “Ehl-i Beyt yolu” olarak bilinen; Caferilik, Alevilik, İmâmilik, Şiilik hâriç, bütün diğer mezhepler hakkında yeterli malûmât mevcuttur.[10] Biz ise özel ilgi ve çalışma alanımız olmasından dolayı Ehl-i Beyt yolu hakkında doğru ve sağlam bilgiler vermeye çalışıyoruz.[11]

Oniki İmâm’ın beşincisi olan İmâm Muhammed Bâkır (a.s) efendimiz buyurdular; “Yahûdiler Mûsâ’nın (a.s.) vefâtından sonra yetmişbir fırkaya ayrıldılar. Onlardan bir fırka cennetlik, yetmiş fırka ise cehennemlik oldular. Hıristiyanlar da Îsâ’dan (a.s.) sonra yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Onlardan da bir fırka cennetlik, yetmişbir fırka ise cehennemlik oldular. Bu ümmet de Peygamber’den (s.a.a.) sonra yetmişüç fırkaya ayrıldı. Bu yetmişüç fırkadan onüç fırka biz Ehl-i Beyt’in Velâyet ve meveddetine (sevgisine) intisâp ettiklerini iddia ettiler. Onlardan da Oniki fırka cehennemlik, bir fırka cennetlik oldu. Altmış fırka da diğer insanlardan olup cehennemliktirler.”[12]

Şurası bir gerçektir ki, her yolun yolcusu, kendisinin mensûbu bulunduğu yolu, Fırka-i Nâciye (kurtuluşa eren fırka) bilecektir. Biz de, Kur’ân’ın işâreti ve Peygamberler şâhı Hz. Muhammed Mustafâ’nın (s.a.a.) vasiyeti gereğince Ehl-i Beyt yolu’nun kurtuluşa erdireceğini kabûl ediyor ve bu yolda bulunmaktan şeref duyuyoruz. Ve inanıyoruz ki adâletsiz yapılan her işin sonucu anarşidir. Bu bakımdan din sömürüsü de, yön sömürüsü de, kin sömürüsü de bir anarşidir. Kavram sömürüsü de bir anarşidir. Mânâ sömürüsü de bir anarşidir. Öyleyse, Ehl-i Beyt yolu mensubu Müslüman’ların en önemli özelliklerinden birisi de her türlü sömürüden uzak durmalarıdır.

Târih boyunca uzun zaman dilimlerinde Müslüman’lara hükûmet eden dikta yönetimler, ümmetin birbirinden kopma nedeni olduğu gibi, aynı idealleri paylaşan, aynı değerlere sâhip çıkan insanları, farklı bölgelerde yaşamlarını sürdürdüklerinden ve birbirlerinden haberdâr olamadıklarından, şeytâni desiseleriyle farklı farklı isim, ünvân ve nâm ile damgalamışlar, kavram anarşisi çıkartmışlardır. Öyle ki insanlar birbirlerini anlayamaz olmuşlardır. Bundan en çok çekenlerden birileri de şüphesiz ki Ehl-i Beyt şiaları (Aleviler ) olmuştur.

Bugün şunu müşâhede etmekteyiz ki, Ehl-i Beyt katârında yer alan canlar, dünyânın bir çok bölgelerinde -husûsen Ortadoğu bölgesinde- değişik isimleri kendilerine izâfe etmişlerdir. Bunlardan ülkemizde kullanılan bazılarına değinecek olursak; Alevi, Kızılbaş, Caferi, İmâmi, Şii, Rızâi, Tahtacı, Yörük, Sıraç, Türkmen, ...vs. vs. İşin aslına ve özüne bakacak olursak, bu, bir gerçeği ifâde etmektedir. Adını saydığımız ve sayamadığımız her kesim, kendilerini; KUR’ÂN’a bende, PEYGAMBER’e (a.s) tâbi, EHL-İ BEYT’e (a.s) muhib, ONİKİ İMÂM’lara (a.s) bağlı birer neferbilmektedirler. Öyle ise bütün bu verilen isimler öz olarak tanımlanacak olursa;

Kimliğimiz;
Irk ayrımı yapmayız; soyca Ademi’yiz. (Hz. Adem’deniz)

Dinimiz; İslâm, Müslüman’ız.

Peygamberimiz; Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.a), Muhammedi’yiz.

İlk İmâmımız; İmâm Ali (a), Alevi’yiz.

Oniki İmâm’lara bağlıyız; İmâmi’yiz.

Buyruklara özellikle İmâm Cafer (s.a.) ile ulaşmışız; Caferi’yiz.

Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt’e (a.s) taraftarız; Şia’yız, Şii’yiz... ve’s-selâm.

Alevi, Ali (a.s) gibi yaşayandır.

EHL-İ BEYT MEKTEBİNDE DÎNÎ
HÜKÜMLERİN KAYNAĞI
Ehl-i Beyt mektebinde dini hükümlerin kaynağı dörttür:

1-Kitâb (Kur’ân-ı Kerim)

2-Sünnet(Sahabenin değil, Peygamberin Sünneti)

3-İcmâ

4-Akıl

KİTÂB (KUR’ÂN-I KERÎM)
Bütün İslâm ümmetinin şeksiz ve şüphesiz üzerinde ittifâk ettikleri bir hakikattir ki; yüce kitâbımız Kur’ân-ı Mecid; Allâh’ın mûcize beyânı ve eşsiz Kelâmullâhtır. Bizler, her hükmün temelinin O Kitab’da bulunduğuna itikât ederiz. Kur’ân;âlim ve ârif bir zâtın beyânıyla;

“hem bir kitâb-ı şeriat, (Şeriat kitâbı)

hem bir kitâb-ı duâ, (Duâ kitâbı)

hem bir kitâb-ı hikmet, (Hikmet kitâbı)

hem bir kitâb-ı ubûdiyet, (Kulluk kitâbı)

hem bir kitâb-ı emir ve davet, (Emir ve davet kitâbı)

hem bir kitâb-ı zikir, (Zikir kitâbı)

hem bir kitâb-ı fikir, (Fikir kitâbı)

hem bütün insanın, bütün manevi ihtiyaçlarına merci olacak çok kitapları tazammun eden (içeren) tek, câmi bir kitâb-ı mukaddestir.[13]

Kur’ân değiştirildi mi?;
Kur’ân-ı Hakim hakkında hem câhil dostların cehâleti, hem de şeytâni akıllı düşmanların menfi çalışmaları neticesinde bazı spekülasyonlar ve yanlış görüşler ortaya çıkmıştır ki, bunlara da kısaca değinmemiz iktizâ etmektedir.

Allâh’ın kitâbı olan Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamberimize (s.a.a.) her ne şekilde nâzil oldu ise günümüze değin değiştirilmeden, tahrif ve tağyir edilmeden, arttırılmadan ve eksiltilmeden gelmiştir. Bunun böyle olduğunun binlerce akli ve nakli delili vardır. Bu konuda gerekKur’ân-ı Kerim âyetleri, gerek peygamberimizin (a.s) o tatlı, mübârek kelâmları, gerekse Ehl-i Beyt’in kudsi İmâmlarının (a.s.)şerefli sözleri (hadisleri) yeterli kanıttır.

Hangi fırkanın kaynaklarında bulunursa bulunsun, Kur’ân’a ve sağlam rivâyetlere muhâlif olarak nakledilmiş bütün nakiller ya zayıf, ya uydurma ya da bir tevil ve tefsiri olan nakil ve rivâyetlerdir ki, itibâr edilmemesi gerekir.

Yüce Allâh buyuruyor; “O’nu (Kur’ân’ı) biz indirdik ve O’nun koruyucusu yine biziz.” [Hıcr (14): 9]

Ve yine Allâh buyuruyor; “O’na (Kur’ân’a) ne önünden, ne de arkasından bâtıl gelemez (karıştırılamaz).” [Fussilet (41): 42]

Canlar cânı, gönüller sultânı, iki cihân güneşi, peygamberimiz, efendimiz Hazreti Muhammed de (s.a.a.) buyurdular; “...Ey insanlar! Size iki ağır (önemli) emânet bırakıyorum. Bunlardan birisi Allâh’ın Kitâbı Kur’ân, diğeri ise itret’im, Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisi, Kevser havzu başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden asla ayrılmazlar...”[14]

Oniki İmâm’ın dördüncüsü olan Hazreti İmâmZeynelâbidin (a.s) buyurdular; “Doğu ve batı arasındaki tüm insanlar ölseler de bu ıssız kalan yerlerde Kur’ân yanımda olduktan sonra yalnız sayılmam.”[15]

Oniki İmâm'ın altıncısı olan İmâm Cafer Sâdık (a.s) buyurdular;“Mümin olan kimseye, ya Kur’ân’ı öğreniyor, ya da öğretiyor olarak ölmek yaraşır.”[16]

Şimdi insaflıca düşünmek lazımdır ki; Allâh (c.c.), Kitâbını koruyacağını vaad ediyor, Peygamberimiz (a.s), Kur’ân’ı ve Ehl-i Beyt’ini birbirinden kopmaz ve ayrılmaz bir bütün olarak ümmetine emânet ve vasiyet ediyor, Ehl-i Beyt’in İmamlarının her biri de zamanlarının birer manevi güneşi gibi ortalığı aydınlatıyor, âdetâ yürüyen, konuşan birer Kur’ân hükmünde oluyorlar, canlarını başlarını bu yolda fedâ ediyorlar, dünyâya meydân okuyorlar... Peki... nasıl mümkün olabilir ki, zâlimler, hâinler, mütecâvizler o mübârek kitâba el uzatabilsinler, Allâh’ın kelâmına ufacık bir leke getirmeye güçleri yetsin!!! Hiç mümkün mü? Bu din, bu Kitâp sâhipsiz mi? Bir şeyin sâhibi, koruyanı Allâh ise ona kim zarar verebilir? Ya da kötü niyetle yanaşabilir!? Güneşi söndürmeye çalışan ancak nefesini zâyi eder ve üzüntüsüyle cehenneme yuvarlanır gider.[17]

Kur’ân’ın değiştirildiği yolundaki görüşleri iki gurupta ele almak mümkündür.

Birincisi; Kur’ân hakkında yeterli bilgi ve araştırması olmadığı halde duyduklarını ve zanlarını birer gerçekmiş gibi câhilce ortaya atanların görüşleri.

İkincisi ise; bütün gerçekler ve Ehl-i Beyt’in ışık saçan beyânları orta yerde durduğu halde, inat, kasıt, İslâm’a ve hakiki Aleviliğe düşmanlık, insanları Kur’ân’dan uzaklaştırma ve dolayısıyla sapık görüş ve ideolojilerin oyuncağı hâline getirme gayretleri güdenlerin görüşleridir.

Birinci görüşte olan kimselere kardeşâne tavsiyemiz odur ki; araştırsınlar, incelesinler, bilen ve ehliyetli olan canlara danışsınlar ve her öne sürülen akıma kapılmasınlar. Böylece ümit edilir ki hak ile tanıştıkları anda hakka uyarlar, kurtuluşa ererler.

Diğerlerini ise, Allâh ıslah etsin! Ya da Kahhâr ism-i celili ile mücâzâtını versin!...

Allâh Kitâbını inzâl eyledi.

Cebrâil okudu, Ahmed söyledi.

Ali’yi kâtibi eylemedi mi?

Kâtip mi şaşırdı, biz mi şaşırdık?

Birkaç şaşkın “Kur’ân değişmiş(!)” dedi.

Haddini bilmeden herzeler yedi.

Allâh kitâbını korumadı mı?

Koruyan mı âciz, biz mi şaşırdık?

Kur’ân ve Ehl-i Beyt emânet idi.

“Bunlar birbirinden ayrılmaz” dendi.

Masûmlar Kur’ân’ı öğretmedi mi?

Öğretmen mi şaşkın, biz mi şaşırdık?

Oniki İmâm’lar canlı Kur’ân’dı.

Bu yola canın, başın verendi.

Emânete sâhip çıkmadılar mı?

Onlar mı şaşkındı, biz mi şaşırdık?

Kılıçoğlu söyler sözün hak oldu.

Kendisini bilen, Rabb’ini bildi.

Ehl-i Beyt bu yolda can vermedi mi?

Kılavuz mu şaşkın, biz mi şaşırdık?

Kitâbımız Kur’ân-ı Kerim hakkındaki inancımız odur ki; tüm sorunların çözümünün temel kaynağı O’dur. Takriben yirmiüç yıllık bir risâlet döneminde vahyolmuş, içerisinde yer alması gereken tüm vahiyleri kapsayan bir kitaptır. Âyetleri arasındaki durak işâretlerinin yeri ve konumuna bağlı olarak altıbin-yedibin arasında âyetleri içermektedir. Yalnız, hatırda kolay kalması amacıyla bir kısım zâtlar âyet sayısının yuvarlak bir rakam olarak “altıbin altıyüz altmışaltı” (6666) olduğunu ifade etmişlerdir. Ve Kur’ân’da yüzondört (114) sûre bulunur.[18]

Ehl-i Beyt Mektebi’nden bir Müslüman’ın, Kur’ân’dan gereği gibi istifâde edebilmesi amacıyla başvurabileceği bazı tefsirler (Kur’ân’ın geniş açıklamaları) şunlardır:

1 -Mecmau’l Beyân: Şeyh Tabersi

2 -Et-Tıbyân: Şeyh Ebû Cafer Tûsi

3 -El-Mizân: Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabâi

4 -Tefsir-i Numûne: Allâme Mekârim Şirâzi

5 -Tefsir-i Kummi: Şeyh Kummi

6 -El-Burhân: Seyyid Bahrâni

7 -Tefsir-i Ayâşi: Allâme Ayâşi

8 -Tefsir-i Sâfi: Allâme Feyzül Kâşâni

9 -Min vahyi’l Kur’ân: Muhammed Hüseyin Fazlullâh...vb.

Ehl-i Sünnetten Müslüman kardeşlerimizin yazmış oldukları tefsirlerden de;

1 - Fi zilâli’l Kur’ân: Seyyid Kutub

2 - Tefhimü’l Kur’ân: Allâme Mevdûdi

3 - Hak dini Kur’ân dili: Elmalılı Hamdi Yazır

4 - Yüce Kur’ân’ın çağdaş tefsiri: Süleyman Ateş

5 - Hadislerle Kur’ân-ı Kerim tefsiri: İbn-i Kesir

6 - Tefsir-i Kurtubi: Müfessir Kurtubi

7 - Tefsir-i Taberi: Allâme Taberi

8 - Hülâsâtü’l Beyân: Konyalı Vehbi Efendi

9 - Dürru’l Mensur: Celâleddin Suyûti...vb

tefsirler de okunmaya değer ve biz Ehl-i Beyt yolu mensuplarına da faydalı olacak eserlerden bazılarıdır.

KUR’ÂN’I TANIMA ÜZERİNE...
Bismillâhirrahmânirrahim // Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla...

Bütün övgüler yüce Allâh’a, Allâh’ın selâm ve rahmeti şanlı Peygamberimize (a.s), Âl-i Beyt’ine (s.a.) ve seçkin ashâbına (r.a.) olsun!

Neden “Kur’ân’ı tanıma üzerine” dedik?

Çünkü;

Tanımak; tanış olmaktır, yakın veya uzak durmaktır, dost ya da düşman bilmektir. Tanımamak da; tarafsız ve nötr kalmaktır. Tanınmayan bir şeye yakın veya uzak, karşı ya da taraf, dost veya düşman olunduğu söylenemez. Biz de istedik ki; bizim, Kitab’ımız ile tanışıklığımızın seviyesi ortaya çıksın. Ne olduğumuzu, kim olduğumuzu, neyin, kimin safında olduğumuzu, hangi konumda bulunduğumuzu anlayalım. Ne kendimizi, ne de toplumumuzu kandırma durumunda kalmayalım. Neysek onu görelim ve bilelim. Böylece; “Kitâbı tanıyan dini tanımış, dini tanıyan Allâh’ı tanımış, Allâh’ı tanıyan kendini tanımış, kendini tanıyan da cihânı tanımış olur.” sözünün bir hakikat olduğu anlaşılsın!

Öyleyse; Bismillâh!

Kur’ân nedir?

Kur’ân’ın muhâtabı kimlerdir?

Kur’ân’ın gönderiliş amacı nedir?

Kur’ân ölülere mi, dirilere mi okunmalı?

Kur’ân’ı Arapça mı yoksa, ana dilimizle mi okumalı?

Kur’ân’ı nasıl anlayabiliriz?

Kur’ân’ı anlamadan; “Kitâb’a imân ettim.” demek yeterli mi?

Kur’ân’ı anlamak için Arapça bilmek zorunlu mudur?

Kur’ân’ı yalnızca mealden-tercümeden anlamaya çalışmak yeterli midir?

Kur’ân meallerinin farklılığı durumunda nasıl bir yaklaşım sergilenmelidir?

Kur’ân’ın anlaşılmayan âyetleri olursa ne yapmalı?

Kur’ân’ı anladıktan sonra; “imân ettim.” demek yeter mi?

Kur’ân abdestsiz okunabilir mi?

Kur’ân’a karşı görevlerimiz nelerdir?

Kur’ân’da hangi konular yer almaktadır?

Kur’ân’da yeralıp da zamanını doldurmuş, geçerliliğini yitirmiş hükümler, âyetler var mıdır?

Kur’ân’ı hayâtın dışında tutmanın kaç yöntemi vardır? Bunlardan hangisi daha tehlikelidir?

Kur’ân okunması yönünden diğer kitaplara benzer mi?

Kur’ân’a şirk koşmak ne demektir? Kur’ân’a şirk koşanların İslâm nazarındaki konumları nedir?

Kur’ân’ı anlamada nasıl bir metot takip etmeliyiz?

Kurân nedir?

Kur’ân;Yüce yaratıcının kullarına gönderdiği bir mektup,

Kur’ân;Kâinâtın Tabib’inin âlemlere indirdiği bir reçete,

Kur’ân;İnsanlara dünyâ hayatlarını tanzim etmeyi öğreten bir rehber,

Kur’ân;Allâh’a kul olmanın genel prensiplerini veren bir yol gösterici,

Kur’ân;Şeytân’a ve tâğût’a kul olmamayı emreden bir bildiri,

Kur’ân;Kula kulluğu reddeden, yalnızca Allâh’a kul olmayı öğütleyen bir uyarıcı,

Kur’ân;Ruhlardaki ve nefislerdeki hastalıkları tedâvi eden bir şifâ kaynağı,

Kur’ân;Cennet ve Cehennem’in gidiş yolları üzerindeki trafik yol işareti,

Kur’ân;Okuyanın anlaması, anlayanın eyleme dönüştürmesi gereken bir ilâhi buyruk,

Kur’ân;Gönüllerin kışını sona erdiren bir bahar rüzgarı,

Kur’ân;Ağızları ballandıran ilâhi şerbet,

Kur’ân;Ölülerden çok dirilere hitap eden ve hayat proğramı sunan bir mesaj,

Kur’ân;Dünyâ’da insana yakışır bir şekilde yaşamayı, âhirette de bunun sonucunda elde edilecek olan mükâfâtı açıklayan bir tebliğci,

Kur’ân;Neyin iyi-neyin kötü, neyin güzel-neyin çirkin, neyin yapılması-neyin yapılmaması gerektiğini öğreten bir kılavuz,

Kur’ân;Allâh’tan, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (a.s) yaklaşık 23 yıl içerisinde Cebrâil vasıtasıyla indirilmiş Kutsal Kitap...

Kur’ân’ın muhâtabı kimlerdir?

İnsanlarımızın bir kısmı; Kur’ân’ın yalnızca âlimler tarafından anlaşılabileceğine, halkın ise âlimlerin görüşleri ve anlattıklarıyla yetinmeleri gerektiğine inanmaktadırlar. Hatta daha da ileri giderek; Kur’ân’ı anlamaya çalışmanın insanı saptırabileceğini bile söylemektedirler. Acaba gerçek böyle midir? Gerçekten Kur’ân; kendisini sadece Peygamberimizin (a.s), sahabenin (r.a), Ehl-i Beyt’in (a.s.) ve âlimlerin-dini önderlerin mi anlayabileceğini bildiriyor? Yani, Kur’ân sadece saydığımız kimseleri mi muhâtap alıyor? Ve diğer insanlara ise körü körüne imân ve tasdik mi düşüyor? Bunun cevâbını inandırıcı bir şekilde verebilmek için Kur’ân’a müracaat etmek ve aydınlanmak gerekiyor.

Kur’ân okuyan herkes, Kur’ân’da; “Ey insanlar!..., ey müminler!..., ey akıl sahipleri!...vs.” gibi ifâdelerle sıkça karşılaşır. Ve hiçbir âyette de sadece belli bir gurup din âlimlerine seslenen ifâdelerle karşılaşmaz. Bu neyi ortaya koyuyor? Demek ki Kur’ân’ın muhâtabı tüm insanlık âlemidir. Bu âlem içerisindeki her fertte; aklı, irfânı, anlayışı, genel kültürü, kabiliyeti ve bilgi kepçesinin büyüklüğü oranında Kur’ân okyanusundan faydalanır ve İslâm’ı yaşamaya çalışır.

Nasıl ki her hangi bir şeye bakan farklı sınıf ve bilgi seviyesindeki insanlar bilgileri oranında o şey hakkında fikir sâhibi olurlar ve gerekli açıklamalarda bulunurlarsa, Kur’ân okyanusuna bakanlar da aynı şekilde farklı pencerelerden konuları anlar, kavramaya çalışırlar ve güvenilir sünnetin (Peygamberimizin açıklamaları) de yol göstericiliği ışığında İslâm’ı yaşarlar.

Şu gerçekte hiçbir zaman gözardı edilmemelidir; Hiç kimse, “nasıl olsa ben de Kur’ân’ın muhâtabıyım.” diyerek aklının estiği gibi Kur’ân’ı anlamaya çalışamaz, Peygamberi (a.s), O’nun Ehl-i Beyt’ini ve Kur’ân’ı kendisinden daha iyi anlayabilecek ehil–yetkin kimseleri tamâmıyla kapı dışında bırakamaz. Çünkü Kur’ân’ı en iyi bilen, tanıyan ve anlatan ilk öğretmen Peygamberimizdir. O’ndan ve ehlinden faydalanmamak ilime ve insanlığa ihânettir, koyu bir cehâlettir.

Kur’ân’ın gönderiliş amacı nedir?

Madem ki Kur’ân bütün insanlığa hitap ediyor, peki; Kur’ân’ın gönderiliş amacı nedir? İnsanlık âlemi bu amaca uygun hareket etmiş midir? Ya da bugün Kur’ân’ın gönderiliş amacına uygun mu davranılıyor?

İnsanoğlunun ürettiği, icat ettiği hemen her makine ve ürünün bir kullanım kılavuzu vardır. Bu kullanım kılavuzu ile işler daha bir kolaylaşmakta, yapılacak veya yapılması muhtemel olan hataların önüne geçilmektedir.

Peki... İnsanoğlu ürettiği bir ürünün boş yere heder edilmemesi, zaman kaybı olmaması için bu şekilde bir yol takip ediyor da, Yüce yaratıcının, insana hem kendisini hem de bütün yeryüzünü nasıl yöneteceği, nasıl ve hangi yolda kullanacağı konusunda bir “insanı ve evreni kullanım kılavuzu” vermesi gerekmez mi? Tabii ki gerekir! İşte bunun içindir ki Allâh ilk insandan bugüne kadar insanoğlunu başı boş bırakmayarak onlara rehberlik edecek Peygamberler ve Kılavuz Kitaplar göndermiştir. Kur’ân’da bunların en sonuncusu ve kalıcısıdır.

Öyleyse bu kitabın insana her konuda yol gösterici olması, onu doğruya yönlendirmesi gerekir.

Kur’ân’la tanıştığımızda karşılaştığımız bir gerçekte şudur; Bu Kitap insanlara hemen her alanda uyması gereken temel prensipleri ve programları vermektedir. Ama insanlar-Müslüman’lar (Alevisiyle-Sünnisiyle) kitaplarıyla yeteri kadar tanış olmadıklarından sürekli yan çizmekte, olur olmaz yönlere gitmektedirler. Peygamberimizin yaşadığı zaman dilimi hâriç, ne târih boyunca ve ne de bugün maalesef Kur’ân’ın gönderiliş amacına tamâmıyla uygun bir uygulama (devlet ve toplum düzeyinde) olmamıştır. Ancak Müslüman’ım diyenlerin samimi olmaları ve Kur’ân’ın gönderiliş amacını tam olarak kavramaları hâlinde bu amaç bir hayal değil gerçek olacaktır. Bu, Allâh’ın bir vaadidir ve gerçekleşecektir.

Kur’ân ölülere mi okunmalı?

İnsana bir hayat programı sunan kitabın ölüler diyârına okunmasının ne önemi vardır? Kitap ölüler için ise, neden ölülere yine ölülerden olan bir Peygamber ve sadece onlara hitap eden bir kitap indirilmedi?

Bugün “İslâm toplumu” denilen kalabalıklara bir göz attığımızda genel olarak şu manzara ile karşılaşırız;

Kur’ân; Camilerde vs. yerlerde namazda, mübârek gün ve gecelerde, ölülerimizin arkasından belli zaman ve mekanlarda, her harfine bilmem ne kadar sevap almak amacıyla, bazı rûhi ve psikolojik hastalık ve depresyonların tedavisi için, kişisel akademik çalışmalarda bulunmak amacıyla, ruhsal olarak rahatlama ve Cennet’ten bir köşe kapmak niyetiyle okunan vs. bir kitap görünümünde!

İyi güzel de Kur’ân’ın gönderiliş amacı ile yukarıdaki okuma çeşitleri ve şekilleri arasında bir bağlantı var mıdır?

Doktorun yazdığı bir reçeteyi bilmem ne zaman, nerede okuyarak şifa bulmayı hedefleyen, verilen ilaçlara bakarak, ya da reçeteyi evinin en güzel yerine çerçevelettirip asarak tedâvi olacağını düşünen bir kimse avanak değilse nedir?

Babasının gönderdiği bir mektubun içeriğine uygun hareket etmeyen, evlatlık görevini yapmayan, fakat mektubu sürekli okuyarak, koynunda taşıyarak, evine asarak babasının seveceği bir evlat olmayı uman kimse ne derece umduğuna kavuşur?

Verilen iki örnekte olduğu gibi, Müslüman da kendisine gönderilen ilâhi mektubun ve reçetenin içeriğine uygun hareket etmekle yaratıcısına karşı kulluk borcunu yerine getirmiş olur. Yoksa gelenek, görenek ve câhil kalabalıkların yaptıklarına uymakla doğruyu yakalamış olmaz, âhirete gözlerini açtığı zaman umutlarının boşa çıktığına da şâhit olur.

Bu yazdıklarımızdan “Müslüman ölülerimizin ruhlarına Kur’ân okunmamalı.” diyoruz gibi bir mana da çıkartılmamalıdır. Peygamberimizin (a.s) ve Ehliyetli İslâm büyüklerinin uygun gördüğü ölçüde Kur’ân her zaman ve mekanda (özellikle de belli gün ve gecelerde daha ağırlıklı olacak şekilde) okunacaktır. Ancak bütün bu uygulamalar yapılırken Kur’ân’ın ana gayesinin ne olduğu öncelikle öğrenilecek ve hayata aktarılacak, ondan sonra gerekenler yapılacaktır. Aksi halde Kur’ân; bir ölüler kitabı, bir mezarlıklar kitabı, bir kutsal gün ve geceler kitabı, evde duvara asılacak bir aksesuar, kağıdı, cildi ve altın yaldızları çok kaliteli büfelik bir tarihi eşya konumunda görülmüşolur ki, (şu andaki uygulama maalesef budur.) bunun hesâbının altından hiç kimse kalkamaz.

Kur’ân’ı Arapça mı okumak gerekir?

Şurası bir gerçektir ki Kur’ân’ın dili Arapça’dır. Bu, Arap dilinin kutsal oluşunu mu ortaya koyar? Yoksa sosyolojik bir gerçeklik midir?

Allâh bir Peygamber seçiyor ve bu seçim kendi dilediği gibi oluyor. Bu seçilen Peygamberin de doğal olarak içinde yaşamış olduğu bir toplumu var. İnsanlara ulaştırılması amaçlanan ilâhi mesajın da ilk muhâtapları Peygamberin içinde yaşadığı topluluktur. Bu topluluğa anlamadıkları dilden bir kitabın indirilmesi hiç olması gereken iş midir? Siz isteklerinizi kendisine ulaştırmak istediğiniz bir kişiye ya da topluluğa anlamadıkları dille hitap eder misiniz? Onlara bilmedikleri dille yazılmış her hangi bir mektup, belge, kitap vs. gönderir misiniz? Elbette ki hayır! Yüce Allâh’ın da Kur’ân’ı Arapça olarak göndermesinin ilk ve en önemli sebebi tabii ki budur. Bundan gayrı bir takım hikmetleri var olsa da bu, bahsettiğimiz sebebin geçerliliğini ve önemini hiçbir zaman iptal etmez.

Gelelim Kur’ân’ın Arapça okunmasının faziletli olup olmadığına?

Eğer Kitab’ın indirilmesindeki ana gâye, insanlara nasıl yaşayacaklarını öğretmek ve hayatlarını tanzim edecek plan ve programı vermek ise, neden O Kitâb’ı ille de indirildiği dil ile okumak en üstün fazilet olsun ki? Nerede görülmüş amacın araca fedâ edildiği, aracın amaçtan üstün kabul edildiği?

Kur’ân’ın bir çok âyetinde geçen; “akletmez misiniz, düşünmez misiniz, anlamaz mısınız, ibret almaz mısınız...?” ifâdeleri kitâbın nasıl okunması gerektiği yönünde ipuçları vermiyor mu? Öyle ya; Bir şeyi anlamak için ya dilini bilmek, ya da bildiğin dilde okumak lazım! Şimdi kalkıp ta dünyâdaki bütün insanlara ya Arapça’yı mükemmel bir şekilde öğreteceksiniz! Ya da her topluluk kendi ana dillerinde ilâhi mektubu okuyacak, aklı ve anlayışı nispetinde anlayarak yaşayacak! Hangisi insan fıtratı ve dünya gerçeğine uygun? Şüphesiz ki ikincisi...

Dolayısıyla Kur’ân’ı her insanın kendi anlayabileceği dilde okuyarak anlamaya çalışması en doğru ve en güzel olan davranıştır. Hatim indirmek, filanın rûhu için, sevap almak amacıyla okumak vs. ne adına okumak olursa olsun en anlamlısı ve ilâhi buyrukların hedefine en uygun olanı anlaşılan bir dilden okumaktır.

Kur’ân’ın Arapça okunması gereken bir alan varsa, o da genelde namazdır. Ve yine ortak evrensel bir çağrı olan ezânın da Arapça lisanıyla okunması gerekir. Yalnız bunların Arapça okunması başta belirttiğimiz gibi dilin kutsallığından değil, ümmet arasında dil bazında bir takım ortak değerlerin olması gerektiği anlamındadır. Ve ihtiyata uygun bir uygulamadır. Zaten diğer zamanlarda kitabını ana diliyle okuyan bir kimse, namazda ve ezanda okunanları da aşağı yukarı mana olarak anlayacak seviyeye gelmiş olur.

Kur’ân’ı yalnızca mealden anlamaya çalışmak yeterli mi?

Demek ki her Müslüman Kur’ân’ı anlayabileceği bir dilde okumalıdır. Bu sefer de Kur’ân ile aramıza meal-tercüme denilen çeviriler girecektir. Belki de Allâh’ın buyruğu diye, çevirmenin yazdığını anlayacak ve yanlış bir yola yönlendirileceğiz. Ne yapalım öyleyse?

Piyasada var olan onlarca Kur’ân çevirisi-mealine güzelce bir dikkat edilecek olursa hemen hepsinin birbirine çok yakın ifâdeler kullandıkları görülür. Yani mealler arasında çok ciddi farklılıkların olmadığı göze çarpar. Biz de en güvenilir olarak bildiğimiz bir zâtın mealini elde etmeli ve anlamaya çalışmalıyız.

Öyle olur ki; Bazı âyet mealleri anlam itibâriyle aklımıza takılır. Yanlış anlamış olabileceğimizi düşünürüz. Mealden evrensel ilke ve kabullere aykırı sonuçlar çıkarabiliriz. O zaman ne yapacağız?

O durumda da başka meallere bakarak bir karşılaştırma yapmalı, yine de içinden çıkılmazsa bizden daha iyi bildiğine şâhit olduğumuz ehliyetli, yetkin kimselerden konunun hakikati hakkında açıklama istemeli, ya da güvenli bir veya birkaç tefsir (Kur’ân’ın geniş açıklamasının yapıldığı eserler) den doğrusunu etraflıca öğrenmeliyiz. Bu şekilde bakacağımız âyet mealleri de belki Kur’ân’ın % 10-15’ini bile bulmaz. Bu kadarcık zorluk da her Müslüman’ın Kitâb’ını anlama yolunda katlanmayı göze alması gereken bir zorluktur. Kimsenin yakınmaya hakkı olmasa gerek!

Kitâb’ı anlayarak imân etmek yeterli mi?

Kur’ân’ın gönderilmesinin amacı insanların kendisine imân etmesini sağlamak mıdır? Varsayalım Kur’ân’ı ana dilinizle baştan başa birçok kez okudunuz ve okumaya devam ediyorsunuz. Ve okuduğunuzu da anlıyor, anlamaya çalışıyorsunuz. En sonunda “Ben bu Kitâba bütün varlığımla ve samimiyetimle imân ediyorum.” dediniz. Yeterli mi? Allâh insanlardan Kitâba yalnızca imân etmelerini mi istiyor?

Kur’ân’ı anlamaya çalışmak; kapıya yönelmek demektir. Anlamak ise; açılacak kapının anahtarını elde etmektir. Bir de bu kapıdan içeri girmek var ki, bu da anladığını hayata geçirmek, inandığını iddia ettiğin ölçülere uygun bir şekilde yaşamaktır.

Sizden bir takım görevler isteyen bir üst makamdan gelen yazıyı anlamadan okumak ne derece anlamsız ise, okunanı yalnızca anlama aşamasında kalmak ve istenilenleri yerine getirmemekte bir o kadar, hattâ daha da ağır bir suçtur ve kişiye ağır sorumluluklar yükler. Siz de Kâinâtın Rabbi tarafından gönderilmiş bir fermânı okuyacak ve anlayacaksınız, sonra da; “inandım, iman ettim.” diyeceksiniz, hayatınızın akışında hiçbir şey değişmeyecek! Buna; inanmak, imân etmek denir mi? Her iddia bir ispat istemez mi? Allâh’ın Kitâb’ına imân ediyorsanız bunu neyinizle ispat edeceksiniz? “Îmân ettim.” deyip de Kitab’ın dediklerine uymayan bir insan, sevgilisinin hiçbir dediğini yerine getirmeyen ancak, kuru kuruya; “kurbanın olayım, seni çok seviyorum(!).” diyen bir âşığa ne kadar da benziyor!

Kitâb’ı anladıktan sonra “inandım-imân ettim.” diyerek uygulamada hiç bir değişim göstermemek ne kadar ciddiyetsiz bir yaklaşım ise, Kitab’ı hiç okumadan, okuyup da anlamadan “inandım-imân ettim.” demek de tamamıyla gülünç ve samimiyetsiz bir kimliğin göstergesidir.

Kur’ân abdestsiz okunabilir mi?

Kur’ân’ı anlayan kimselerin aslından, anlamayanların ise aslının yanında bir de mealinden ya da yalnızca mealinden okuyarak anlamaya çalışması gerektiği aklı başında hiçbir kimsenin itirâz etmeyeceği bir husustur. Ancak, Kur’ân-ı Kerim’in okunabilmesi için; Abdestli olmak, Kur’ân-ı Kerim’in kapağına, kağıdına bile abdestsiz dokunulmaması vs. gibi bazı şartların gerekli olduğu söylenmekte, yazılmaktadır. Bunların gerçeklik payı nedir? Kur’ân’ı okurken nelere dikkat etmeliyiz?

Şunu bilmek gerekir ki, bir şey;

1- Ya araştırmak, incelemek, hakkında bilgi sâhibi olunmak için okunur.

2- Ya da içeriğinden haberli olunup, okumak, anlamak ve hayata aktarmak sûretiyle sevap vs. elde etmek amacıyla okunur.

Şayet bir kimse yalnızca birinci amaçla Kur’ân’ı okuyorsa ondan fazlaca bir şey beklemenin, saygı anlamına gelecek yaklaşımlar sergilemeyi ummanın bir anlamı yoktur. Hele bir Kitab’ı tanısın, O’na gerektiği gibi imân etsin, sonra âdâbına uygun bir şekilde okusun!

Tamamıyla ibâdet kastı ile Kur’ân okuma niyeti olan (ister aslından, isterse mealinden olsun) kimse ise, elbette ki temiz bir elle Kitab’ı tutmalı ve temiz bir dille Kur’ân’ı okumalıdır. Mümkün olduğu kadar da abdestli olmaya çalışmalıdır. Kur’ân’ın kapağına, kağıdına vs. abdestsiz dokunmanın, tutmanın ise hiçbir şekilde sakıncası yoktur. Mevcut uygulama sadece bir âdet, gelenek ve âdaptan ibârettir. Kur’ân ve Sünnet’ten ciddi anlamda bir dayanağı bulunmamaktadır. Hakâret olsun diye Kur’ân’a abdestsiz dokunmak, okumak ise elbette haram ve yanlış bir davranıştır. Böyle bir hareketi yapan kimse ise zâten ta baştan kaybetmiştir ki, ona “Allâh seni ıslah etsin” demek düşer!

Kur’ân’a karşı görevlerimiz nelerdir?

1- Kur’ân’ı; Okunması gerektiği şekilde; sade, gösterişsiz ve harflere hakkını vererek okumak.

2- Kitâb’ı sanki kendimize yeni indiriliyormuşçasına okumak.

3- Kur’ân’ı, Kâinâtın Rabb’i ile konuştuğunun, O’nu dinlemekte bulunduğunun farkına vararak okumak.

4- Okunulan Kitab’ı anlamaya çalışmak.

5- Anladığımız kadarıyla hayatımıza yön vermek, emir ve yasaklarına uymak.

6- Herşeyimizde O’nu kendimize rehber ve ölçü almak.

7- Kitab’a saygısızlık olarak değerlendirdiğimiz tavırlardan kaçınmak.

8- Kabuktan çok öze, dıştan çok içe, görüntüden çok rûha önem vermek.

9- O’na hiçbir kitabı şirk (ortak) koşmamak... vs.

Bütün bunları bir tarafa bırakarak şekilde boğulmak, kağıt perestlik, harf perestlik ve gelenek perestlik olur.

Kur’ân’da yer alan konular nelerdir?

Kur’ân’da yer alan konuları bilmenin ne önemi var dememeli. Bunu bilmek Kur’ân’la tanışıklığımızın ölçüsünü, boyutlarını ortaya koyar. Samimi bir Müslüman’ın Kur’ân’ın içeriğinden haberli olması, onun daha uyanık olacağı ve daha az yanlışa düşebileceği anlamına gelir.

Her kim ki, Kur’ân’daki konulardan habersiz ise,

O kimsenin;

Yanlış yollara gitmesi...,

Bâtıl yollarda kullanılması...,

İslâm’a aykırı görüş, ideoloji, siyâsi akım ve düşüncelere takılıp kalması...,

İnsanlık dışı hal ve hareketlerde bulunması...,

Bazı çıkarcıların ve menfaatçi tiplerin oyuncağı haline gelmesi...,

Şeytan’ın taraftarlığını yapması...,

İyi niyetle “doğru yapıyorum.” diyerek yanlışlar içerisinde yüzmesi...,

Hakkı bâtıl, bâtılı hak bilmesi...,

Müslüman’ım diyerek Cennet’e gitmeyi ümit ederken, kafir bir halde Cehennem yolcusu olması...,

Kendisine, âile efradına, toplumuna ve bütün insanlık âlemine zulmetmesi...vs. kuvvetle muhtemeldir.

Neden?

Çünkü; Kitâb’ını bilmiyor ki inancını, hal ve hareketlerini ona göre ölçüp-biçsin, kendisine bir yön tayin etsin, doğruya ulaşsın!

Yanlışişaretlenmiş cetvelle doğru ölçüm yapılır mı? Bozuk terâzi ile doğru tartım olur mu? Çarpım tablosunu yanlış ezberlemiş olan bir kimse problemleri doğru çözebilir mi? Yanlış bilgi ile doğru adrese varılır mı?

Kitâb’ını tanıyarak, Cennet yönünü gösteren pusulaya kavuşamamış bir kişi de bocalamalar içerisinde sağa sola koşuşturup durur da, bir türlü rotasını doğrultamaz!

Kur’ân’ı Allâh’ın istediği gibi tanımayan, içindekilerden genel hatlarıyla haberli olmayanlar;

İlâh’larını, Rab’lerini bilmez,

Dinlerini bilmez,

Îmânı bilmez,

İnkârı bilmez,

Tevhidi bilmez,

Şirki bilmez,

İnsanı tanımaz,

Kendilerini tanımaz,

Toplumlarını tanımaz,

Dünyâyı tanımaz,

Devleti tanımaz,

Hukûku tanımaz,

Evreni tanımaz,

Ahlâkı tanımaz,

Adâleti bilmez,

Zulmü bilmez,

Özgürlüğü bilmez,

Köleliği bilmez,

Geçmişi bilmez,

Geleceği görmez,

Hiçbir siyasal, sosyal, ekonomik ve psikolojik vs. olayları da gerektiği şekilde değerlendiremez, kavrayamaz, sürekli yanlışa düşer, serseri mayın misâli dolaşır, birilerinin kuyruğu ve kör bir takipçisi olur, bir ömür hebâ ederek hak ettiklerine kavuşurlar, sonra da; Ver elini haydi ateşe!

Kur’ân’ın içerdiği konular;

1.İnanılması gereken imân esaslarını bildirir.

2.İbâdetlerin niçin ve nasıl yapılması gerektiğinin temel prensiplerini verir.

3.Dünyâ işleri ve âhiretle ilgili hükümler, yasalar ihtivâ eder.

4.Ahlâk ile ilgili ilkeleri açıklar.

5.İlme önem vermeyi, her şeyi Rahmâni akıl, mantık ve sağ duyu çerçevesinde değerlendirmeyi öğütleyen âyetleri içerir.

6.Geçmiş toplumlarla ilgili açıklamalarda bulunarak geleceğe nasıl yön verilmesi gerektiğinin ip uçlarını verir.

7.Ferdi, ailevi ve devlet-toplum düzeninin maddi ve manevi yönden sağlıklı yürümesi için genel plan ve programları içerir.

Ayrıntılarına girmediğimiz bu konuların içeriğinde, acaba zamanımıza hitap etmeyen hükümler, devrini doldurmuş, geçerliliği bugün için sözkonusu olmayacak kurallar var mıdır? Varsa nelerdir?

Müslüman-Alevi; Kur’ân’a bir bütün olarak imân eden insandır.

Müslüman-Alevi;Kur’ân’ı evrensel bir kitap olarak kabul eden kimsedir.

Müslüman-Alevi;Kur’ân’ı târihe hapsetmeyendir.

Müslüman-Alevi;Kur’ân-ı Kerim’i zaman ve mekan üstü bilendir.

MüslÃ